Balkanlar: Bizden yerler, bizden insanlar... (2.BÖLÜM)
BİRİNCİ BÖLÜMÜ KAÇIRDIYSANIZ BURAYA TIKLAYIN.
8.GÜN: ZAGREB – PLITVICE MILLI PARKI
Koca
bir günümüz var Zagreb’i dolaşmak için. Hostelde yaptığımız kahvaltının
ardından valizlerimizi alarak sıcakkanlı ve yardımsever resepsiyonist ile vedalaşıyoruz.
Valizleri arabaya bırakıyoruz çünkü bu akşam Plitvice Milli Parkı’na gideceğiz.
Zagreb,
Kaptol ve Gradec şehirlerinin neredeyse aralarında savaşa kadar gidebilecek sayısız
gerginliklerinin ardından 1851 yılında birleşmesiyle oluşmuş. 1242 yılında her iki şehir de Cengiz
Han’ın saldırıları nedeniyle büyük yıkıma uğramış. Kentte 1699 yılında bir
üniversite açılmış. 17. ve 18.yy’larda ise veba salgınları nedeniyle büyük
acılar çekilmiş. 20.yy’da sanayi ile birlikte kentin nüfusu artmaya başlamış.
Günümüzde ise
Zagreb, Gornji Grad (Yukarı Şehir) ve Donji Grad (Aşağı Şehir) olmak üzere iki
kısma ayrılmakta. Kaptol ve Gradec bölgeleri, kentin ortaçağdan kalan
eserlerinin yoğunlaştığı Gornji Grad bölümünde yer alıyor. Donji Grad kısmında
ise devlet başkanının makamı olan Banski Dvori binası ve diğer resmi binalar,
müzeler yer almakta.
Bizim
önceliğimiz tarihi ehemmiyetinden dolayı Gornji Grad. Bunun için ilk olarak Ban
Josipa Jelacica Meydanı’na bağlanan Ilica Caddesi üzerindeki tarihi füniküleri
buluyoruz. Zagreb’in İstiklal Caddesi’nin de Ilica Caddesi olduğuna kanaat
getiriyoruz.
Uspijaca denilen
tarihi fünikülere binerek bir dakikadan kısa bir sürede Gornji Grad’a
ulaşıyoruz. Burası dünyanın en kısa toplu taşıma teleferiğiymiş. Biletler kişi
başı 4 HRK. Teleferiğin hareket etmesi için dolmasını beklemek gerekiyor ama
aceleniz varsa daha pahalı bir tarife ile şahsınıza özel bir teleferik keyfi de
yaşayabilirsiniz.
Füniküler ile
yukarı çıktığımızda bizi Strossmartre Parkı ve Lotrscak Kulesi karşılamakta.
Hırsız Kulesi olarak ta anılan Lotrscak Kulesi’ne giriş kişi başı 20 HRK.
Tarihi 13.yy’a kadar dayanan kuleden her öğlen sembolik top atışı
yapılmaktadır. Yüz yılı aşkın süredir yapılan top atışları, halkın saatlerini
doğru ayarlayabilmesi içinmiş.
Ahşap ve dik
merdivenlerden kulenin tepesine tırmanıyoruz. Her katta kule ve Zagreb’e ait
eski fotoğrafların sergilendiği bölümler var. Kulenin tepesinden Zagreb
manzarası harika gözüküyor.
Kulenin
dibindeyken tarihi füniküleri arkanıza alarak sağdaki sokağa girerseniz sizi
St. Katerina Kilisesi karşılayacak. Dümdüz yukarı doğru çıkarsanız ise
güzelliği ile göz kamaştıran St. Mark Kilisesi var. St. Mark Kilisesi’ne doğru yürürken solumuzda
kalan ‘Croatian Museum of Naive Art’ı (Hırvat Naif Sanat Müzesi) ziyaret
ediyoruz. Giriş için kişi başı 20 HRK ödenen müzede, Hırvat naif sanatçılarının
80 kadar eserini görmek mümkün.
1952’de kurulan
müze, dünyanın ilk naif sanat müzesi olarak kabul ediliyor. Daha çok komünist
rejimde etkili olan bu tarza sahip eserlerde, kırsal yaşam, üretim ilişkileri
ve insan psikolojisi gibi konulara yer verilmiş. Özellikle cam üzerine yağlı
boya ile yapılan eserlerde, resmedilen naif figürlerin derinliklerinde saklı
gerçekliğe hayran kaldık.
Bizden geçer not
alan müzenin ardından St. Mark Kilisesi’ne (Crkva sv. Marka) yöneliyoruz.
13.yy’da inşa edilen kilise, ilk olarak romanesk tarzda yapılmış olsa da
günümüzde gotik mimari çizgiler taşıyor. Zagreb’in sembol yapılarından biri
olan kilisenin en dikkat çekici özelliği ise bir yanda Zagreb’i, diğer yanda
Slovenya, Hırvatistan ve Dalmaçya Üçlü Krallığı’nı temsil eden seramiklerle
oluşturulmuş bayrakların bulunduğu çatısı.
Taş Geçit’ten
geçmeden evvel St. Katerina Kilisesi’ni de görelim diyoruz. St. Katerina
Kilisesi, St. Mark Kilisesi, Taş Geçit, Lotrscak Kulesi, Strossmartre Parkı ve
tarihi fünikülerin hepsi birbirine 3-5 dakika mesafede.
14.yy’da inşa
edilen St. Katerina Kilisesi’nin (Crkva sv. Katarine) bahçesindeki seyir
terasında biraz fotoğraf çektikten sonra Taş Geçit’e yöneliyoruz. Taş Geçit
(Kamenita Vrata) oldukça enteresan bir yer. Burası, duvarında Meryem Ana ve
Hz.İsa’nın bebeklik halinin resimlerinin bulunduğu ve yerli halkın geçerken dua
edip mum yaktıkları bir geçit.
Birkaç fotoğraf
çektiğimiz geçitten sessizce aşağı inerek Radiceva Sokağı’na çıkıyoruz ve bu
sokağın paralelinde bulunan, günlük hayatın kalbinin attığı Tkalciceva (Tkalca)
Sokağı’na varıyoruz.
Radiceva Sokağı
ve Tkalciceva Sokağı’nı birbirine bağlayan Kravi Most (Bloody Bridge) isimli
bir ara sokak var. Aslında burada zamanında bir köprü varmış ve Kaptol ile Gradec
şehirlerini birbirinden ayırırmış. 1899 yılında tasfiye edilen köprü, çevredeki
su değirmenlerinin kullanım hakları için iki şehrin ahalisi arasında kanlı
tartışmalara ev sahipliği yaptığı için ismi ‘Kanlı Köprü’ olarak kalmış.
Yarım günlük
yürüyüşün yorgunluğu atmak için Tkalciceva Sokağı üzerindeki sayısız
kafeteryalardan birinde mola vererek iki Ozujsko bira (30 HRK) sipariş
ediyoruz. Tkalciceva Sokağı, tarihte
meyhaneler ile dolu bir sokakmış. Günümüzde ise pek çok restoran ve kafeteryaya
ev sahipliği yaparak aileler ve gençlerin ilgisini çekiyor.
Sıradaki
durağımız Dolac Pazarı üzerinden Zagreb Katedrali. Dolac Pazarı, her çeşit
meyve ve sebze, şarküteri ürünleri, giyim kuşam ve hediyelik eşyaların
satıldığı bir açık hava halk pazarı. Avrupa’nın en ünlü halk pazarlarından biri
olan bu alandaki seyyar satıcıların birinden magnet almak istiyoruz. Magneti
alıyoruz almasına ama öyle parayı verdim hadi bana eyvallah yok! Pazarda da
olsanız bakkaldan da çıksanız alışveriş fişinizi almadan hiç bir yere
kaybolamazsınız. Hırvatistan’ın henüz birkaç ay önce AB üyesi olduğundan
bahsetmiş miydim?
Sonunda
ihtişamlı görüntüsü ile Zagreb Katedrali’ne (Kaptol) varıyoruz. Katedralin iki
ana kulesi, yakın zamanda yapılacak kutlamalar çerçevesinde sırayla bakıma
alınmış. Kulelerden biri örtülü olmasına rağmen güzelliğinden hiçbir şey
kaybetmemiş bu heybetli yapı.
