TREN İLE AVRUPA SEYAHATİ VE INTERRAIL NEDİR? (1.BÖLÜM)
- Abi, interrail diye bir şey varmış haberin var mı?
- Interrail ne ola ki?
- Böyle bir aylık bir tren bileti
alıyormuşsun, Avrupa'nın her yerinde istediğin kadar gezebiliyormuşsun.
Evet, interrail
kelimesi ile tanışmam böyle olmuştu bundan uzun zaman önce üniversite
yıllarında. Aradan yıllar geçse de, şartlar değişse de hiç azalmamıştı içimdeki
bu sıra dışı fikri uygulama isteği. Artık oldukça bilinir bir şey interrail ile
Avrupa turu yapmak ve ekonomik olmasından dolayı daha çok yirmili yaşlardaki
genç gezginler tarafından tercih ediliyor. Bana ise otuzumu devirip evlendikten
sonra eşim ile gerçekleştirmek nasip oldu.
Yolculuğu kafaya
koyduktan sonra fikrimi kardeşim ile paylaştım ve Batuhan'ı da ikna etmek hiç
zor olmadı. Sıra gelmişti bu üç kişilik ve bir ayı aşkın seyahatin
hazırlıklarını yapmaya.
İlk iş her
zamanki gibi rota çıkarmak, gezilecek şehirleri saptamak ve bu şehirler ile
alakalı tarihi, kültürel ve günlük hayata dair bilgiler derlemek, ardından
gerekli otel, uçak, tren rezervasyonlarını ayarlamak ve vize işini halletmek. Son
aşama ise valiz hazırlığı yapmak olacaktı.
18 Eylül-19 Ekim
arası kararlaştırdığımız seyahat için uzun uğraşlar sonucu şu rotayı çıkararak
işe başladık.
Roma(3) – Floransa(3) – Pisa – Cinque
Terre(2) – Venedik(1) – Milano – Nice(3) merkezli Antibes, Cannes, Eze, Monte
Carlo – Barselona(4) – Valensiya(2) – Madrid(1) – Paris ve Disneyland(4) –
Brüksel – Brugge(2) – Amsterdam(2) – Düsseldorf ve Köln(3) olmak üzere 31 günlük rotamızı
netleştirdik ve uçak biletlerimizi aldık. Ardından interrail biletlerini
almamız gerekiyordu ve ilk olarak 30 günlük global pass biletlere ihtiyacımız
olacağını düşündük ancak ilk üç günümüz Roma’da, son üç günümüz ise Almanya’da
tanıdıklarımızın yanında geçeceği için aslında bize en fazla 25 günlük bilet
gerektiğini fark ettik.
İkinci ve üçüncü
duraklarımız olacak olan Floransa ve Cinque Terre’ye oldukça uygun tren
biletleri olduğunu fark etmemle beraber 22 gün içerisine 10 gün geçerliliği
olan fleksi pass interrail biletlerini almaya karar verdik. Bir aylık sınırsız
global pass ile 22’ye 10 fleksi pass biletler arasında genç kategorisine giren
Batuhan için 173 Euro ve artık maalesef yetişkin sayılan bendeniz ve Berna için
ise kişi başı 270 Euro fark var idi.
Tam biletleri
almaya karar verdiğimizde bir de yüzde 15 indirimli Eylül kampanyasına denk
gelmemiz hoş bir sürpriz oldu. Gençtur ile iletişime geçerek biletlerimizi seri
bir şekilde kapımıza kadar gönderttik. http://ulasim.genctur.com.tr/interrail
Interrail
biletlerini 26 Eylül – 17 Ekim tarihleri arasına yazdırarak Cinque Terre’den
Venedik’e geçerken başlatmayı planlamıştık. Dolayısıyla Roma – Floransa ve
Floransa – Pisa – Cinque Terre tren biletlerine ihtiyacımız vardı. İtalya'nın
TCDD’si olan trenitalia’nın internet sitesinden Roma – Floransa hızlı trenine erken davranarak kişi başı 19 Euro’dan
biletlerimizi almış bulunduk. http://www.trenitalia.com/trenitalia.html
trenitalia internet sitesinden hızlı trenler için online bilet alımı mümkün ancak banliyö trenleri
için yolculuğa kısa bir süre kaldıysa mümkün değil ya da ben beceremedim.
Floransa – Pisa – Cinque Terre hattının sezona göre yoğun olmayacağını
düşünerek bu işi sonraya bıraktık.
Araştırma
safhasında Madrid’den Paris’e gece treninin artık çalışmadığını ve Paris’e
ulaşmak için Barselona’ya geri dönmemiz gerekeceğini fark ettik. Zaman
önemliydi ve bu durum işimize gelmediği anda imdadımıza easyjet yetişti. Madrid – Paris uçak biletlerini de kişi başı 35
Euro’ya alınca şehirler ve ülkeler arası ulaşım ile alakalı hazırlıklarımız
tamamlanmış oldu.
İkinci aşama
konaklama meselesi idi. Bugüne kadarki tüm seyahatlerimizde booking.com ağırlıklı olmak üzere hostelworld.com ve hostelbookers.com üçlüsünü kullanmıştık. Özellikle metropolit
şehirlerde hostel fiyatlarının sezon sonu olmasına rağmen fazla olması bizi ilk
defa farklı bir alternatife itti: airbnb.com
Airbnb’de sistem
diğer saydıklarıma göre biraz farklı. Bizim müptelası olduğumuz hostel
sitelerinden konaklama satın aldığınızda resmi ve kayıtlı hostel/otellerde
konaklıyorsunuz ama airbnb tamamen tekil şahısların sahip oldukları daireleri
kiralama ya da yaşadıkları evi belli bir ücret karşılığında sizinle paylaşmaları
üzerine kurulu ve daha amatör ruhlu bir sistem. İkisinin de birbirine göre
avantajları ve dezavantajları bulunmakta.
Ulaşım tamam,
konaklama tamam, vize hazırlıkları tamam… Yol kitapçığım! Evet, artık yol
kitapçığımı hazırlamalıyım. Gezilecek şehirler ile alakalı tarihi, kültürel
bilgiler için çeşit çeşit bloglar derleniyor, seyahat sitelerinden lüzumlu bilgiler
araklanıyordu. Pratik ve günlük bilgiler için ise ekşisözlük ve özellikle ‘Interrail
Türkiye Grubu’ facebook sayfası yetip de artmıştı bile.
ekşisözlük’te her
gezilecek şehir için örneğin bu şehir Roma olsun, arama kısmına ‘Roma rehberi’
ya da ‘yeni başlayanlar için Roma’ yazarak her türlü bilgiyle ulaşmak mümkün.
Interrail Türkiye Grubu facebook sayfası ise daha da ilginç. Her türlü soruya cevap
verecek yardımsever insanlar bulmak her daim mümkün bu grupta.
Son aşama ise
yolculuk hazırlığı oluyordu. Bir aylık tatil valiz çekerek bitmez ve zaten valiz
işi Interrail’in ruhuna da aykırı. Bize acilen sırt çantaları lazım. Decathlon internet sitesinden Quechua markalı Forclaz 50, Forclaz 60
ve Forclaz 70 sırt çantalarına karar veriyoruz. Tabi ki 70 litrelik olan en
ağır ve dolu çanta her zamanki gibi en ağır yük taşıyıcı olarak benim sırtımda
olacak. Çantalar ile beraber yağmurluk, polar, mikrofiber havlu, para kemeri
gibi diğer ihtiyaçları da Decathlon’dan sipariş verip tüm alışverişi tek
seferde hallediyoruz.
Telefonlara
gezilecek şehirler, navigasyon, ulaşım ve konaklama ile alakalı çevrimdışı
çalışan uygulamalar indiriliyor, yurtdışı konuşma paketleri satın alınıyor.
Interrail’in resmi uygulaması olan Rail
Planner tam bir hayat kurtaran olacak. Avrupa’daki tüm tren seferlerini
çevrimdışı olarak görebilmek çok işimize gelecek.
Vizeler de çıktı,
e hadi o zaman yola koyulmaya…
1.GÜN: İSTANBUL – ROMA
18 Eylül günü Pegasus
Havayolları ile Roma uçuşu için Sabiha Gökçen Havalimanı’na yola çıkıyoruz.
Uçuşumuz sorunsuz geçiyor ve yerel saat ile 14:00 sıralarında Roma Fiumicino’ya
varıyoruz ancak pasaport işlemleri uzun sürüyor ve çok sıra bekliyoruz. Pasaport
polisinin sakalıma ayrı bana ayrı bakışları ve türlü türlü sorularını
savuşturduktan sonra çantalarımızı alarak çıkış kapısına ilerliyoruz.
Fiumicino’dan
Roma merkezine en çok tercih edilen ulaşım yolu tren veya bizdeki Havataş
benzeri shuttle servisleri. Leonardo
Express denen trenin fiyatı biraz tuzlu, 15 Euro kadar fakat Sitbusshuttle, Terravision ve bazı
farklı firmalar ile kişi başı 5 Euro’ya şehir merkezine ulaşım sağlamak mümkün.