Neo-gotik stilde
restore edilerek bugünkü halini almış olan katedralin kulelerinin her birinin
yüksekliği tam 105 metre. Hiç vakit kaybetmeden hızlı adımlar eşliğinde içeri
giriyoruz. İçerisini nasıl anlatayım bilmiyorum ki. Canlı canlı görmek gerek…
Katedralden
çıkar çıkmaz ‘Kutsal Bakire Meryem ve Dört Melek Sütunu’
etrafında biraz fotoğraf çekiyoruz. Heykeller ve etrafındaki çeşme, 19.yy’ın
ikinci yarısında yapılmış.
Katedrali kuşatan surlara bakınırken gözümüze ufak bir kule ilişiyor. Ufak dediğimize pek bakmayın, katedrale oranla ufak. Bakıyoruz kapısı açık, içerisi de hediyelik eşya dükkânı gibi bir şey. İçeri girip üst kata çıkmak istiyorum ancak girişteki görevli yasak olduğunu söylüyor. Derken üst kattan bir rahibe iniyor ve katedral ile alakalı kitaplardan satmak istiyor bize. Teşekkür ederek ayrılıyoruz.
Yavaş yavaş
Donji Grad’da (Aşağı Şehir) bulunan gezi noktalarımıza yönelebiliriz ama
katedralin önündeki caddeden kuzey yönüne doğru yürümeye karar veriyoruz. Çok
geçmeden solumuzda, yeşil çatılı kulesiyle St. Francis Manastırı (Crkva sv.
Franje Asiskog) beliriyor. Manastırın yanındaki sokaktan geçerek çok kısa bir
sürede Opatovina Parkı’na varıyoruz. Parkın köşesinde bir geçit var. Bu
geçitten (Stube Biskupa Duha) aşağı inerek kestirme bir yoldan tekrar
Tkalciceva Sokağı’nda buluyoruz kendimizi.
Artık Donji
Grad’a inmemiz lazım keza daha çok yer var gezecek. Ban Josipa Jelacica
Meydanı’na ulaşmamız uzun sürmüyor. Praska Caddesi üzerinden güneye doğru
yürüyerek kısa bir sürede Zrinjevac Parkı’na ulaşıyoruz. Parkın diğer ucunda
Hırvat Bilim ve Sanat Akademisi binası var.
Aynı istikamette devam ederek önce
Strossmayer Galerisi’ni (Strossmayerova Galerija Starih Majstora) ve hemen
ardından güzelliğiyle göz kamaştıran Art Pavillion Sanat Galerisi (Umjetnicki
Pavillion) binasını geçerek nihayet Kral Tomislav Meydanı’nın (Trg Kralja
Tomislava) bulunduğu büyük parka varıyoruz. Yol boyunca içinden geçtiğimiz
parkların her iki tarafındaki binalarda neo-klasik mimari hâkim.
Bulunduğumuz parka
ismini veren zat-ı muhteremin bir de heykeli var burada. Kral Tomislav, 10.yy’da Hırvat Krallığı’nı
kurarak adını tarihe yazdırmış. Heykelin tam karşısında ise Zagreb Tren Garı
bulunuyor.
Buraya sadece bu
parkları görmek için gelmedik. Kral Tomislav Meydanı’na çok yakın mesafedeki
Botanik Bahçesi’ne (Botanicki Vrt) ulaşmak için demiryolu hattına paralel olan
Mihanovic Caddesi’nde yürümeye başlıyoruz. Beş dakikalık kısa bir yürüyüşün
ardından cennetten bir bahçede buluyoruz kendimizi.
Bünyesinde binlerce
farklı bitkiyi barındıran Botanik Bahçesi, 1892 yılında ilk bitkinin
dikilmesiyle oluşturulmaya başlanmış. Şu an nesli tükenme tehlikesi ile karşı
karşıya olan türlere de ev sahipliği yapan bahçe, içerisindeki göletler,
köprüler, yapay mağaralar ve tepecikler ile ziyaret edilmeyi kesinlikle hak
ediyor.
Bahçenin hemen
karşısında 17.yy’a kadar geriye dönük devlet arşivlerinin saklandığı Hrvatski Državni Arhiv isimli tarihi bina var. Binanın yanından geçerek Mareşal Tito
Meydanı (Trg Marsala Tita) ve hemen arkasında bulunan Ulusal Hırvatistan
Tiyatrosu’nun (Hrvatsko Narodno Kazaliste-HNK) bulunduğu alana ilerliyoruz.
Bu noktada
birbirine çok yakın konumlanmış üç müze var. Etnografya Müzesi (Etnografski
Muzej), Mimarlık Müzesi (Muzej Mimara) ve El Sanatları Müzesi (Muzej za
Umjetnosti i Obrt) üçlüsünden her biri görülmeye değer ama hepsini gezmeye ne
yazık ki vaktimiz yok.
Tercihimizi El
Sanatları Müzesi’nden (Museum of Arts and Crafts) yana kullanarak kişi başı 30
HRK ödeyip gezinmeye başlıyoruz. Üç kat üzerinde toplam 2000 metrekareden fazla
sergi alanıyla, 4.yy’dan 20.yy’a kadar tarihlenen 100,000’den fazla tarihi eser
ve objeye ev sahipliği yapan müzeyi detaylı gezebilmek için yarım gün ayırmak
gerek. Bir saatlik zamanımızı mümkün olduğunca verimli kullanarak müzeden
ayrılıyoruz.
Hava karardı
kararacak. Akşam yemeği yiyip yola çıkmamız lazım. Yemek için Tkalciceva
Sokağı’na dönmeden evvel, gezdiğimiz müzenin karşısındaki Ulusal Tiyatro’nun
içini görebilmek için şansımı deneyeyim diyorum. Binanın gösterişli kapısından
içeri girmemle beraber bir görevli karşılıyor beni. Tiyatronun içini gezmek
istediğimi söylüyorum ama gösteri zamanları hariç binaya girmek yasakmış.
Tkalciceva
Sokağı, iş çıkış saatinin de etkisiyle iğne atsan yere düşmez bir vaziyette.
Vakit kaybetmeden bir şeyler atıştıralım diyoruz ve Pocket Burger Cafe’de iki duble
çizburger, patates cipsi ve iki içecek için 104 HRK ödeyerek Zagreb’e veda
etmek üzere arabamıza doğru ilerliyoruz.
Rotamız iki saat
mesafedeki Plitvice Milli Parkı. Gece burada konaklayarak yarın tüm gün parkı
gezeceğiz. Hem Belgrad hem de Zagreb’i birer günde bayağı etraflıca gezmiş
olduk ama iki şehrin de hakkı bence ikişer gün.
Zagreb’de bir
günümüz daha olsaydı Mareşal Tito Meydanı civarında gezemediğimiz müzeleri,
şehrin kuzeyinde bulunan Mirogoj Mezarlığı’nı, şehir dışındaki Trakoscan
Kalesi’ni de gezerdik. Birde varlığından çok sonra haberdar olacağımız hayli
enteresan bir müze olan Kırık Kalpler Müzesi’ne vakit ayırırdık.
Belgrad’daki
ekstra günümüzün yarısını ise şehrin yeni ve modern kesimi olan Zemun bölgesine
ayırabilirdik. Kalan vaktimizle de tüm şehri bir günde turlamak yerine daha
sakin bir tur programı organize ederdik. Artık başka bir sefere diyelim…
Zagreb’den ayrılmamızdan
kısa bir süre sonra otobana giriyoruz. Bir süre sonra yakıt ışığı yanıyor
hâlbuki Üsküp’te doldurduğum depo ile Bosna-Hersek sınırına kadar ulaşmayı
planlıyordum. Rotamızın sonlarına doğru otoban üzerinde bir benzinliğe
giriyoruz ve bizi Boşnak sınırına kadar ulaştırmaya yetecek kadar mazot
alıyoruz. 10 litre yakıt için 100 HRK ödüyorum. Hırvatistan’daki akaryakıt
istasyonlarının self servis olduğunu da belirtmiş olayım.
Yol planladığımızdan biraz uzun sürüyor ve Balkanlar gezimiz
esnasında bizi şaşırtan ikinci tünelden geçiyoruz. Hayır, bu tünelin
Prizren’deki ile uzaktan yakından alakası yok. Oldukça yeni ve modern bir
tüneldeyiz ama tünel bir türlü bitmek bilmiyor. Alışılmışın dışında bir yol
eğimine sahip olan tünelden çıktığımızda en son 5800 metre tabelasını
görmüştük. Sonradan öğrendiğim kadarıyla bu tünel, Hırvatistan’ın en uzun
tüneli olan Mala Kapela Tüneli’ymiş.