Çıkış kapısına yakın bölümdeki bankoların birinden biletleri alıyor ve sıradaki
otobüsü beklemeye koyuluyoruz. Otobüsler oldukça sık ve şansımıza fazla sıra da
yok. http://www.terravision.eu/
Bir saat kadar
süren yolculuk Roma’nın merkez tren garı olan Termini’de sona eriyor ve hızlı adımlar ile airbnb’den
kiraladığımız eve ulaşmaya çalışıyoruz. Garın etrafı pek tekin değil gibi ama
gece geç saatler haricinde sıkıntı olmaz diyerek Roma’nın bize hoş geldin
hediyesi olarak sunduğu sidik kokulu sokaklarının arasından yürüyoruz.
Michele, bizi
kapıda karşılıyor ve dairemize yerleşip hiçte fena görünmeyen muhitimiz ile
ilgili ipuçlarını alarak dışarı çıkıyoruz. İlk iş olarak Roma Pass kartlarımızı almak için Termini’ye dönüyoruz ve kişi başı
36 Euro’ya Roma Pass’larımızı alarak ilgili alanlara kimlik bilgilerimizi
dolduruyoruz. Bu kartlar Roma’da geçireceğimiz 72 saatlik zaman dilimi
içerisinde hem gezmek istediğimiz ilk iki müzeye sıra beklemeden ve ücretsiz girmemizi
hem de şehir toplu taşıma hattını ücretsiz kullanmamızı sağlayacak. Kısıtlı
vakti olanlar için 48 saatlik olanı da var. http://www.romapass.it/p.aspx?l=en&tid=2
İlk durağımız Repubblica Meydanı’ndaki Santa Maria degli Kilisesi oluyor.
Kilisenin iç tasarımı bizden geçer not alıyor ancak henüz haberimiz yok ki
başka neler göreceğiz neler. İlerleyen günlerde göreceklerimizden yanında Santa
Maria degli’nin esamesi bile okunmayacak…
Repubblica’dan
kendimizi metroya atarak iki durak ötedeki Spagna’ya ulaşıyoruz. Burası meşhur İspanya Meydanı (Piazza di Spagna) ve İspanyol Merdivenleri’ne (Spanish Steps)
en yakın metro durağı. Roma’da metro kullanmak son derece basit. Hepi topu iki
hat mevcut ve tüm turistik noktalara yakın bir metro durağı var. İşe gidiş ve
çıkış saatlerindeki kalabalıktan bahsetmeme gerek yok sanırım. Biz İstanbul
toplu taşıması görmüş adamız, bu da bir şey mi diyerek bol bol kullandık
metroyu.
İspanyol
Merdivenleri henüz akşam saatleri gelmemiş olduğundan biraz sakin. Gideceğimiz
her ülkedeki her büyük şehirde görmeye alışacağımız sokak satıcıları ile burada
tanışmış oluyoruz.
1725’te açılan ve
Trinita dei Monti Kilisesi’ne çıkan
merdivenlerde oturarak yorgunluğumuzu atıyoruz. Kilise tadilattan dolayı
kapalıymış. Kelebek şeklinde tasarlanan merdivenler, kilise ile İspanya
Meydanı’nı birbirine bağlıyor. Barok stilini yansıtan meydan, Rönesans
döneminde yazarların ve sanatçıların buluşma noktasıymış. Merdivenlerin hemen
önünde bot şeklindeki Barcaccia
isimli çeşme ise Papa Urbano VII’nin oğlu Bernini’ye verdiği emirle Fransa
kralı ile yapılan antlaşmanın anısına yapılmış.
Merdivenlerin
kalabalıklaşmasını beklerken acıkan karınlarımızı doyurma ihtiyacı
hissediyoruz. İspanya Meydanı civarında oldukça fazla restoran mevcut. Ara
sokakların birinde gözümüze kestirdiğimiz bir yerde akşam yemeği için mola
veriyoruz. Vasat yemeklere 53 Euro hesabı gömmemizi ilk gün şaşkınlığımıza
bağlıyor ve yediğimiz kazığı hazmetmek için Popolo Meydanı’na (Piazza de
Popolo) yürümeye karar veriyoruz.
Roma’nın en büyük
meydanı olan Popolo Meydanı, gece ışıkları altında güzel görünüyor. Zaman zaman
çeşitli konserlere ve gösterilere de ev sahipliği yapan meydan, 1809-1816
yılları arasında Fransız asıllı Romalı mimar Giuseppe Valadier tarafından
yapılmış olsa da zamanla genişletilerek Avrupa’nın en güzel meydanlarından biri
olarak kabul görür hale gelmiş.
İspanyol
Merdivenleri’ne geri dönerek kalabalıklaşan meydandan geçen insanları izlemeye
koyuluyoruz. Bir anda özel kıyafetleri ile bir bando takımı beliriyor ve
enstrümanları ile merdivenlerde bulunan kalabalığı coşturuyor. En görkemli Roma
sokaklarının İspanya Meydanı’na çıktığı söylenir. Merdivenler ise her yaz bir
defaya mahsus ünlü bir moda etkinliğine ev sahipliği yaparak podyum olarak
kullanılıyormuş.
Sıradaki
durağımız kısa bir yürüyüşün ardından Trevi
Çeşmesi. Roma’daki en büyük ve ünlü Barok tarzı çeşme tadilattan dolayı
uzun bir süredir kapalı. Üzerine kurulan seyyar köprü ile çeşme üstündeki figürleri
yakından inceliyoruz. Aşk Çeşmesi olarak ta bilinen Trevi Çeşmesi’nin (Fontana di Trevi) inşası 1762 yılında
tamamlanmış. Roma’da bulunan birçok eserde imzası bulunan Bernini’nin bir
eserini daha görmüş oluyoruz.
İlk gün için bu
kadar yeter. Trevi Çeşmesi’nin yanındaki dondurmacıların birinden
dondurmalarımızı alarak evimize dönüyoruz.
2.GÜN: ROMA
Bir aylık sabah
erken kalkmalı, akşam ayaklarımıza kara sular inmeli seyahatimiz artık başladı.
Bugünümüzün
yarısını Vatikan’a ayırdık. Metro
ile Cipro durağına ulaşarak kalabalığı takip etmeye başlıyoruz. Yolumuzun
üstündeki Paninotica Slurp’u buluyor
ve içecekler dâhil kişi başı 5 Euro’ya harika sandviçler ile kahvaltımızı
yapıyoruz. Bu küçücük dükkânın sandviçleri hakikaten tripadvisor’da övüldüğü
kadar var. Deneyiniz efendim…
Sağlı sollu
sırnaşan tur operatörlerini savuşturarak giriş kapısına iyice yaklaşıyoruz.
Giriş için öyle bir kuyruk var ki anlatmam mümkün değil. En az üç saat bekleriz
hem de bu sezonda. Allah’tan biletlerimizi online alarak daha Türkiye’deyken bu
işi halletmişiz yoksa yanmıştık. Yüzlerce bekleyen insana el sallayarak Vatikan’a
girmemiz pek keyifli oldu. http://biglietteriamusei.vatican.va/musei/tickets/do?action=booking
Vatikan’ı ve Vatikan Müzesi’ni uzun uzun
anlatmayayım ama siz internetten araştırın derim. Onca derlediğim bilgiye
rağmen biraz bilinçsizce gezmek canımı sıktı. Kesinlikle audio guide alınmalı
ya da tur eşliğinde gezilmeli ve 70.000’den fazla sanat eserini görebilmek için
yarım gün hiçte yeterli değil. En etkileyici bölüm ise kesinlikle Sistina Şapeli.
Capella Sistina, Papa seçimlerinin yapıldığı mekân
olmasıyla bilinir ve Papa’nın resmi ikametgâhıdır. Şapelin içindeki duvarlarda, kutsal kitap kaynaklı onlarca sahne ve papaların portreleri resmedilmiştir.
Boticelli, Pinturicchio, Perugino, Ghirlandaio ve Signorelli gibi 15.yy’ın ünlü
İtalyan Rönesans ressamlarının eserleri duvarlarda yer almaktadır.
Yapıya en büyük
ünü kazandıran eser grubu ise şüphesiz ki 1508-1512 yılları arasında
Michelangelo tarafından hazırlanan ve içlerinde ünlü ‘Adem’in Yaratılışı’ ve
‘Kıyamet Günü’ fresklerinin bulunduğu sahnelerdir.
Kısa bir kahve
molasının ardından müzeyi terk ediyor ve San
Pietro Meydanı’na (Piazza San
Pietro) varıyoruz. Bernini tarafından tasarlanan elips şekilli meydan tam
bir mimarlık harikası. 284 adet sütunla çevrili meydanda iki de güzel çeşme
bulunmaktadır. Günümüzde Papa’nın halka seslendiği meydanda her daim uzun bir
kuyruk var. San Pietro Bazilikası’na
(Basilica di San Pietro in Vaticano) girebilmek
için Berna ile kuyruğun sonuna geçsek de Batuhan bir yolunu bulup kaynak
yapıyor ve bizi bu muhteşem bazilikanın kapısında karşılıyor.
Aynı anda 20.000
insanın ibadet edebildiği bazilika, 22,000 metrekare alanı ve 186 metre uzunluğunun yanı sıra 136 metre yükseklikteki kubbesi ile nefes kesiyor. San Pietro Bazilikası
gerçekten de çok ama çok etkileyici. Bu noktada kubbeye ayrı bir parantez açmak
istiyorum. 42 metre çapındaki kubbe büyüleyici bir Roma manzarası sunuyor.
Planı Michelangelo’ya ait olan kubbenin inşasını 1589 yılında Giacomo Della
Porta tamamlamış. Kubbeye ister 320 basamak ile ister asansörle çıkabilirsiniz.
Sıradaki
durağımız Vatikan’a oldukça yakın konumdaki Castel Sant’angelo. İmparator Hadrian için yapılan kale geçmişte
papanın evi ve hapishane olarak ta kullanılmış. Vaktinde Cem Sultan’ın da
tutsak edildiği kalenin Vatikan ile bağlantılı gizli bir yer altı geçidi
bulunmakta. Dan Brown'un ünlü eseri 'Melekler ve Şeytanlar'ı okuyup üzerinde bir de filmini izledikten sonra Roma'yı gezmek ayrı bir keyifli oluyor.
Tiber Nehri’nin iki yakasını birbirine bağlayan
en güzel köprülerden biri olan Sant’angelo Köprüsü’nden geçerek ünlü Navona Meydanı’na ulaşıyoruz. Piazza Navona, Barok tarzının başyapıtı
olarak kabul edilir. Meydanda, Bernini’nin ünlü Dört Nehir Çeşmesi (Fiumi Fountain) ve Franceso Borromini ile
Pietro de Cortuna’ya ait eserler bulunuyor. Çeşmenin ismi dört kıtadaki dört
nehrin dört tanrısından geliyor: Afrika’daki Nil, Asya’daki Ganj, Avrupa’daki
Tuna ve Amerika’daki Plata. Ressamlar, karikatüristler, sokak müzisyenleri,
hokkabazlar ve falcıları ile oldukça eğlenceli olan meydandaki Sant’Agnese Kilisesi ise güzelliğiyle
göz kamaştırıyor.
Meydanı istemeye
istemeye arkamızda bırakarak Pagan tapınağı Pantheon’a varıyoruz. Aynı gün içerisinde bu kadar fazla muhteşem
yapı fazla gelmeye başladı. İmparator Hadrian tarafından yaptırılan Pantheon’un
kubbesine bakmaya doyamıyor insan. Pantheon’un esas kullanım amacı
bilinmemektedir. Tapınak olarak sınıflandırılır ancak Roma’daki diğer tapınaklardan
mimari olarak farklıdır.
Yolumuzun
üstündeki Gesu Kilisesi’ni (Chiesa del Gesu) de görerek Venedik Meydanı’na (Piazza Venezia) ulaşıyoruz. Kardinal Venezia’dan
adını alan meydanda ilk dikkati çeken yapı Vittorio
Emmanuele II Abidesi. Birleşik İtalya’nın anısına yapılmış olan anıt 1925
yılında tamamlanmış. Bu anıtın inşası için çevredeki birçok yapı kaldırılmış.
Konumumuz
itibariyle Trajan Forumu, Trajan Sütunu, Roma Forumu ve Palatino
Tepesi ile Kolezyum’a yakın
olduğumuzu fark ediyoruz ama bugünlük bu kadar yeter. Buraları gezmek için koca
bir günümüz daha var ama akşam yemeğini hazmetmek ve gece halini görebilmek
için biraz turladıktan sonra eve dönüyoruz.
3.GÜN: ROMA
Roma’daki son
günümüzün ilk durağı ünlü Campo di Fiori
pazarı. Bu şirin açık hava pazarında biraz vakit geçirerek çok yakınındaki bir
sandviççi de kahvaltımızı yapıyoruz. Alıştık artık iyice ‘panini’ ile güne
başlamaya…
Bugünümüzü Kolezyum ve civarına ayırdık. Venedik
Meydanı’nı bir de gündüz gözüyle görüp Trajan
Forumu’ndan başlıyoruz. Dünyanın en eski alışveriş merkezi olduğu düşünülen
Trajan’s Market ve İmparator
Trajan’ın savaş zaferlerini anmak için inşa edilen Trajan Sütunu burada bulunuyor. 30 metre uzunluğundaki sütunun
üzerine 1587 yılında Papa Sixtus V’nin isteğiyle St. Peter’in bronz bir heykeli
eklenmiş.
Trajan Forumu’nun
MS. 1.yy’a tarihlendiği düşünülmekteymiş. Yavaş adımlarla Kolezyum’a
ilerliyoruz. Sağımızda kalan alan ise Roma Forumu ve Palatino Tepesi. Kolezyum
girişinde tıpkı dün Castel Sant’angelo’da olduğu gibi Roma Pass’larımız
sayesinde sıra beklemeden geçiyoruz.
Sonunda Roma
denince akla gelen ilk yapı olan Kolezyum’dayız. Kolezyum, MS 72 yılında İmparator Vespasian tarafından yapılma emri
verilen ve oğlu Titus tarafından 80 yılında tamamlanan bir amfi
tiyatrodur. Roma mimarisinin doruk
noktası olarak kabul edilen bu muhteşem yapı, 55.000 izleyicinin giriş
yapabileceği 80 kemerli girişe sahiptir. 188 metre uzunluk ve 156 metre
genişliğe sahip dünyanın bu en büyük amfi tiyatrosu aynı zamanda hayvan ve
gladyatör dövüşleri ile idamlara da ev sahipliği yapmıştır.
Kolezyum’un hemen
dışında Konstantin Takı (Arch of
Constantine) bulunuyor. Zafer Takı olarak ta bilinen yapı, ilk Hıristiyan
imparator olan Konstantin’n zaferleri anısına 4.yy’da inşa edilmiş.
Günümüzün diğer
yarısını Roma Forumu ve Palatino Tepesi’ne ayırıyoruz. MÖ
5.yy’dan MS 5.yy’a kadar en önemli anıtların inşa edildiği Roma Forumu, o
günlerde ticaret, iş ve adalet, dini aktivitelerin yürütüldüğü yer olarak
şehrin kalbinin attığı bölgeymiş.
Settimio Severo
Takı, Saturno Tapınağı, Vestali Evi, Mamertine Hapishanesi, Antonio ve Faustina
Tapınağı, Tito Takı bu bölgede önemli yapılardan yalnızca birkaç tanesi.
Palatino Tepesi
ise MÖ 1000’li yıllara kadar tarihlenen eserlerin bunduğu bir arkeolojik alan.
Efsaneye göre Roma şehrinin kökeni buradadır. Roma’da bulunan yedi tepenin en
eski ve en merkezi olanı Palatino Tepesi’dir.
Roma’daki son
günümüzü önce bir şeyler içmek sonra ise akşam yemeği için ünlü Trastevere
bölgesinde bitirmeye karar veriyoruz. Trastevere,
Roma’nın bohem bölgesi olarak kabul ediliyor ve yeme içmeden gece eğlencesine
kadar her türlü olanağa ev sahipliği yapıyor. Şık kafeteryalarda bira ortalama
4 Euro, pizzalar ise 10 Euro civarı fiyatlarda. Tramvayda iken bilet kontrolü
için polislere denk geliyoruz. İyi ki de Roma Pass’larımıza kimlik
bilgilerimizi doldurmuşuz.
4.GÜN: ROMA – FLORANSA
Kısıtlı
zamanımızda Roma’nın altını üstüne getirmiş olmanın mutluluğu ile 08:50
Floransa treni için Termini’ye gidiyoruz. Biletlerimizi online aldığımız için
elimizdeki çıktılar ile hiçbir işlem yapmadan ilgili kompartıman ve
koltuklarımıza yerleşip 10:00 civarı Floransa’nın Santa Maria Novella garına varıyoruz.
İlk olarak ev
sahibemiz Sabrina ile buluşuyoruz. Sabrina ve mimar kocası Giovanni,
Floransa’nın göbeğinde şirin bir dairede yaşıyorlar ve fazla odalarını kiraya
veriyorlar. Evin yarısı üç geceliğine bizim. Bir oda Batuhan’a bir oda ise
Berna ile bana. Banyomuz da bize özel. Mutfak ve verandayı ise ev sahiplerimiz
ile paylaşacağız.
Sıcak karşılamanın
ardından valizlerimizi bırakıp kendimizi sokağa atıyoruz. İlk durağımız tren
garının karşısındaki Santa Maria Novella
Bazilikası ve aynı isimle anılan meydanı. Santa Maria Novella Bazilikası
kısıtlı vakti olanlar için pas geçilebilir ama görülmeye değer diye
düşünüyorum. Gotik yapılı bazilika, mermer dış cephesi ile dikkat çekiyor. Bu
sırada meydanda, Floransa’da geçireceğimiz tüm günlerin başlangıcı ve sonunda
ziyaret edeceğimiz Fiddler’s Elbow isimli Irish pub ile tanışıyoruz.
Floransa’nın
şirin sokakları bizi Duomo’ya (Floransa Katedrali) ve San Giovanni Vaftizhanesi’nin (Battistero di San Giovanni) bulunduğu
meydana çıkarıyor. Ücretsiz ziyaret edilebilecek katedralin girişindeki sıraya dâhil
olmak işimize gelmiyor ve hemen yakınındaki San Lorenzo Bazilikası’na gidiyoruz.