Çok geçmeden Zagreb’den giriş yaptığımız otobana Otocac kasabasından
69 HRK ödeyerek veda ediyoruz. Otobandan daha erken ayrılacağımızı düşünüyordum
ama navigasyon uygulaması ne buyurduysa ona uymak durumundaydık. Sanırım yolu
biraz uzattık ama güzel bir tünelden geçmiş olduk.
Otobandan çıkıp orman yollarına girmemizle beraber sis
bastırıyor. Bir saate yakın maceralı bir yolculuktan sonra Plitvice Milli
Parkı’na yarım saat mesafedeki Korenica kasabasında bulunan House Prica isimli
hostelimize ulaşıyoruz.
9.GÜN: PLITVICE MILLI PARKI –
SARAYBOSNA
Saat 08:00 civarı uyanarak ev sahibimiz Milan’a veda ediyoruz. Dağ havasından mıdır nedir bilinmez, öyle rahat uyumuşuz ki tüm yorgunluğumuz uçup gitmiş. Korenica bölgesine 18 km uzaklıktaki Plitvice Milli Parkı’nı ziyaret edeceğimiz için heyecanlıyız.
Saat 08:00 civarı uyanarak ev sahibimiz Milan’a veda ediyoruz. Dağ havasından mıdır nedir bilinmez, öyle rahat uyumuşuz ki tüm yorgunluğumuz uçup gitmiş. Korenica bölgesine 18 km uzaklıktaki Plitvice Milli Parkı’nı ziyaret edeceğimiz için heyecanlıyız.
Yol üzerinde Bosna-Hersek’in
Bihac şehrine ulaşan yolun sapağını görüyoruz. Akşama bu yoldan geçerek
Saraybosna’ya doğru yola revan olacağız. Kahvaltılık bir şeyler alacak bir yer
bakınıyoruz ama henüz her yer kapalı. Belgrad’dan aldığımız börekler imdadımıza
yetişiyor.
Çok geçmeden
Plitvice Milli Parkı’nın 2 numaralı girişine varıyoruz. Otoparka arabamızı
bıraktıktan sonra (7 HRK/saat) kafeteryadan iki içecek alıyor ve kahvaltımızı
yapıyoruz.
Saat 09:00’ı
geçmekte ve artık turlamaya başlamamız lazım. Bilet satış ofisine giriyoruz
ancak elektrik kesintisinden dolayı geçici olarak satış yapılamamakta.
Görevlinin tavsiyesi ile 2 numaralı istasyona (St 2) yürüyerek burada bulunan
gişeden biletlerimizi almaya niyetleniyoruz ki burada da elektrik yok. UNESCO
Dünya Mirası Listesi’ne dâhil ve dünyaca ün yapmış bir doğal parkın bilet satış
ofislerine birer jeneratör koymak bu kadar mı zor?
Çok geçmeden
diğer gişenin bulunduğu 1 numaralı istasyona (St 1) ulaşmak için bizimle aynı
dertten muzdarip ziyaretçiler ile park içi sefer yapan otobüslerden birine
biniyoruz. 1 numaralı istasyondan milli parkın içinde yürüyerek 1 numaralı
girişe varıyoruz. Daha biletleri alamadan ağzımız açık kaldı bu güzelliğe. Çok
şükür burada elektrik var ve uzunca bir kuyrukta sıraya girerek kişi başı 110 HRK’ye
alıyoruz biletlerimizi. Hatırladığım kadarıyla iki günlük indirimli biletler de
vardı.
Sonunda sıra
geldi bu Cennet’ten köşeyi gezmeye. Aslında burası Cennet’in ta kendisi olmalı.
Gezmeye başlamadan evvel muhtemel tur seçeneklerinden bahsedeyim.
Parkın iki giriş
noktasından başlayabileceğiniz üçer farklı tur planı var. Bu turlar kısa, orta
ve uzun olmak üzere üç kategoriye ayrılmış. Tur planlarına Plitvice Milli Parkı
resmi web sitesinden (http://www.np-plitvicka-jezera.hr/)
bakabilirsiniz. Bizim planımız biraz daha farklı.
Tripadvisor sitesinden aldığım bir tüyoyu
değerlendirerek orta (3-4 saat) ve uzun (6-7 saat) rotalardan ikisini kombine
ederek parkı baştanbaşa gezmek niyetindeyiz. St2 ile St1 arasındaki bölümü
çoktan gördük bile.
İlk durağımız aşağı göller bölgesi olarak ta
adlandırılan 1 numaralı girişe yakın konumdaki büyük şelale. Ekim ayının sonu
olmasına rağmen park kalabalık. Yaz sezonunda ise tam bir işkenceye
dönüşüyormuş buraları gezmek. Yer yer tahta yürüme yollarının üzerinden
ilerleyerek gölün bir yakasından diğer yakasına geçiyorsunuz. Önünüzdeki
birinin durup fotoğraf çektirmesi demek bu dar tahta köprülerdeki bütün
trafiğin duraksaması anlamına geliyor.
Büyük şelalenin dibinde bir tabela var.
Vidikovac seyir noktasına gidiyormuş. Dik merdivenlerden tırmanarak bu noktaya
ulaşıyoruz. Gitmesi biraz zahmetli ama harcanan emeğe fazlasıyla değer.
Şelaleye dönerek P3 iskelesine ilerliyoruz.
Park içerisinde bazı bölümlerde otobüsler bazı bölümlerde ise tekneler ile bir
sonraki gezi noktasına götürülüyorsunuz. Birbirinden güzel göller, mağaralar
etrafından geçerek öğlen saatlerinde P3’e ulaşıyor ve tekne ile P2 iskelesine
ulaşıyoruz. Bu güzelliğin içerisinde tekne ile gezmek oldukça keyifliydi.
P2 noktasından 4 numaralı istasyona (St 4)
yürümeye başlıyoruz. Burası yukarı göller bölgesi ve her göl öncekinden daha
güzel, her şelale diğerinden daha göz alıcı. Su o kadar berrak ki gölün içinde
ne var ne yok her şey gözünüzün önünde. Koskoca parkta bir tane mi çöp olmaz
yerlerde. Çevre bilincine sahip olmak ne güzel bir şey.
İki saati aşkın yürüyüşümüzün ardından 4
numaralı istasyona varıyoruz. Her istasyonda kafeterya, tuvalet ve çöp kutuları
var. St 4’ten bindiğimiz otobüsün St 2’ye varması ile 09:00’da başladığımız
turumuzu saat 15:00 civarı bitirmiş olduk. Altı saatlik yürüyüş biraz yorucuydu
ama gezdiğimiz parkı anlatmaya kelimeler yetmez.
Hava kararmadan Bosna-Hersek sınırından
geçmek niyetindeyiz. 42 HRK otopark ücreti ödeyerek mutlu bir şekilde
ayrılıyoruz parktan. Bihac yoluna saparak kısa sürede Bosna-Hersek sınırına
varıyoruz. Hayret, burada arabayı ve valizlerimizi aramadılar.
Sınırdan geçer geçmez Müslüman köylerinin
içinden yolumuza devam ediyoruz. Yol kenarındaki tek tük mezarlar, bariyerlere
bağlanmış çiçekler dikkatimizi çekiyor ve hüzünleniyoruz. Bosna Savaşı
sırasında BM tarafından ilan edilen sözüm ona beş güvenli bölgeden biri de
Bihac’tı.
Bosna-Hersek’te adım başı yol kenarı hız
kameraları var. O yüzden temkinli ilerliyoruz. Trafikteki bir diğer önemli
husus ise Bosna-Hersek ve Balkanlar’daki bazı ülkelerde gündüzleri de araç
farlarının açık olması zorunluluğu. Biz eşeği sağlam kazığa bağlayıp hangi
ülkede olursak olalım hep açık tuttuk farlarımızı.
Bihac merkezine yaklaşırken üçüncü ve son
yakıt ikmalimizi yapıyoruz. Tabi önceki akşam Hırvatistan’daki ara ikmali
saymazsak. Depomuz 115 BAM’a (160 TL) doluyor ve şehir merkezine varıyoruz.
Burada para hesabı yapmak daha kolay çünkü 2 BAM yaklaşık 1 Euro’ya denk
gelmekte.
Bihac kent merkezi hafta sonu olmasına rağmen
son derece sessiz ve sakin. Bizim derdimiz uzun yolculuğumuzdan evvel güzel bir
yemek yemek ve sonraki gün pazar olacağı için şimdiden biraz döviz bozdurmak.