Ön kısmı hiçbir
zaman tamamlanamamış olan San Lorenzo Bazilikası, Floransa’da Michelangelo ile
özdeşleşmiş yegâne yapıdır. Lorenzo ve Medici’nin mezarları için
Michelangelo’nun yaptığı heykeller burada görülebilir. Medici ismini aklınıza
iyi kazıyın keza bundan sonra çok sık duyacaksınız.
Bazilikanın
bitişiğinde Medici Şapeli bulunuyor.
Bazilikaya giriş için kişi başı 4,5 Euro vermiştik, Medici Şapeli için ise 8
Euro’yu gözden çıkarmak gerekiyor. Şapelin giriş kısmında bir müze ve hanedan
üyelerinden pek önemli olmayan kişilerin mezarları bulunuyor ama asıl bomba Prenses Şapeli’nde. Altı büyük Medici
Dükü’nün mezarlarının bulunduğu bu bölüm, devasa lahitleri ve yeşil-kızıl
tonlardaki mermerleri ile dikkat çekiyor.
Medici Şapeli’nin
yanından başlayan pazar yerine göz attıktan sonra tekrar Floransa Katedrali’nin
bulunduğu Piazza dei Miracoli isimli
meydandayız. Vaftizhane tadilat nedeniyle kapalı olduğundan katedral girişi
için sıra bekliyoruz. Duomo’yu nasıl anlatayım bilemiyorum. Zagreb
Katedrali’nden sonra ağzımı açık bırakan ikinci yapı oldu sanırım.
Floransa şehrinin
sembolü olan gotik katedralin mozaikleri şahane gözüküyor. Dış kısmı pembe,
beyaz ve yeşil mermerleri ile dikkat çekerken iç kısmı oldukça sade bir
görünüme sahip. Her ince ayrıntısına kadar incelediğimiz katedralin çıkış kapısında
bizi Giotto’nun Çan Kulesi (Giotto Campanile)
karşılıyor. Kare planlı kulenin her kenarı 14.45 metre, uzunluğu ise 84,70
metre imiş. Floransa’nın 360 derece panoramik manzarasını izleyebilmek için
ciddi bir sıra beklemek, üstüne ücret ödemek ve 414 basamak tırmanmak
gerektiğinden cayıyoruz. Panoramik manzara işini daha sonra başka bir şekilde
halledeceğiz.
Piazza dei
Miracoli’den güney yönüne doğru en kalabalık sokağı (Via Roma) takip ederseniz ilk olarak Repubblica Meydanı (Piazza della Repubblica) ile karşılaşırsınız.
Romalılar döneminden beri şehrin merkez noktalarından biri olarak bilinen
meydan, günümüzde sokak sanatçıları ve gösterilere ev sahipliği yapıyor.
Meydanda bulunan tarihi kafeteryaların fiyatları ise biraz fazla turistik.
Meydanın karşısındaki
sokaktan girdiğimizde bizi Orsanmichele
Kilisesi (Chise di Orsanmichele) karşılıyor. Bir zamanlar tahıl marketi
olarak kullanılan bu ufak kilise 14.yy’dan kalma.
Orsanmichele’den
ayrılmamızla beraber kendimizi Signoria
Meydanı’nda buluyoruz. Antik Rönesans’ı temsil eden heykelleri ile dikkat
çeken bu önemli meydanın gözbebeği ise Michelangelo’nun Davut heykeli ama bu
meydanda gördüğümüz bu heykelin başarılı bir kopyası. Orijinali ise daha birçok
önemli eser ile beraber Accademia
Galerisi’nde. Kopya Davut’un yanında ise Bandinelli’nin Herkül ve Cacus’u
ile Ammannati’nin Nettuno’su var.
Davut heykeli,
Michelangelo’nun en önemli eserlerinden birisidir. 1501-1504 yılları arasında
yapılan heykel, Rönesans döneminin başyapıtlarından. 5.17 metre uzunluğundaki heykel,
İncil’deki David karakterini sembolize etmektedir.
Signoria
Meydanı’ndaki en önemli yapılar Vecchio
Sarayı (Palazzo Vecchio) ya da Signoria Sarayı olarak ta bilinen şimdinin
Floransa Belediye Binası, bir açık hava galerisi olan Loggia dei Lanzi ve hemen arkasındaki Uffizi Galerisi. Buraları yarına bırakarak gezilecek yerler
arasında biraz sapa kalan Santa Croce
Bazilikası’na (Basilica di Santa
Croce) yürüyoruz.
Aynı isimli
meydanda bulunan kilise, içerisinde birçok anıt mezara ev sahipliği yapıyor.
Dış cephesini kaplayan mermer ise 1863 yılında ilave edilmiş ve masrafı İngiliz
bir hayırsever tarafından karşılanmış. Kilisenin bulunduğu meydan ise ‘Calcio
Storico’ denilen ve Orta Çağ kostümleriyle oynanan futbol müsabakasına ev
sahipliği yapıyormuş. Bizim bulunduğumuz tarihlerde organizasyon için hazırlıklar
yapılıyordu.
Floransa daha ilk
günden Roma’yı gölgede bırakırken tüm gün boyunca yaşadığımız sanatsal ve
kültürel patlamanın bizi acıktırdığını fark ettik. Meşhur Fiorentina Steak için
ilk belirlediğim restoranı kapalı görünce tripadvisor’dan ufak bir araştırma
yaparak Trattoria 13 dei Gobbi
isimli restorana karar veriyoruz. Başlangıçtan sonra iki kişilik Fiorentina
Steak ve bir porsiyon Sliced Steak sipariş veriyoruz. Şahane bir biftek geliyor
ve içeceklerle beraber 100 Euro civarı gelen hesabın üç kişi için fena
olmadığına kanaat getiriyoruz.
5.GÜN: FLORANSA
Batuhan şifayı
kapmış. Kendini iyi hissetmeyince öğleye kadar dinlenmeye karar veriyor ve
Berna ile dışarı çıkıyoruz. Evden ayrılmadan evvel Sabrina akşam yemeği
planımızı soruyor ve kocası Giovanni’nin iyi bir aşçı olduğundan bahsediyordu.
Kişi başı 10 Euro’ya akşam yemeğine katılmamızı teklif ediyor ve yarın için
sözleşiyoruz.
İlk olarak Arno Nehri kıyısından yürüyerek sıra
dışı görünümü ile Vecchio Köprüsü’ne
(Ponte Vecchio) ulaşıyoruz. Köprü
üzerinde eskiden var olan manav, kasap, balıkçı gibi dükkânların yerini
16.yy’da I.Ferdinand’ın emri ile sadece kuyumcu dükkânları almış ve bu şekilde
günümüze kadar ulaşmıştır. Dükkânların tahtadan kepenkleri geceleri tahta
sandık ve bavul gibi gözükecek şekilde tasarlanmış ve bu özellik geceleri de bu
köprüye turist çekmekteymiş. Gündüzünü beğendik, bir de gecesine bakarız bu
akşam…
Ponte Vecchio ve
çevresindeki yapılar ila alakalı ilginç bir hikâye var. Floransa Dükü Medici,
taşındığında Uffizi’den Pitti Sarayı’na bir yola ihtiyaç duyar çünkü güneyde
bir kuleye sahip olan varlıklı Manelli Ailesi, Medici’nin buradan doğrudan
geçmesini istemez ve bu nedenle Vassari
Koridoru inşa edilir.
Vecchio
Köprüsü’nden fazla uzaklaşmadan kendimizi Signoria Meydanı’nda buluyoruz. Kale
görünümündeki Vecchio Sarayı, 13-14.
yy’larda din adamlarının meskeni olarak inşa edilmiş ve 15-16. yy’larda büyük
bloklar, galeri ve kulesi eklenmiştir. Birçok yetkili insana ev sahipliği yapan
saray, 19.yy’da bir süreliğine Medici ailesine de kapılarını açmıştır. Güzel sanatların birçok değerli örneğinin
görülebileceği saray mutlaka ziyaret edilmeli.
Öğleden sonra
Batuhan ile buluşup meşhur Michelangelo
Meydanı’na (Piazzale Michelangelo)
tırmanıyoruz ağır adımlarla. Vaktimiz olduğundan yürümeyi tercih ettik ama
otobüs ile de ulaşılabilir. 1869 yılında Floransalı mimar Giuseppe Poggi
tarafından tasarlanan meydan muhteşem bir Floransa manzarası teklif ediyor. İki
gündür gezdiğimiz yerleri ve Arno Nehri’ni bu tepe-meydandan izlemek çok
keyifliydi.
Bir ara meydanın
otoparkından gürül gürül bir Ferrari sesi duyuyoruz. İsteyene belirli bir ücret
karşılığında tepede turlayabileceğiniz bir Ferrari varmış. Batuhan’ı
Ferrari’den zor bela uzaklaştırıp tepedeki San
Miniato al Monte Kilisesi’ne çıkıyoruz. Şehre hakim konumdaki bazilika için
İtalya’daki en güzellerinden biri olduğu söylenmiş. Günlerdir gördüklerimizin
ardından biraz yavan geldi bize ya da biz biraz şımardık. İçerideki dini ayini
biraz izledikten sonra tekrar meydana dönerek güneşi burada batırıyoruz.
Batuhan’ın bir göz manzarada diğeri ise hala Ferrari’de. Floransa’daki bir gün
batımını kesinlikle Michelangelo Meydanı’nda geçirmelisiniz.
Havanın
kararmasıyla akşam yemeği işini halledip ilk olarak katedral meydanında vakit
öldürüyoruz. Gecenin ilerleyen saatlerinde Vecchio Köprüsü’ne dönerek etraftaki
kalabalık ile beraber canlı müzik dinleyerek keyifli bir günü daha
noktalıyoruz.
6.GÜN: FLORANSA
Bugünkü ziyaret
duraklarımız Uffizi Galerisi ile
Pitti Sarayı olacak. Batuhan, sanatsal etkinliklerine uykusunda devam etmeye
karar veriyor ve Berna ile Signoria Meydanı’nın yolunu tutuyoruz. Nedenini
hatırlayamadığım bir şekilde Uffizi Galerisi’ne online bilet alamamış olmam
bize iki saate patlıyor ve galeriye ancak saat 11:00’e doğru girebiliyoruz.
Kişi başı 11
Euro’luk giriş ücreti üzerine bir de audio guide (6 Euro) alıyorum ve
başlıyoruz Uffizi’yi tavaf etmeye. Klasik dönemden Rönesans heykel ve resimleri
ile dünyanın en ünlü sanat galerilerinden biri olan Uffizi, 16. yy’da
tasarlanmış. Michelangelo’nun ‘The Birth of Venus’ ve ‘Springtime’ eserleri ile
Leonardo da Vinci’nin ‘The Annucation’ı ön plana çıksa da galeride birbirinden
eşsiz eserler bulunmakta. Ana koridorların birinde bazı Osmanlı sultanları ve
devlet adamlarının portrelerine bile rastladık.
Öğleden sonra
Batuhan ile buluşup Vecchio Köprüsü civarında bir şeyler atıştırıyor ve Pitti Sarayı’nın (Pitti Palace) yolunu tutuyoruz. Floransa’nın en büyük mimari
yapısı olan saray 1457 yılında Pitti Ailesi için yapılmış olsa da 16.yy’da
Medici Ailesi’ne satılmış ve günümüzde ailenin sahip olduğu eşsiz sanat
eserleri ve hazinelerin sergilendiği bir yapıdır.
Sarayın
içerisindeki dört galeriden ikisine kombine bilet almak mümkün. Benim niyetim Boboli Bahçeleri ve Kostüm Galerisi kombine bileti almak
olsa da önceki hafta yağan sağanak yağmur ve fırtınadan dolayı bahçelerin
geçici olarak kapalı olduğunu öğreniyoruz. İstemeye istemeye Palatine Galerisi ve Modern Sanat Galerisi kombine biletine
kişi başı 13 Euro vererek sarayı geziyoruz. Vallahi aklım Boboli Bahçeleri’nde
kaldı. Kısmetse bir dahaki sefere görürüz artık.
Santa Maria
Novella Meydanı’ndaki mekânımız Fiddler’s Elbow’a son kez uğrayarak akşam
yemeği için eve dönüyoruz. Biz sabah Uffizi’yi gezerken Batuhan, Giovanni ile
muhabbeti ilerletmiş, kendisine photoshop’ta yeni kartvizit tasarımı yapmış ve
akşam yemeğini bedavaya getirmiş bile. Keyifli ve bol muhabbetli akşam
yemeğinin ardından erkenden odalarımıza çekiliyoruz keza yarın yolcuyuz.
7.GÜN: FLORANSA – PISA – CINQUE TERRE
Sabah erken
saatte uyanıyoruz Pisa trenine yetişebilmek için. Tren garına 15 dakikalık
mesafede olmamıza rağmen çantalar ile yürümeyelim diyoruz ve Floransa’da
kaldığımız süre boyunca ilk defa toplu taşıma kullanmak istiyoruz ancak otobüs
biletimiz yok. Sağ olsun Sabrina, üç tane tek kullanımlık bileti bizden ücret
dahi almadan veriyor. Biletleri otobüsün içindeki makinelerde aktifleştirmemizi
unutmamamızı ısrarla hatırlatıyor. Floransa genelinde sivil giyimli
kontrolörler hiç beklenmedik bir anda otobüs içinde bilet kontrolü
yapabiliyorlarmış.
Gardan Pisa Centrale biletlerimizi kişi başı 8
Euro’dan alıyoruz ve 09:28 trenine binmek için ilgili perona ilerliyoruz. Peron
girişinde biletlerin onaylatıldığı makineler var ancak bilet aldığımız otomatın
bize verdiği biletler kartvizit boyutlarında ve bu makinelere uymuyor.
Görevliye gidip onaylatayım desem de treni kaçırma riskinden dolayı cayıyorum
ve yolculuğumuz biraz gergin başlıyor. Bir ara yerimden ayrılarak diğer
kompartımanlarda kondüktör arıyorum bir an evvel bilet onaylatma işini
halletmek için ama yok. Yarım saat kadar sonra gelen kondüktöre biletlerimizi
onaylatarak olası bir cezadan kurtulmuş oluyoruz.
Yolculuğumuz bir
saat sürüyor ve Pisa Centrale garına varıyoruz. İlk işimiz gardan Cinque
Terre’ye ulaşmak için La Spezia Centrale’e
bilet almak ve çantalarımızı emanete bırakmak. Kişi başı 7,20 Euro olan biletlerimizi
alarak garın içerisindeki gazete bayiine yanaşıyoruz. Pisa’ya ulaşım için
otobüs biletlerini (1,20 Euro/bilet) de alarak garın önündeki yolun karşısına
geçiyoruz ve Jolly Hotel’in önündeki kalabalık ile beraber başlıyoruz beklemeye.
Aslında gardan
Pisa’ya yarım saatlik bir yürüyüş ile de ulaşılabilir ama vakit kaybetmeye
değmez. Pisa’da otobüsler numaradan ziyade renklerine göre sınıflandırılmış.
Bazı otobüslerin üzerinde yeşil renkli yazılar var bazılarında ise turuncu ya
da kırmızı. Bize lazım olan kırmızı renkli (LAM Rossa) otobüse zor bela
biniyoruz ve 10 dakika sonra Pisa’dayız. Değil otobüs biletlerini onaylatmak
kıpırdamaya bile şansımız olmadı otobüsün içinde.
Otobüsten iner
inmez bizi ufak bir meydan ve açık hava pazarı karşılıyor. Burada envai çeşit
hediyelik eşya almak mümkün. Meydanda bir de McDonalds var ve aç ayı oynamaz
diyerek yemek işini aradan çıkarıyoruz. Surlardan içeri girmemizle bizi Mucizeler Meydanı (Piazza dei Miracoli)
olarak ta bilinen Katedral Meydanı
ve Pisa Kulesi (Torre Pendente)
karşılıyor.
İlk olarak kule
için biletlerimizi almamız gerek çünkü biletleri aldıktan sonra hemen kuleye
çıkamıyoruz ve bize verilen saate kadar beklememiz gerekecek. Kuleye giriş
biletleri kişi başı 18 Euro. Vaftizhane
(Battistero), Anıt Mezarlık (Campo
Santo Monumantale) ve müzeden her birine giriş 5’er Euro ancak bu üçlüden
ikisine kombine bilet alırsanız 7 Euro, üçüne birden alırsanız ise 8 Euro
ödüyorsunuz. Anıt Mezarlık ve Vaftizhane’ye karar kılıp kule için bize verilen
iki saatlik bekleme süresini değerlendirmeye karar veriyoruz. Bu arada Katedral (Duomo) için giriş ücretsiz.
Meydanda şöyle
bir turlayıp fotoğraf çektikten sonra ilk olarak mezarlığa gidiyoruz. Çevresi
duvarlar ile çevrili olan mezarlık güzel ama dünyanın en güzel mezarlığı
olduğunu iddia etmek biraz abartılı olmuş. Efsaneye göre 12.Haçlı Seferi
esnasında Pisa Başpiskoposu Ubaldo de Lafranchi buraya gömülecek cesetlerin 24
saat içerisinde çürüyüp yok olacağını söylemiş. Dolayısı ile burası ‘kutsal
topraklar’ olarak anılıyor.
Gotik tarzlı
dikdörtgen şeklindeki yapının inşasına 1278 yılında başlanmış ve 1464 yılında
tamamlanmış. Zamanla kilise haline de getirilen mezarlık, Roma döneminden kalma
lahitlere ve göz alıcı fresklere ev sahipliği yapıyor.
Mezarlığın ardından
katedrali gezmeye karar veriyoruz. Duomo, dünyanın en iyi ‘Romanesk’
katedrallerinden biri olarak kabul ediliyor ve Pisa Başpiskoposu 1092 yılından
beri burada ikamet ediyor. 1062 yılına tarihlenen yapı, Pisa Cumhuriyeti
askerlerinin, Toskana kıyılarında bir Müslüman birliği bozguna uğratmasının
şerefine yapılmış. Pisa Kulesi’ne çıkmadan ziyaret edeceğimiz son yer ise
Vaftizhane oluyor.
St. John’a adanan
vaftizhane, İtalya’nın en büyüğü olup çevre uzunluğu 107 metredir. Akustik
özelliği ile öne çıkan yapının içinde koro halinde bir eser söylendiğinde çıkan
ses 2 km uzaktan bile duyulurmuş.