Tüm döviz ofisleri kapalı ancak kent
merkezindeki polis memurunun da yardımıyla açık bir tanesini buluyoruz. Yemek
için ise ilk bulduğumuz yer olan Alma Bistro’da iki ‘cevapi’, shopska, patates
cipsi ve dört içecek için 25 BAM ödeyerek ayrılıyoruz mekandan. Bihac kent
merkezinde görülecek pek bir şey yok ama Fethija Cami ve St. Anthony
Kilisesi’ne şöyle bir göz atarak yola çıkıyoruz.
Kaç gündür otobana alışmıştık ama
Bosna-Hersek’te durum biraz farklı. Bihac’tan Saraybosna’ya giden yolun son
bölümü hariç tamamı birer şeritli ve bol virajlı dağ yolları. Gecenin bir vakti
simsiyah bir köpek önümüze atlıyor ve tüm yolculuğumuz boyunca yaşadığımız
ikinci ve son tehlikeyi de kazasız belasız atlatıyoruz.
Son yarım saatini otobanda (5 BAM) geçirdiğimiz beş saatlik yolculuğumuz saat 22:00 gibi Saraybosna’ya varmamızla sona eriyor. Yerini bulmakta biraz zorlandığımız hostelimiz Apartments Kira’ya geç saatte vararak dinlenmeye çekiliyoruz.
Son yarım saatini otobanda (5 BAM) geçirdiğimiz beş saatlik yolculuğumuz saat 22:00 gibi Saraybosna’ya varmamızla sona eriyor. Yerini bulmakta biraz zorlandığımız hostelimiz Apartments Kira’ya geç saatte vararak dinlenmeye çekiliyoruz.
10.GÜN: SARAYBOSNA
Tüm gezi noktalarımız arasında en çok merak ettiğim şehirlerden biri olan Saraybosna’yı gezmek için erkenden sokağa atıyoruz kendimizi. Gezimize, şehrin kalbi diyebileceğimiz, 1753 yılında Vali Hacı Mehmet Paşa tarafından yaptırılan sebil çeşmesinin (Sebilj) olduğu meydandan başlayacağız. Suyundan içenin şehre mutlaka geri döneceğine inanılan çeşme, İstanbul’daki çeşmeler model alınarak yaptırılmış.
Tüm gezi noktalarımız arasında en çok merak ettiğim şehirlerden biri olan Saraybosna’yı gezmek için erkenden sokağa atıyoruz kendimizi. Gezimize, şehrin kalbi diyebileceğimiz, 1753 yılında Vali Hacı Mehmet Paşa tarafından yaptırılan sebil çeşmesinin (Sebilj) olduğu meydandan başlayacağız. Suyundan içenin şehre mutlaka geri döneceğine inanılan çeşme, İstanbul’daki çeşmeler model alınarak yaptırılmış.
Kahvaltı için meydanın Başçarşı (Bascarsjia)
ile kesiştiği köşede bulunan Ahmo Börekçisi’nde karar kılıyoruz. Biri kıymalı
diğeri ise peynirli iki börek ve dört çaydan oluşan kahvaltımız 15 BAM tutuyor.
Kahvaltı yaparken bir yandan Başçarşı’yı izleyip diğer yandan Saraybosna tarihi
ile alakalı notlarıma göz atıyorum.
1263 yılında Vrh-Bosna adıyla temelleri
atılan kale-kent, 1468 yılında Osmanlı himayesine girince Bosna-Seraj ismini
almış. 16. yy’da askeri ve ticari olarak önemli bir Osmanlı yerleşkesi olan
şehir önce 1878’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun kontrolüne girmiş ve
sonrasında 1918’de Yugoslavya Birliği’ne katılmıştır.
2.Dünya Savaşı’nda Almanlar ile Müttefikler
arasında ciddi çatışmaların yaşandığı şehirde büyük yıkım meydana gelmiş.
1991’de Bosna-Hersek’in Yugoslavya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle şehir bir
kez daha trajik bir savaşın merkezi olmuş ve savaşın ardından şehirde yaşayan
Sırplar bölgeyi terk etmiştir.
Kahvaltımızı iki Boşnak kahvesi ve iki su (8
BAM) ile tamamlayarak gezmeye başlıyoruz. Başçarşı’ya girmeden evvel Miljacka
Nehri’nin diğer yakasındaki İnat Evi’ni (Inat Kuca) görmek istiyoruz. Seher Cehaja Köprüsü’nün bir ayağında şehir
kütüphanesi (Vijecnica City Hall) diğer ayağında ise İnat Evi bulunuyor.
Bu iki yapının birbiri ile alakalı olan
hikâyesi ilginç. Zamanında, şu an şehir kütüphanesinin olduğu yerde günümüzde
İnat Evi olarak anılan ev varmış. Osmanlı’dan sonra şehri ele geçiren
Avusturya-Macaristan, evin olduğu alana kütüphane olarak ta kullanılacak
görkemli bir belediye binası yapmak ister. Bunun için evin sahibine oldukça
cazip bir teklif sunarlar ama evin Boşnak maliki inatla direnir, direnir.
Sonunda tek bir şart ile evin bulunduğu arsayı satmaya ikna olur. Nehrin hemen
diğer yakasına, hâlihazırdaki evi parçalar halinde taşınarak aynı biçimde inşa
edilecektir. Günümüzde güzel bir de restorana ev sahipliği yapan İnat Evi’nin
ismi bu hikâyeden gelmektedir.
Bosna Savaşı esnasında kütüphane Sırplar tarafından
yakılmış, top ateşiyle ağır hasar almıştır. Kütüphane arşivindeki sayısız
kıymetli eserin çok az bir bölümü tahribatın etkisinden kurtulabilmiştir.
Savaşın orta yerinde ve ölümcül keskin nişancı tehdidine rağmen duyarlı
Boşnaklar tarafından kaçırılan bazı eserler günümüze ulaşabilmiştir.
İnat Evi’nin yanından yukarıya doğru çıkan
patikanın sonundaki mezarlık dikkatimizi çekiyor. Bu mezarlığın, Aliya
izzetbegoviç’in de mezarının bulunduğu Kovaçi Şehitliği olduğunu düşünerek
yukarıya tırmanıyoruz. Yol boyunca bulunan tüm binalar delik deşik, kurşun ve
şarapnel izleri halen duruyor.
Bulunduğumuz mezarlığın, Saraybosna’daki bir
diğer şehitlik olan Alifakovac Şehitliği olduğunu fark ediyoruz. Şehitlikte
birkaç Osmanlı mezarı da var. Farklı bir yoldan aşağı inerek nehir boyunca
yürümeye başlıyoruz.
1457 yılında İsa Bey tarafından Fatih Sultan
Mehmet’e armağan olarak yaptırılan Hünkâr Cami’nin (Careva Dzamija) bulunduğu
sokağa dalarak St. Anthony of Padua Kilisesi’ni buluyoruz. Kilisenin koyu
kırmızı renginden başka ilgi çekici bir şey bulamayınca vakit kaybetmeden geri
dönerek ünlü Latin Köprüsü’ne ulaşıyoruz.
Latin Köprüsü’nün dibinde 1913 yılında Josip
Pospisil tarafından yaptırılan Music Pavilion var. Bu alan Osmanlı zamanında
hipodrom (At Mejdan) olarak kullanılmaktaymış. 2.Dünya Savaşı sırasında ağır
hasar gören pavilyon, 2004 yılında tekrar inşa edilmiş.
Latin Köprüsü’nden ise çok bahsetmeye gerek
yok sanırım. Avusturya-Macaristan veliahtı Ferdinand’ın bir Sırp milliyetçisi
tarafından öldürülüp 1.Dünya Savaşı’nı başlatan kıvılcımın çakıldığı köprü
burası.
Köprüyü geçer geçmez köşede bulunan
Saraybosna Müzesi dikkatimizi çekiyor. Müzenin karşısındaki binanın duvarında
ise sabahtan beri birçok binanın dış cephesinde görmeye alıştığımız ve Bosna
Savaşı’nda ölen Müslümanların adlarının yazıldığı plakalar var.
Müzeyi pas geçerek kısa bir sürede Ferhadija
Caddesi’ne çıkıyoruz. Saraybosna’nın İstiklal Caddesi olarak
adlandırabileceğimiz cadde günlerden Pazar olması sebebiyle oldukça kalabalık.
Sağa sola bakınarak Mareşal Tito Caddesi’ne
yürümeye başlıyoruz. İlk olarak Katolik Katedrali (Sacred Heart Cathedral)
karşılıyor bizi. 19. yy’da Gotik ve Roma tarzıyla inşa edilen katedral kapalı
olduğundan gezemiyoruz. Zagreb’teki katedral zaten bundan daha güzeldi diyerek
kendimizi avutuyoruz.