Sonunda sıramız
geliyor ve Pisa Kulesi’nin zemin katındaki bekleme bölümüne alınıyoruz. İlk
olarak genç bir rehber İtalyanca ve İngilizce olarak kulenin tarihini anlatıyor
ve bir sağa bir sola yatarak spiral merdiveni tırmanmaya başlıyoruz. 8 katlı
kulenin inşası 1350 yılında tamamlanmış.
Alüvyonlar
üzerine sığ bir temel ile yapımına başlanan kule, üçüncü kata geldiğinde
eğilmeye başlamış ve inşası 100 sene kadar durdurulmuş. Şu an yüzde 4 oranında
eğik duran kulenin tepesinden güzel bir manzara var.
Gezilecek yerleri
tamamlayarak Pisa’nın ara sokaklarına dalıyoruz ve kafeteryanın birinde bir
şeyler içtikten sonra 17:00 gibi gezimizi tamamlıyoruz. Pisa, kesinlikle konaklamaya
değecek bir yer değil çünkü tüm gezilecek noktalar tek bir alanda ve yarım gün
fazlasıyla yetiyor.
Otobüs ile gara
dönerek La Spezia Centrale trenine biniyoruz ve yolculuğumuz bir saat kadar
sürüyor. Cinque Terre olarak bilinen ve beş şirin köyden oluşan bölgenin resmi
ismi La Spezia ve burada konaklayarak yarın tren ile köyleri gezeceğiz.
8.GÜN: CINQUE TERRE
Dışarıda hava
harika görünüyor. Bir an önce Cinque Terre’ye gidebilmek için erkenden
ayrılıyoruz evden. Kiraladığımız ev, La Spezia tren istasyonuna biraz uzakmış.
O nedenle önce otobüs ile tren garına gideceğiz. Mahalle esnafından aldığımız
bilgiler doğrultusunda otobüs durağını buluyor ve yakınındaki gazete bayiinden
biletlerimizi (1,50 Euro/kişi) alıyoruz. Otobüs tren garının altındaki yoldan
geçiyormuş ama biz bunu fark edemeyince biraz uzağında inmiş bulunduk.
İlk olarak La
Spezia istasyonundaki turizm ofisinden bir günlük geçerli Cinque Terre Card’larımızı (12 Euro/kart) alıyoruz. Bu
kartlar ile tüm gün boyunca beş köy arasında sınırsız tren kullanabilecek,
yürüyüş parkurlarına girebilecek ve köylerde bulunan wi-fi noktalarından
faydalanabileceğiz. Kartlar ile beraber bir de günlük tren saatleri çizelgesi
veriyor görevli bize. Kartların arkasına isimlerimizi doldurarak sıradaki trene
biniyoruz.
La Spezia’ya
yakınlığına göre Riomaggiore, Manarola,
Corniglia, Vernazza ve Monteresso
olarak sıralanmış köyler. İlk durağımız olan Riomaggiore’ye yolculuğumuz 10
dakika kadar sürüyor.
Riomaggiore ile ikinci köy olan Manarola
arasındaki Âşıklar Yolu olarak
bilinen Via Dell’Amore’den başlamaya
niyetleniyoruz ancak bu yol geçici olarak kapatılmış. Köyler arasındaki en
kolay parkur olarak bilinen Âşıklar Yolu’na giremeyince Riomaggiore merkezine
dönerek biraz dolanıyoruz. Biletleri aldığımızda bir de yürüyüş parkurlarını gösteren bir harita edinmiştik.
Birbiri üstüne gelişigüzel inşa
edilmiş izlenimi bırakan tarihi apartman blokları yan yana rengârenk bir
görüntü oluşturuyor. Riomaggiore’nın küçük limanında her renkten sandallar
uzanıyor.
Köyler arasında denize en yakın olan rotalar genel olarak
en kolayları ve en çok tercih edilenleri ancak tepelere tırmanarak orta ve zor
dereceli parkurları da tercih edebilirsiniz. Berna ile orta zorluktaki parkuru gözümüze kestiriyoruz.
Batuhan Riomaggiore’de kalıp biraz gezdikten sonra tren ile Manarola’da bizi
karşılamaya karar veriyor.
Dik ve yarım
yamalak merdivenlerden tepeye tırmanmaya çalışıyoruz ama daha başında pişman
oluyoruz. Başlanmış işi de yarım bırakmak istemediğimizden inatla bu rotayı
tamamlıyoruz ve iki saate yakın bir zaman alıyor yürüyüşümüz. Tepe noktalarında
gördüğümüz manzaralar nefes kesse de ekipmansız yaptığımız yürüyüş bizi
ziyadesiyle zorladı.
Manarola’nın şirin meydanında soluklanarak
Batuhan’ı beklemeye koyuluyoruz. Beş köy arasında gezinen trenlerden bazıları
Riomaggiore’den sonra aradaki köylere uğramayarak son köy olan Monteresso’da
duruyor. Tren saatlerini gösteren çizelge de bende kalmış. Batuhan da
olacaklardan habersiz bindiği tren ile Monteresso’da almış soluğu. Bir sonraki
trene binip Manarola’ya gelene kadar bir şeyler atıştırıyoruz ve rıhtımda vakit
öldürüyoruz.
Batuhan’ın
gelmesiyle beraber artık iyice kanımızın ısındığı Manarola’yı sanki kırk yıldır
orada yaşıyormuş gibi gezdiriyoruz kendisine. Sıradaki durağımız Corniglia…
Corniglia’ya trenle ulaştığımızda bizi bir
sürpriz bekliyor. Ortada köy falan yok! Corniglia yüksek bir kayalığın tepesine
kurulmuş. Dolayısıyla trenden indikten sonra ya merdiven tırmanacaksınız ya da
Cinque Terre Card’ın ücretsiz imkân sağladığı servisler ile tepeye
ulaşacaksınız.
10 dakikalık
minibüs yolculuğumuz Corniglia meydanında bitiyor ve başlıyoruz daracık
sokaklarda kaybolmaya. Köyler birbirine oldukça benziyor ama her birinin
kendine göre ayrı bir havası ve karakteri var. Burada da çevredeki tarlalarda
yetiştirilen ürünler taze taze alıcılarına sunuluyor. En popüler ürünler ise zeytin,
zeytinyağı, limon, sabun ve şarap.
Corniglia’dan
dördüncü köy olan Vernazza’ya yürümeye karar veriyoruz. Batuhan servis ile gara
inip tren ile geçecek Vernazza’ya. Yürüyüşümüz bir saatten fazla sürüyor ama
Allah’tan çok sık basamak yok. Muhteşem manzaralar eşliğinde Vernazza’ya
varıyoruz. Bu yürüyüşten çok keyif aldık.
Vernazza köyü, 2011 yılında bir doğal afet
yaşamış. Sağanak yağış, köy merkezine inen derenin taşmasına neden olmuş ve
toprak kayması nedeniyle sel suları altında kalan binalarda büyük hasar meydana
gelmiş. Dört kişinin öldüğü afetin faturasının 100 milyon Euro’dan fazla olduğu
tahmin ediliyor ve onarım çalışmalar halen devam ediyor.
Havanın
kararmasına daha vakit olduğunu fark ederek Vernazza’dan Monteresso’ya yürümeye
karar veriyoruz. Bu seferki parkur bir buçuk saatlik ve öncekine göre biraz
daha zor ama Cinque Terre’nin keyfini çıkarabilmek için kesinlikle bu
parkurlardan birkaç tanesini yürümek gerek. Uzaklaştığınız köyün görüntüsü ayrı
bir güzel, parkurun sonunda sizi karşılayan sıradaki köyün manzarası ayrı
güzel.
Monteresso’yu diğer dört köyden ayıran en büyük
özelliği geniş sayılabilecek bir kumsalı olması. Havanın kararmasına yakın
varıyoruz son köye. Kumsalı ve Cenova’ya en yakın köy olması nedeniyle burası
biraz popülerliğini arttırmış. Diğer köylerdeki doğal ve sıcak ortam
Monteresso’da mevcut değil ama gayet şık restoranlar ve kafeteryalar var. Köyün
merkezinde bulunan sokaklar diğer köylerdekine göre daha yapay.
İtalya’nın
Liguria adıyla bilinen kuzeybatı bölgesindeki Cinque Terre’de ilk yerleşimin
1000 yıl öncesine dayandığı biliniyor. UNESCO Dünya Kültür Mirasları
Listesi’ndeki Cinque Terre’nin beş köyü arasındaki kolay parkurların toplam uzunluğu
15 km civarı. Tahmin ediyorum ki 10 km’sini bugün yürümüşüzdür. Yorgun argın
son trene binip La Spezia’ya geri dönüyoruz.
9.GÜN: CINQUE TERRE – VENEDİK
Cinque Terre’ye
hayran kaldık ve keşke bir gün daha kalsaymışız. Ayrıca bir dahaki sefere La Spezia
yerine kesinlikle beş köyden birinde kalacağız. La Spezia’da konaklamak sorun
değil ama köylerin atmosferi o kadar doğal ki gecesiyle gündüzüyle yaşamak
gerek.
08:10’da La
Spezia’dan başlayan yolculuğumuz Parma ve Bologna aktarmalı olarak altı saat
gibi bir sürede Venezia Mestre istasyonunda bitiyor.