Katedrale çok yakın bir mesafede Sırp
Ortodoks Kilisesi var. Neyse ki burası açık ve içeriye giriyoruz. 19. yy’a tarihlenen kilisenin iç dekorasyonu
bayağı güzel. Kilisenin karşısındaki meydanda ise yaşlılar satranç oynuyor.
Meydanın ortasına kocaman bir satranç alanı yapmışlar ve yaşlılar yarı
boylarına kadar gelen satranç taşlarını birbirleriyle şakalaşarak sürüyorlar
oyun alanına.
Kısa bir sürede Mareşal Tito Caddesi’nin
Ferhadija Caddesi ile kesiştiği köşedeki Sonsuz Ateş’e (Vjecna Vatra)
varıyoruz. 1946 yılında, Saraybosna’nın Nazi işgalinden kurtulmasının birinci
yıldönümü anısına yakılan ve o tarihten beri hiç söndürülmemiş olan ateşin
arkasındaki anıtta şöyle yazıyor:
‘Şanlı Yugoslav Halk Ordusu’na bağlı
Bosna-Hersekli, Hırvat, Karadağlı, Sırp birliklerinin savaşçılarının ortak
dökülen kanıyla ve cesaretle… Sırp, Müslüman ve Hırvat vatansever
Saraybosnalılar 6 Nisan 1945’teki ortak çabaları ve fedakârlılarıyla…
Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin başkenti Saraybosna özgürlüğüne kavuştu.
Özgürlüğün birinci yıldönümünde, Saraybosna’nın ve vatanımızın kurtuluşunun
ölen kahramanlarına sonsuz şan ve şükran… - Müteşekkir bir Saraybosna’
Maalesef Sonsuz Ateş’in yakılmasından 45 sene
sonra bu şehrin halklarının birbirine girmesi, çoğu Müslüman binlerce kişinin
hayatını kaybetmesi ise trajik.
Tito Caddesi’nde ilerleyerek ‘Savaşta Ölen
Çocuklar Anıtı’nın da bulunduğu Veliki Park’a varıyoruz. Parkın önündeki yürüme
yollarında, balmumu ile kaplanmış şarapnel ve top mermilerine ait oyuklar dikkat
çekiyor. Savaş sırasında Boşnak kadınlar, Sırp askerleriyle dalga geçercesine
açılan oyukları balmumu ile kapatarak onlara mesaj vermek istemişler: ‘Biz daha
ölmedik, hala buradayız ve bombalarınız bizi yıldıramaz.’
Parkın girişindeki silindirlere savaşta ölen
çocukların ismi yazılmış. Çoğu daha bir yaşındayken kurban gitmiş bu zalimliğe.
Parkın içerisinde ise çocuk mezarları olduğu gibi Osmanlı döneminden izler
taşıyan mezarlıklar da var.
Caddede biraz daha ilerleyince Ali Paşa
Cami’nin (Alipasina Dzamija) de bulunduğu ana kavşağa geliyoruz. Burası Mostar
yolunun başlangıcı ve bildiğim kadarıyla ‘Keskin Nişancı Vadisi’nin
(Snajperska Aleja) de başlangıç noktası. Bu noktadan sonra nizami şekilde
sıralanmış binaların arasından savaş sırasında geçmek, ölüm ile hayat
arasındaki ince çizgide yürümek ile eş değermiş.
Üç tarafı dağlarla çevrili olan şehre hâkim
noktalara konuşlanmış keskin nişancılar, Boşnaklar bu binaların arasında
yiyecek, tıbbi malzeme ve yaralılara yardım edebilmek için koştururken alıvermiş
canlarını.
Bulunduğumuz açık alandan daha net görülüyor
şehrin etrafındaki dağlar. O günleri kafamda canlandırmaya çalışıyorum. Uzun
uzun bakıyorum dağlara. Sanki aniden bir keskin nişancının mermisine hedef
olacakmışım gibi geliyor. Biraz uzağımda ise terasından Sırp kasabı
Radko Mladic’in keskin nişancı tüfeğiyle zevk için buradan geçen sivilleri
öldürdüğü Holiday Inn var.
Ali Paşa Cami’ni de gezdikten sonra aynı
yoldan Sonsuz Ateş anıtına geri dönüyoruz. Bu kez Ferhadija Caddesi yerine Mareşal
Tito Caddesi’nden yürümeye karar veriyoruz. Katedrale yakın bir konumdayken
Markale Pazarı’na denk geliyoruz.
Burası 1994’te 68 kişinin ve 1995 yılında 37
masum insanın Sırp havan topu saldırısı ile hayatını kaybettiği pazaryeri. Sırplar saldırıların sorumluluğunu hiçbir
zaman kabul etmemiş. Saldırılardan sonra pazar yeniden inşa edilmiş. Tek
farkı ise arka planda, saldırılarda ölen insanların isimlerinin yazıldığı
kırmızı pano. Köşede yaşlı bir teyze
görüyorum ve cebimden 2 BAM çıkartarak veriyorum. Teyze, oldukça akıcı bir
Türkçe ile arkamızdan dua ediyor.
Sonradan pişman oluyorum neden durup ta teyze
ile konuşmadım diye. Nasıl anlamıştı Türk olduğumuzu? Nasıl bu kadar düzgün
Türkçe konuşuyordu? Her şeyden önemlisi ise kim bilir anlatacağı neler vardı
bize hayatı ve savaşa dair? Saatlerce sohbet etmeyi isterdim kendisiyle…
Markale Pazarı’nın çok yakınında ve Katolik
Katedrali’nin arkasında Gazi Hüsrev Bey Hamamı bulunuyor. 1537 yılında
yaptırılan hamam, 1.Dünya Savaşı’na kadar asli görevi için kullanılmış.
2.Dünya Savaşı’ndan sonra ise gece kulübüne çevrildiğini okumuştum bir
yerlerde.
Katedralin yanında bulunan Galeri 11/07/95’i
ziyaret edeceğiz. Kişi başı 10 BAM ödeyerek Srebrenica Katliamı’na ait yürek
burkan fotoğrafların bulunduğu galeriyi geziyoruz. Galerinin bir bölümünde
katliamın gün gün, saat saat anlatıldığı sinematik görsellerin izlenebileceği
bilgisayarlar var. Giriş koridorunda ise savaşta yakınlarını kaybedenlerle
yapılan röportajları izleyebileceğiniz ekranlar var.
Üzerimize çöken buhranı biraz olsun atabilmek
için katedralin karşısındaki ilk kafeterya olan ‘Kafe Monument’e giderek iki
espresso (3 BAM) siparişi veriyor ve gelen geçeni izliyoruz. Ağzımızı bıçak
açmıyor keza aklımız hala demin ziyaret ettiğimiz galeride.
Keşfetmek için sona bıraktığımız Başçarşı’yı
gezmeye geldi sıra. İlk durağımız Gazi Hüsrev Bey Cami ve yanındaki saat kulesi (Sahat Kula) oluyor.
İlk olarak Başçarşı’nın her köşesinde kendi
ismiyle anılan eserlere sahip olan Gazi Hüsrev Bey’den bahsedeyim. Saraybosna
tarihinde, 400 yıllık Osmanlı hâkimiyeti şehrin altın dönemi olarak anılır. Bu
dönemin öne çıkan ismi ise Saraybosna’da 17 yıl boyunca sancakbeyi olarak görev
yapmış Gazi Hüsrev Bey’dir.
Boşnak bir baba ile Türk bir annenin oğlu
olarak dünyaya gelen Gazi Hüsrev Bey, anne tarafından köklerinin payitahta
dayanmasından dolayı iyi bir eğitim almış. Sancakbeyliği döneminde
Saraybosna’nın imarına yaptığı katkılarla öne çıkan Gazi Hüsrev Bey, yaptırdığı
camiler, çeşmeler, medrese, köprü ile halkın sevgisini kazanmış. Ayrıca vakıf
sistemini de kurarak kira geliri toplamış ve bu gelirin büyük kısmını şehrin
imarına kullanmış. 1541 yılında Karadağ bölgesindeki Sırp isyanını bastırırken
şehit düşmüş ve cenazesi Gazi Hüsrev Bey Cami’ye defnedilmiştir.
Caminin hemen yanında ise ay takvimine göre
çalışan saat kulesi var. Boşnakların ‘Sahat Kula’ ya da ‘A La Turca’ dedikleri
saat kulesi, güneş tam battığında 12:00’ı gösteriyor. Saatin 12:00’ı
göstermesiyle camilerin kandilleri yanıyor ve günün biterek iftar saatinin geldiği
haber veriliyor.
Şimdi sırada 1540 yılı civarında yaptırılan
Gazi Hüsrev Bey Bezistanı var. Bizim Kapalıçarşı’ya benziyor ama hepi topu 100
metre. 2 BAM’a magnet alarak yakınımızdaki Gazi Hüsrev Bey Medresesi’ne
yöneliyoruz.
Günümüze dek eğitimin hiç kesintiye
uğramadığı medrese, 1537 yılında Dubrovnik’ten özel olarak getirilen taş
ustalarına yaptırılmış. Osmanlı’dan sonra bölgede denetimi alan devletler,
medresenin eğitim vermesine engel olmamış. Hem komünist Yugoslavya döneminde
hem de Bosna Savaşı sırasında eğitime aralıksız devam edilmiş. Girişi kişi başı
2 BAM olan medresenin bir bölümünde, Gazi Hüsrev Bey ve hayatıyla alakalı
oldukça sürükleyici bir sinevizyon gösterisi yayınlanmakta.
Medreseden ayrıldıktan sonra 1551 yılında
Rüstem Paşa tarafından yaptırılan Bursa Bezistan’ı görmek istiyoruz. Günümüzde
müze olarak görev yapan çarşı, günlerden pazar olması nedeniyle kapalı olduğu
için göremedik.
Akşam olmak üzere ve karnımız acıktı. Sebilj
meydanındaki Cevabdzinica Hodzic’te iki büyük ‘cevapi’, salata ve iki ayran (16
BAM) sipariş ediyoruz. Bizim ayranımıza Balkanlar’da yogurt denmekte. Biraz
yoğun kıvamlı ve tuzsuz olmasına rağmen oldukça güzel.
Yemeğin ardından bir de kahve içmek lazım.
İlk olarak sabah kahvaltı yaptığımız Ahmo Börekçisi’nden üç börek (11 BAM)
paketlettiriyoruz ve Başçarşı’nın önemli yapılarından Morica Han’a gidiyoruz.
1551 yılında inşa edilen hanın avlusundaki
kafeterya tıka basa gençler ile dolu. Biraz bekleyişin ardından boş bir masa
bularak iki Boşnak kahvesi (3 BAM) söylüyoruz. Bosna-Hersek’teki kahve bizim
Türk kahvesinden biraz farklı. Kişiye özel cezvelerde pişirilen şekersiz kahve,
kulpsuz fincanlar ile şeker ve lokum eşliğinde servis ediliyor. Dilediğiniz
kadar şeker kullanmak size kalmış. Her cezveden iki fincan kahve çıkmakta ve
cezvede getirilmesinden dolayı fincanda kahve telvesi pek kalmıyor.
Evliya Çelebi’nin 1659 yılındaki Saraybosna
ziyaretinin ardından 300 misafir ve 70 atın konaklayabileceği bir han olarak
bahsettiği Morica Han’a bir kahve içmek için uğrayın derim.
11.GÜN: SARAYBOSNA – MOSTAR –
DUBROVNİK
Dün aldığımız börekler ile kahvaltımızı yaparak hostelimizden ayrılıyoruz. Mostar’a yola koyulmadan evvel Saraybosna şehir merkezinin dışında görmemiz gereken iki yer var ama ondan da önce dün bulamadığımız Kovaçi Şehitliği’ne gidebilmek için sabah trafiğine dalıyoruz.
Dün aldığımız börekler ile kahvaltımızı yaparak hostelimizden ayrılıyoruz. Mostar’a yola koyulmadan evvel Saraybosna şehir merkezinin dışında görmemiz gereken iki yer var ama ondan da önce dün bulamadığımız Kovaçi Şehitliği’ne gidebilmek için sabah trafiğine dalıyoruz.
Kovaçi Şehitliği, Aliya İzzetbegoviç ve
beraberinde 1500 şehidin bulunduğu tertemiz bir mezarlık. İzzetbegoviç,
vasiyetini hazırlarken kendisi için görkemli bir anıt mezar yapılması yerine naaşının
yurttaşlarının yanına gömülmesini istemiş. Sanki her biri aynı ustanın elinden
çıkmış gibi görünen mezar taşlarının arasından geçerek İzzetbegoviç’in mezarına
ulaşıyor ve dua ederek ayrılıyoruz şehitlikten.
Mostar’a hareket etmeden evvel bir kahve
içmek için Vrelo Bosne Parkı’na uğrayacağız ancak öncesinde Saraybosna’ya gidip
te görülmeden dönülmemesi gereken Umut Tüneli (Tunnel Spasa – Tunnel of Hope)
var.
Şehrin 15 dakika kadar dışında bulunan bu
tünel, savaş sırasında Boşnakları hayata bağlayan yegâne yapı olmuş. Üç tarafı
Sırplarca kuşatılmış olan kente erzak, tıbbi malzeme ve silah sağlamak için
NATO kontrolündeki havalimanının altından bir tünel kazılması fikri ortaya
çıkmış. Yapımı aylarca süren 800 metre uzunluğundaki tünel, binlerce insanın
hayatını kurtarmış ve savaş boyunca bu tünelden yaralı askerler ve sivillerin
tahliyesi de gerçekleştirilmiş.
Müzenin karşısındaki otoparka 2 BAM ödeyerek
kişi başı 10 BAM karşılığında biletlerimizi alıyoruz. Zamanında evlerinin
altından bu tünelin inşa edilmesi için izin veren aile ile yapılan röportajlara
ait gazete kupürlerini inceleyerek başlıyoruz gezimize. Evin bodrum katında
savaşı ve tünelin yapımını anlatan 18 dakikalık videoyu izliyoruz.
Şu an çok kısa bir bölümü açık olan tünele
dalarak kısa bir sürede diğer ucundan çıkıyoruz. Videoyu izledikten sonra
tünelin içerisinde hissettiğimiz atmosferi tarif etmek güç. Evin giriş katında
ise savaşa ait objeler, fotoğraflar ve evi bağışlayan aileye verilen
plaketleri, teşekkür mektuplarını görmek mümkün.
Bir saat kadar süren ziyaretimizin ardından
üzerimize çöken karanlık bulutları dağıtmak için yeşilin ve temiz havanın içine
atıyoruz kendimizi. Vrelo Bosne’ye giriş kişi başı 2 BAM, otopark ücreti ise
bir saat için 2 BAM.
Plitvice Milli Parkı’nı görmüş bünyeler için
alelade bir parkta olduğumuzu söylersem Vrelo Bosne’ye haksızlık etmiş olurum.
Burası, Saraybosnalı aileler için özelikle hafta sonlarında uğrak bir park.
Göletlerin bulunduğu bölümü kısaca gezerek iki kahve (5 BAM) sipariş ediyoruz.
Öğle vakti bu güzel parktan ayrılarak Mostar yollarına düşüyoruz.
Üç saate yakın sürüyor Mostar’a olan
yolculuğumuz ve arabamızı park ederek hızlı adımlar eşliğinde sağlı sollu
hediyelik eşya dükkânlarının bulunduğu taş döşemeli sokaklardan geçerek Mostar
Köprüsü’ne (Stari Most) yürüyoruz.
Osmanlılar buraya geldiğinde 15 kadar hanenin
bulunduğu ve nehrin iki yakasının asma bir köprü ile birbirine bağlandığı bir
yerleşim ile karşılaşırlar. 1468 yılındaki fetih ile birlikte bu kasabaya
‘Köprü Hisar’ ismi verilir. Köprünün her iki yanındaki nöbetçilere de ‘Mostari’
denirmiş. Şehrin isminin bu nöbetçilerden geldiği rivayet edilir. 1878 yılında
Avusturyalılara masa başında kaybedilmesiyle birlikte şehrin iki yakasında
yaşayan Hırvatlar ile Müslümanların arasında başlayan husumet Bosna Savaşı esnasında
tavan yapar.
Mimar Sinan’ın öğrencilerinden Mostarlı Hayreddin
tarafından 16. yy’ın sonlarında tam dokuz senede inşa edilen köprü
kartpostallardan fırlamışçasına göz kamaştırıcı. Tabi ki ilk yapılan köprü
değil, 1993 yılında Hırvat topçu ateşiyle yıkıldıktan sonra aslına uygun
şekilde inşa edilen köprüden bahsediyorum.