Bugün Interrail
biletlerimizi kullanmaya başladık ve aktarma trenleri de dâhil tüm kullandığımız
hatların detaylarını biletlerimize işlemeyi ihmal etmiyoruz. Uyuzun birine denk
gelmeye hiç niyetimiz yok!
Venedik’in
kalbine kadar giren tren garının ismi Venezia
Santa Lucia ama biz on dakika mesafedeki bir önceki durak olan Venezia Mestre civarında bir ev
kiralamayı tercih ettik. Venedik merkezinde oda fiyatları her daim yüksek.
Ev sahibemiz
Elena tarafından karşılanıyor ve odamıza yerleştikten sonra Venedik’e
gidiyoruz. Kaldığımız evin önünde otobüs durağı varmış ve Venedik’e ulaşmamız çok kolay oluyor.
Daha ilk adımı
atmamızla beraber dünyamız değişiyor ve fotoğraf makinelerine davranıyoruz. Venedik’te vaktimiz maalesef çok kısıtlı ve mümkün olduğunca verimli kullanmak
istiyoruz.
İlk olarak Altın Malikâne olarak ta bilinen Ca d’Oro üzerinden Rialto Köprüsü’ne yürüyoruz. 15.yy’da inşa edilmiş gotik bir saray
olan Altın Malikâne’den evvel ise 18-19.yy’larda Osmanlı nüfusuna hizmet etmiş
olan Fondaco dei Turchi’ye
rastlamıştık.
Büyük Kanal üzerinde bulunan Fontego dei Turchi,
günümüzde Doğa Tarihi Müzesi olarak hizmet veriyor. Labirentten hallice
sokaklarda kaybolmamak mümkün değil ama bu durumdan şikâyetçi de değiliz. Her
girdiğimiz sokakta farklı bir sürpriz ile karşılaşıyoruz ve bir şekilde Büyük
Kanal’a çıkmak hiçte zor olmuyor.
Rialto Köprüsü, 16.yy’ın sonunda Venedik’te düzenlenen
bir yarışma sonucunda Büyük Kanal’da yer alan eskisinin yerine inşa edilen, şehrin en ünlü köprüsüdür. Büyük ihtimalle Venedik’te en çok ziyaret edilen ve
fotoğraf çekilen nokta olan köprü, San Polo ile San Marco’yu birbirine
bağlıyor. 1591 yılında hizmete açılan köprünün üzerinde birçok mücevher, ipek
ve cam ürünler satan dükkân bulunuyor.
Kalabalık ile
kavga dövüş fotoğraflarımızı çektikten sonra Venedik’in bir diğer en önemli
turistik noktası olan San Marco Meydanı’na
yürüyoruz. Meydanın dört bir tarafı önemli yapılar ile çevrili ve bunların
başında San Marco Bazilikası, Dükalar Sarayı (Doge’s Palace), Correr Müzesi, Arkeoloji Müzesi, San Marco
Kütüphanesi ve Aziz Mark’ın Çan
Kulesi (Campanile di San Marco) bulunuyor.
Bu noktada
Venedik’te gezilecek yerler için faydalı olacak turistik kartlardan bahsedeyim.
Vaktiniz bol ise ve Venedik’in altını üstüne getiririm diyorsanız tüm müze ve
kiliseleri kapsayan yedi günlük kartın fiyatı yetişkinler için 40 Euro, gençler
için ise 30 Euro. Yok, benim zamanım dar, sadece San Marco Meydanı etrafındaki
müzeleri ve kendim belirleyeceğim üç kiliseyi gezeyim derseniz 26 Euro’luk San
Marco Pack kartından alıyorsunuz. Detaylar için şuraya göz atmak lazım: http://www.veneziaunica.it/en/ecommerce/products/pack/venice_citypass
Bunun haricinde
Venedik etrafında ve kanalları içerisinde yolcun taşıyan vaporettoları
kullanmak için de belirli gün veya sürelerde geçerliliği olan toplu taşıma
kartları mevcut.
Girişi ücretsiz
olan San Marco Bazilikası’nı ve içerisinde sergilenen hazinelerini (2
Euro/kişi) gördükten sonra Çan Kulesi’ne (8 Euro/kişi) atıyoruz kendimizi.
Maalesef San Marco Meydanı etrafındaki müzeleri gezmeye vaktimiz olmayacak ama
gondol turu yapabiliriz.
San Marco
Meydanı’ndaki gondol iskelesinde bulunan görevlilerin yanına yanaşılmıyor. Bir
afralar bir tafralar sormayın gitsin, sanki bedavaya bineceğiz. Meydanın diğer
tarafının hemen arkasında Hard Rock Cafe var ve önünden aynı gondollardan
kalkıyor. Yarım saatlik tur için gondol başına fiyat 80 Euro olarak
sabitlenmiş. İster iki kişi binersiniz ister beş kişi, orası size kalmış.
İskelede Amerikalı bir çift ile başlayan sohbetim ortak gondol turuna girmemizle
son buluyor.
Havanın
kararmasıyla birlikte karnımız acıkıyor ve Rialto Köprüsü’nden tekrar San Polo
bölgesine geçerek ara sokaklarda yemek yiyecek yer arıyoruz. Vitrinin birinde
sergilenen pizzalar dikkatimizi çekiyor ve İtalya genelinde şu ana kadar yaşadığımız
hayal kırıklığını Bangladeşli bir pizza ustasının yerle bir etmesiyle bayram
ediyoruz. Dilimi 2,5 Euro’luk pizzalardan tıka basa yedikten sonra aldığımız
kaloriyi yakmamız gerektiğine kanaat getirerek bir diğer ünlü Venedik köprüsü
olan Accademia Köprüsü’ne yürüyoruz.
Tahta köprüyü
geçtikten kısa bir süre sonra Santa Maria
della Salute Bazilikası’nın bulunduğu rıhtıma ulaşıyoruz. Saatlerdir
dolandığımız San Marco Meydanı’nı bir de Büyük Kanal’ın diğer tarafından
görelim.
17.yy’da Meryem
Ana’ya ithaf edilen barok tarzı bazilika, bu dönemde Venedik halkının üçte
birinin veba salgını nedeniyle öldüğü dönemde yapılan ‘Veba Kiliseleri’nden bir
tanesidir.
Bugün gene iyi
yürüdük. Gece saatlerinde Rialto Köprüsü etrafındaki kalabalığın arasından
sıyrılarak eve dönüyoruz.
10.GÜN: VENEDİK – MILANO – NICE
Yarım günümüz
daha var Venedik için. Aslında Venedik’e bu kadar az zaman ayırmamamız gerektiğini
biliyorduk ama bugün Reha ve Seha’nın Milano’ya uçuşu var ve onları da gruba
katarak tüm gece boyunca sürecek bir yolculuk ile Fransa’nın Nice şehrine
geçeceğiz.
Erken saatler
itibariyle tekrar Rialto Köprüsü’nden geçerek San Marco Meydanı’ndayız. Bir
günümüz daha olacaktı ki meydan etrafındaki müzeleri, Venedik Tersanesi’ni (Venetian
Arsenal) ve Venedik Gettosu’nu da
(Venetian Ghetto) kesinlikle
gezerdik. Biz yapamadık efendim siz yapın, Venedik’e en az iki tam gün ayırın.
Bu arada
meydandaki Dükalar Sarayı’nın arkasındaki Ahlar
Köprüsü’nden (Ponte dei Sospiri)
bahsetmek istiyorum. Eski zamanlarda duruşmaların ardından mahkûmlar bu
köprüden geçirilerek hapishaneye götürülürmüş. Mahkûmların son kez Venedik’e
bakarak iç geçirmeleri nedeniyle köprüye bu isim uygun görülmüş.
Biraz turladıktan
sonra Bangladeşli pizza ustamızdan helallik alıyor ve San Marco Meydanı’ndan
vaporetto (7 Euro/kişi) ile sabah yürüdüğümüz yolu denizden geri dönüyoruz.
Milano’ya olan
yolculuğumuz iki buçuk saat kadar sürecek.
Zaten bineceğimiz hızlı tren için dün rezervasyonlarımızı kişi başı 10
Euro karşılığında yaptırmıştık. Interrail biletlerimiz bize, Avrupa genelinde
tüm trenlerin ikinci sınıf kompartımanlarında ücretsiz yolculuk hakkı tanıyor.
Hızlı trenler ve gece trenlerinde ise bazı hatlarda rezervasyon gerekebiliyor
bazılarında ise mecburi. Rezervasyon kartlarımızda, seyahat detaylarımızla
birlikte bineceğimiz kompartımanın numarasından oturacağımız koltuğun
numarasına kadar her şey yazılı. Buna rağmen ne olur ne olmaz diyerek her
seferinde kartlarımızı peronların başındaki makinelerde onaylattırdık.
Yolculuk
esnasında yanımızda oturan Giancarlo amca ve eşi ile hoş bir sohbete
tutuluyoruz. Kısa zaman önce İstanbul’da bulunmuşlar ve anlata anlata
bitiremiyorlar. Öyle ki bizi evlerine davet ediyor ve istersek
konaklayabileceğimizi de belirtiyorlar. Milano’ya gitmek zorunda olduğumuzu
söyleyerek kendilerine Verona yakınlarında veda ediyoruz.