İlk köprünün yapılış hikâyesi ise hayli
ilginç. Rivayete göre Mostarlı Hayreddin arkadaşları ile nehirde yüzerken
arkadaşlarının biri akıntıya kapılarak boğulur. Bu duruma çok içerleyen
Hayreddin, yıllar sonra Kanuni Sultan Süleyman’ın fermanı ile memleketine
dönerek köprüyü yaptırır.
Köprü, dönemin en maliyetli yapılarından biri
olmuş. 456 kalıp taş kullanılan köprü, 30 metre uzunluğunda, 24 metre
yükseklikte ve 4 metreyi aşkın bir genişliğe sahip. Her iki yakasında birer
kule var. Evliya Çelebi, Mostar Köprüsü için ’Onaltı imparatorluk gezdim, bu kadar
yüksek bir köprü daha görmedim’ der.
Köprünün savaşın ardından yeniden yapılması
ise ayrı bir hikâye. Evvela nehrin kıyısında günümüzde de gelişi güzel yatan
eski taşları kullanmayı düşünmüşler ancak bombardımanın etkisi ve suyun
aşındırma etkisi nedeniyle bu fikir havada kalmış. Zamanında köprünün
imalatında kullanılan taşların çıkarıldığı ocak yeniden açılmış ve taşlar
buradan tedarik edilmiş. Mimar Hayreddin, taşları delerek içerlerinde açtırdığı
oyuklardan kurşun döktürerek taşları birbirine bağlamış. Köprünün yeniden
inşasında da aynı teknik kullanılmış.
Şehrin Müslüman yakasındaki kule günümüzde
müzeye çevrilmiş. Kişi başı 5 BAM ödeyerek kuleye tırmanmaya başlıyoruz. Her
katta eski savaş aletlerinin sergilendiği müzenin bir de fotoğraf sergisi
bölümü var. Kulenin en üst katındayken karşı yakada bir dağın tepesinde bulunan
devasa haç gözüme çarpıyor.
Hırvatların Mostar Köprüsü’nü top ateşine
tutmasının nedeni olarak köprünün mimari açıdan hilale benzemesi söylenir. Aynı
kafa yapısı ile kendi taraflarındaki dağın tepesine bu haçı dikerek yönünü de
Müslüman tarafına çevirmişler.
Kuleyi gezdikten sonra gene Müslüman
tarafındaki Koski Mehmed Paşa Cami’ni ziyaret ediyoruz. 1618 yılında inşa
edilen caminin avlusundan Neretva Nehri ve Mostar Köprüsü’nü doyasıya izlemek
mümkün.
Caminin ardından merdivenlerden tırmanarak kısa sürede Saat
Kulesi’ni (Sahat Kula) buluyoruz. 1600’lü yıllarda inşa edilen kule oldukça
bakımsız ve ziyarete kapalı. Kulenin üstündeki sokaktan yürüyerek merkezden
daha da uzaklaşıyoruz. Etraftaki binalarda mermi ve şarapnel izleri var.
Bazıları ibret olsun diye öylece bırakılmış bazıları ise imkânsızlıktan. Aynı
zamanda otel olarak ta hizmet veren Müslimbegovic Evi’nin müze olan kısmını
gezmek istiyoruz ancak zili ısrarla çalmamıza rağmen kimse kapıyı açmıyor ve
vakit kaybetmeden Biscevica Türk Evi’ne ulaşıyoruz.
1635 yılına tarihlenen Biscevica Evi’nin
etrafı, evin kadınlarını meraklı bakışlardan korumak için yüksek duvarlar ile
çevrilmiş. Giriş için kişi başı 2 BAM ödediğimiz bu şirin evin üst katında
bulunan salonundan Neretva Nehri’nin akışını seyretmek keyifliydi. Müze
girişinde bulunan hediyelik eşya standından 2 BAM’a magnet alarak Mostar Köprüsü’ne
geri dönüyoruz.
Karşıya geçerek Çarpık Köprü’yü (Kriva
Cuprija) bulmamız uzun sürmüyor. Mostar Köprüsü’nün minyatürü gibi duran Çarpık
Köprü’den karşıya geçerek ünlü Şadırvan Restoran’a varıyoruz.
İki kişilik karışık yemek tabağı, salata ve
içeceklerden oluşan yemeğimiz 48 BAM tutuyor. Servis kalitesi ve tabak sunumu
oldukça kuvvetli olan restoranın yemeklerini pek beğenmedik.
Hava kararmak üzere iken Dubrovnik yollarına
düşmek için ayrılıyoruz Mostar’dan. Huzur dolu ve bir o kadar da hüzünlü bir
yer Mostar. Vakit sıkıntımız olmasa bir gece kalmak isterdik burada. Hem
yakınımızda bulunan Blagaj Alperenler Tekkesi’ni de ziyaret etmeye fırsatımız
olurdu.
Çok geçmeden Poçitel Köyü’ne varıyoruz. Bu
şirin köyü ve kalesini gündüz gözü ile görmek isterdik ancak Mostar’da zaman
kavramını unutunca bu hayalimiz suya düştü. Köy girişinde bulunan ufak
meydandaki kafeteryada birer yorgunluk kahvesi, bir ufak su ve ufak bir tatlının (10 BAM) ardından yola koyuluyoruz.
Metkovic sınır kapısından geçerek Hırvatistan
topraklarına giriyoruz. Kısa bir süre sonra Bosna-Hersek’in Adriyatik Denizi’ne
açılan tek kapısı olan Neum sahil kasabasından geçerek çok kısa bir sürede
tekrar Hırvat hudutlarına giriş yapıyoruz. İki saat kadar süren yolculuğumuzun
sonlarına doğru Dubrovnik’in büyüleyici manzarası karşılıyor bizi.
Dubrovnik’teki en büyük sorun otoparkların çok sınırlı ve pahalı olması. Daha evvel internetten edindiğim bilgilerden ve sezon sonu olmasının avantajından faydalanarak ücretsiz bir park yeri buluyorum ve Apartments Rose’ye ulaşıyoruz.
Dubrovnik’teki en büyük sorun otoparkların çok sınırlı ve pahalı olması. Daha evvel internetten edindiğim bilgilerden ve sezon sonu olmasının avantajından faydalanarak ücretsiz bir park yeri buluyorum ve Apartments Rose’ye ulaşıyoruz.
Hostel sahibemiz Gloria tarafından samimi bir
şekilde karşılanarak odamıza yerleşiyoruz. Evinin alt katında bulunan üç odayı
kiraya veren Gloria’nın hosteli, Dubrovnik surlarının enfes manzarasına sahip
ve oldukça merkezi bir konumda olan Ploce bölgesinde. Yorucu bir güne enerji
toplamak için dinlenmeye çekiliyoruz.
12.GÜN: DUBROVNİK
Güneşli bir güne merhaba diyerek odamızın önünde bulunan verandamızda kahvelerimizi yudumluyor ve eski kale suları ile yanı başındaki Lokrum Adası'nı seyrediyoruz. Çok geçmeden Dubrovnik merkezini gezebilmek için aşağılara yürüyoruz.
Güneşli bir güne merhaba diyerek odamızın önünde bulunan verandamızda kahvelerimizi yudumluyor ve eski kale suları ile yanı başındaki Lokrum Adası'nı seyrediyoruz. Çok geçmeden Dubrovnik merkezini gezebilmek için aşağılara yürüyoruz.
Dubrovnik'e
Türk kaynaklarında eski adıyla "Ragusa" ismiyle rastlanmaktadır.
Ragusa Cumhuriyeti'ne 1365 yılında 1. Murat ayrıcalık tanımasıyla bu küçük
devlet Osmanlı himayesine girmiş ve yıllık vergiye bağlanmış. Napolyon
savaşları sırasında 1808 yılında şehre giren Fransız ordusu devleti yıkmış ve
şehri Fransa'ya bağlamıştır. 1815 yılında düzenlenen Viyana Kongresi ise şehri
Avusturya yönetimine vermiştir. Devletin yıkılması ile şehir üzerindeki 443
yıllık Osmanlı egemenliği de sona ermiştir. Hırvatistan'ın 1991'de
Yugoslavya'dan ayrılışı esnasında yaşanan iç savaşta, Sırp saldırıları
nedeniyle şehirdeki tarihi eserler önemli ölçüde zarar görmüştür. Söylenildiğine
göre bir günde 300.000 bomba yağmış Dubrovnik’e. UNESCO'nun gerçekleştirdiği yenileme
çalışmaları ile de 2005 yılı itibariyle şehir eski görünümüne kavuşmuştur.
Kenti doğu-batı yönünde kesen Pile Kapısı ve Ploce Kapısı arasında
geniş ve ünlü Stradun Caddesi (Placa) yer alıyor. Pile Kapısı'nın dışındaki
döviz ofisinden nakit ihtiyacımızı hallederek içeri yürüyoruz ve kapıdan
geçer geçmez bizi Büyük Onofrio Çeşmesi karşılıyor. Sur içini adım adım gezeceğiz
ancak evvela kahvaltı yapmak gerek.
Stradun üzerindeki Kavana Festival’de bir masa bularak kahvaltı tabağı, omlet, iki kahve, portakal suyundan oluşan kahvaltımızı kapuçino (177
HRK) ile tamamlıyoruz. Ekim ayının sonu olması nedeniyle çok şiddetli bir
kalabalık yok ya da şimdilik biz öyle sanıyoruz.
Stradun yerine ara sokaklara dalarak Ploce Kapısı tarafına doğru
ilerlemeye başlıyoruz. Çok geçmeden Aziz Vlaho Kilisesi (Saint Blaise Church)
ile Dubrovnik Katedrali’nin arasında kalan ufak bir meydandaki pazar yerine
ulaşıyoruz. Tezgahlarda sergilenen ürünlerin çoğu organik ama fiyatları da
oldukça turistik.
Aziz Vlaho Kilisesi’nin kapalı olduğunu görünce vakit kaybetmeden
12.yy’da yapılmış ancak 1667’deki büyük depremde tamamen yıkılmış olan
Dubrovnik Katedrali’ne giriyoruz. İtalyan mimar Buffoloni tarafından Barok
tarzında tekrar inşa edilmiş katedral etkileyici. İçerisinde bir de katedral
hazinesi bulunuyor. Hazinenin bulunduğu bölüme geçişe şerit çekmişler ancak
turlar dâhilinde gelen kalabalık gruplar birer birer hazine odasına girip
çıkıyor. Bizde sonraki gruba kaynayıp gireriz diye ümitlenirken yaşlı ve huysuz
görevli tarafından fotoğraf çektiğim için fırça yiyorum. Hazine sana kalsın
diyerek katedralden ayrılıyoruz.
Sonraki durağımız Rektörler Sarayı (Rector’s Palace) ve üst
katında bulunan Dubrovnik Kent Müzesi oluyor. Kişi başı 70 HRK ödediğimiz
biletlerimiz ile o hafta boyunca diğer üç müzeyi daha gezebiliyormuşuz:
Denizcilik Müzesi (Maritime Museum), Etnografya Müzesi ve arkeolojik eserlerin
sergilendiği Virtual Museum.
Rektörler Sarayı’nda bir zamanlar şehri yönetenler ikamet
ediyormuş. Alt katında bulunan koğuşlarda ise mahkûmlar tutulurmuş. Müzenin bir
bölümünde, Dubrovnik’in savaş sırasında çekilmiş fotoğraflarının bulunduğu
sergi de görmeye değer.
Sur içinde uzun, dar ve merdivenli sokaklarda insanlar tarih ile
iç içe yaşıyor. Pek çok noktada hünerlerini sergileyen sokak çalgıcıları ve
göstericiler mevcut. Kilise, manastır, katedral derken deniz tarafındaki
sinagog ve ara sokakların birinde bulunan mescit ise diğer dinlere gösterilen
saygıyı işaret ediyor. Sokaklar her daim hareketli…
Rektörler Sarayı’ndan ayrılmamızdan birkaç adım sonra saat kulesi
ve özgürlük savaşçısı Orlando sütununun bulunduğu Loggia Meydanı’nda buluyoruz
kendimizi. Orlando, eski dönemde kılıcıyla Dubrovnik’in bağımsızlığı için
savaşmış bir kahraman imiş. Sütunun hemen karşısında Sponza Sarayı bulunuyor.
Sarayı
sonraya bırakarak Ploce Kapısı yanındaki Dominik Manastırı’na (Dominican
Monastery) yöneliyoruz. Ploce Kapısı’nın dışında ise günlük tekne turlarına
katılabileceğiniz ufak bir liman var. Tekne turu bizim ilgimizi çekmediği için
gerçekleştirmedik ama limanın etrafı cıvıl cıvıl.
Manastırın ardından ziyaret durağımız Arkeoloji Müzesi oluyor.
Müze, pek ilgimizi çekmeyince Loggia Meydanı’na geri dönüyor ve saat kulesinin
dibindeki Küçük Onofrio Çeşmesi etrafında birkaç fotoğraf çekiyoruz.
Öğlen yorgunluğumuzu atmak için meydanın yanındaki Cele Bistro’da
iki büyük Ozujsko bira sipariş ederek iyice kalabalıklaşmış olan Stradun’u
seyrediyoruz. Arkeoloji Müzesi’nin yarattığı hayal kırıklığını Denizcilik
Müzesi ve Etnografya Müzesi telafi ediyor. Günümüzün son durağı olan Fransisken
Manastırı’nı (Franciscan Monastery) görmek için Pile Kapısı’na doğru
ilerliyoruz. Müze kısmı için ziyaret saatine yetişemeyince manastırı geziyor ve Büyük Onorfio Çeşmesi etrafında biraz fotoğraf çekiyoruz.
Sabah kahvaltı yaptığımız kafeteryanın karşısındaki ara sokakların
birinde oldukça popüler bir fast food restoranı olmalı. Cafe Presa’yı bulmamız
uzun sürmüyor ve mütevazi olmasına rağmen Dubrovnik standartlarına göre son
derece uygun bir akşam yemeği için yalnızca 95 HRK ödüyoruz. Bir büyük cevapi,
bir çizburger, patates cipsi, kola ve bir biradan oluşan menü ile tıka basa
doyarak akşam karanlığı eşliğinde hostelimize dönüyoruz.
13.GÜN: DUBROVNİK
Bugünkü programımız dünkü kadar yoğun değil. Hem yaklaşık iki haftalık yoğun gezimizin de yorgunluğunu hafifletebilmek için biraz geç kalkıyoruz. Tatilimiz boyunca ilk defa kapalı bir hava ile karşılaştık ama soğuk değil. Hostelimiz, meşhur Dubrovnik teleferiğine çok yakın ve teleferiğin tam karşısında bulunan fırın dün dikkatimi çekmişti.
Bugünkü programımız dünkü kadar yoğun değil. Hem yaklaşık iki haftalık yoğun gezimizin de yorgunluğunu hafifletebilmek için biraz geç kalkıyoruz. Tatilimiz boyunca ilk defa kapalı bir hava ile karşılaştık ama soğuk değil. Hostelimiz, meşhur Dubrovnik teleferiğine çok yakın ve teleferiğin tam karşısında bulunan fırın dün dikkatimi çekmişti.
Yürüyerek fırına iniyorum ve leziz dört börek ile (30 HRK) hostele
dönüyorum. Kahvelerimiz eşliğinde manzaranın tadını çıkararak karnımızı
doyuruyoruz. Öğlene doğru hostelden ayrılarak teleferiğe varıyoruz. Dubrovnik teleferiği, Üsküp’te bindiğimiz
teleferiğe oranla bayağı büyük. Bilet almak için kuyruğa giriyoruz ve kişi başı
50 HRK ödeyerek tek yön biletlerimizi alıyoruz. Dönüş için farklı bir planım
var…
Yaklaşık 15 kişi ile beraber teleferiğe biniyoruz ve kabinin en
güzel köşesini kaparak doyumsuz manzaranın keyfini çıkarıyoruz. Bu arada
gidiş-dönüş biletlerin 2013 itibariyle kişi başı 94 HRK olduğu bilgisini de
vereyim.
Yaklaşık 800 metrelik bir hatta sahip olan teleferik yükseldikçe
Dubovnik kent merkezi daha da ufalıyor ve karşımızdaki manzara gitgide
güzelleşiyor. Denizden yüksekliği 400 metre olan üst istasyona ulaşmamız ile
teleferikten iniyoruz. Manzara harika ve bol bol fotoğraf çekiyoruz.
İstasyonun yanındaki ‘Panorama Restaurant’ isimli kafeteryada iki
kahve (45 HRK) sipariş ederek dün gezdiğimiz yerleri bulmaya çalışıyoruz
yüzlerce metre uzaktan.
Dönüş için teleferik istasyonunun yanındaki harabe binanın
altından başlayan yürüyüş parkurunu biraz zor da olsa