Saat 15:00 gibi Milano Centrale’deyiz ve kısa bir süre
sonra Reha ile Seha da bize katılıyor. Milano Malpensa havalimanından kalkan
Malpensa Shuttle servislerinin (10 Euro/kişi) son durağı tren garı oluyor.
Trenimiz gece
saatlerinde, hava ise daha aydınlık. O zaman neden Milano’yu gezmiyoruz? Ne
kadar çanta varsa hepsini garın alt katındaki KiPoint emanet odasına (valiz
başına 6 Euro/5 saat) bırakıp, metro (1.5 Euro/kişi) ile M3 sarı hattı
kullanarak iki durak sonra doğruca Duomo’dayız.
Duomo metro
durağı ismini buradaki meydandan ve aslında Milano Katedrali’nden (Duomo
di Milano) alıyor. Seyahatimizin ikinci Duomo’su da ağızları açık bırakacak
cinsten.
Milano’nun genel
atmosferi şu ana kadar edindiğimiz İtalya deneyiminden biraz farklı. Daha hızlı
akan bir yaşam, daha burnu havada insanlar ve daha yapay bir şehir hayatı
dikkat çekiyor.
Meydanda biraz
fotoğraf çektikten sonra Duomo’ya giriyoruz. Şansımıza içeride ayin var ve bir yandan
bu etkileyici yapıyı incelerken diğer yandan ayini izliyoruz. Yapımına 1386
yılında başlanan katedral, dünyanın en etkileyici gotik yapılarından biri olarak
kabul ediliyor. Katedrale giriş ücretsiz ama çatısına çıkarım derseniz ekstra
ücrete tabi.
İkinci durağımız
Duomo’nun hemen yanında bulunan ve dünyanın en eski alışveriş merkezi olan Galleria Vittorio Emmanuele idi. Mozaik
zemini ve cam çatısıyla dikkat çeken alışveriş merkezinde Prada ve Louis
Vuitton gibi ünlü markaların vitrin fiyatları dudak uçuklatacak cinsten.
Alışveriş merkezine
meydan tarafından girdikten sonra sağ taraftan çıkarsanız biraz ileride sizi
önemli bir lezzet noktası karşılayacak. Luini
Panzerotti için pastane desem değil, fırın desem değil. En ünlü ürünleri
bizdeki pişinin, içi domates kaşarlı ya da peynirli olanı diyebilirim. Millet
sokak boyunca sıra bekliyor bunu yemek için. Bizde sıraya girip bu lezzeti
tatmaktan geri kalmıyoruz.
Hava kararmadan
son bir yer daha gezmek niyetindeyiz. Dünyanın en ünlü opera evlerinden biri
olan La Scala Opera Evi’nin
yanındaki meydanda soluklanırken bir anda gümbürtü kopuyor. Sisi yanlısı
Mısırlılar polis kontrolünde gösteri yapıyorlar ve dumanın içinde boğulmadan
kaçıveriyoruz meydandan.
Yirmi dakikalık
bir yürüyüşün ardından Sforzesco Şatosu’ndayız.
Duomo’dan sonra Milano’daki iki numaralı turistik yapı olan ortaçağ kalesi,
tarih boyunca yönetici sınıfın yaşadığı yer olmuş. Keşke içini de
gezebilseydik. Şatonun hemen arkasındaki Parco
Sempione isimli park ise görülmeye değer.
Gece saatlerinde
gara dönerek yemek yiyoruz ve 23:00’dan evvel çantalarımızı teslim alıyoruz
çünkü bu saatten sonra emanetçi kapalı. Bu gece, tatilimizin en zorlu tren
yolculuğu olacak çünkü üç ayrı şehirde aktarma yapacağız ve birinde bekleme
süremiz dört saatten fazla olacak.
Milano
Centrale’den ayrılarak saat 01:00 sıralarında Torino’ya varıyoruz. Sıradaki
trenimiz 05:30’da ve garda uyumayı planlıyorduk ama Torino Porto Nuova garı 01:00-05:00 saatleri arasında kapalıymış.
Görevliler Nuh diyor peygamber demiyor ve bizi paketliyorlar gardan. Yakınlarda
bir bar varmış ve sabaha kadar açıkmış. Söylenilen mekânı arıyoruz ama
bulamıyoruz. 3-4 saatlikte olsa uyuyacak otel arıyoruz ama o da yok derken
garın karşı çaprazında bir kebapçı çekiyor dikkatimi.
Tabelasından
kesin Türk’tür bu diyorum ve selamün aleyküm diyerek dalıyorum içeri. Aleyküm
selam diyor Antepli Aydın kardeşim ve hem karnımızı doyuruyoruz hem de
sabahlıyoruz mekânında.
Torino’dan sonraki
durağımız Fossano. Saat 07:00 sıralarında yarım saatlik bir bekleyişin ardından
sınır kasabası Ventimiglia’da son kez tren değiştiriyoruz. Fossano –
Ventimiglia arasındaki doğal güzelliği hiç unutmayacağım. Yol boyunca bir
Fransa bir İtalya topraklarından geçip sayısız tünelin ardından dağların
yamaçlarına kurulmuş şirin köylerin güzelliği tüm çektiğimiz çileye değmişti.
Ventimiglia’dan
Nice’e hareket eden tren ilk duraktan sonra Fransa topraklarına giriyor ve
istasyonda bekleyen pasaport polisleri trene biniyor. Tren ile ülke
değiştirirken genelde böyle bir uygulama olmaz çünkü zaten bir kere Schengen
alanına girmişiz ama herkes için durum aynı değil sanırım. Trenden ayrılan
polisler yanlarında birkaç Afrikalı göçmeni de beraberinde götürüyorlardı.
Saat 08:30 itibariyle
Nice’teyiz ve herkesin pestili çıkmış durumda. Bu yorgunluğu öngörerek garın
hemen karşısındaki Antares Hotel’e yer ayırtmıştık. Kısa bir sürede odalarımıza
yerleşerek öğlene kadar uyuyoruz. Otelimiz gayet güzel ve genel olarak genç
gezginlere hitap ediyor. Şehrin en ünlü caddesi olan Avenue Jean Medecin’in dibinde, tramvay ve otobüs duraklarının
karşısında, tren garına iki dakika mesafede ve yanında büyük bir süpermarket
var.
Nice’teki ilk
günümüzü burada harcayacağız. Önümüzdeki iki gün ise çevre bölgelerde geçecek. Jean Medecin Caddesi’nden aşağı
yürüyerek kısa sürede Massena Meydanı’na
ulaşıyoruz. Meydanın etrafındaki fıskiyelerin arasında çocuklar koşturuyor.
Kahvaltı işini Subway’de halledip sahile iniyoruz ve işte meşhur Promenade des Angles.
19.yy’da İngiliz
soyluları kış aylarını Nice sahillerinde geçirirmiş. İngiltere Kraliçesi ve
Kraliyet Ailesi tarafından da tercih edilen bölgedeki sahil yolunun ismi
buradan gelmiş. Sahil boyunca bisiklet ve paten yollarına dikkat etmek gerek.
Bizim alışık olduğumuz bir durum değil hani kalmayalım bir bisikletin altında.
Sahil boyunca
uzanan araç yolu ise bisiklet yarışlarından dolayı kapalıymış. Bir yandan
bisikletçileri izlerken diğer yandan denizin kokusunu içimize çeke çeke Negresco Hotel’e kadar yürüyoruz.
Aynı yol üzerinde birçok deniz manzaralı otel mevcut ama bunların en ünlüsü Negresco Hotel. Eyfel
Kulesi’ni yapan ünlü mimar Gustav Eiffel tarafından tasarlanan otelin özellikle
tavanları çok ünlüymüş.
Geri dönerek
sahil yolunun sonunda bize göz kırpan Chateau
Tepesi’ne çıkmaya karar veriyoruz. Tepenin dibinde ücretsiz servis veren
bir asansör var. Yukarı çıkmamızla beraber günlerden pazar olduğunu
hatırlıyoruz. Ahali çoluk çocuğu toplamış parka çıkarmış. Bir semaverleri ile
mangalları eksik.
Şehrin kuşbakışı
manzarasını izlemek ve panoramik fotoğraf çekmek için en ideal yer burası. Bir
tarafta boylu boyunca uzanan İngiliz Sahilyolu’nu diğer tarafta ise yat
limanını fotoğraflayabilirsiniz. Eskiden bu tepede bir kale varmış ama şu an
geriye pek bir şey kalmamış.
Kaleden
indiğimizde kısa sürede Cours Saleya’ya
varıyoruz. Burası birçok restorana ve dükkâna ev sahipliği yapan turistik bir
bölgeye benziyor. Bir restoranda oturarak akşam yemeği için şu meşhur
midyelerden sipariş veriyoruz. Tencere dolusu midye geliyor önümüze yanında
patates kızartması ile ve önümüzdekileri bitirene kadar kollarımız ağrıyor.
Adam başı 25 Euro gibi bir paraya yemek yenebiliyor bu bölgedeki restoranlarda.
Midyeler fena değildi ama asıl bu işin kralı Brüksel’deymiş. Orada da
denedikten sonra mukayese ederiz artık.
2.BÖLÜM İÇİN BURAYA TIKLAYABİLİRSİNİZ.
2.BÖLÜM İÇİN BURAYA TIKLAYABİLİRSİNİZ.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder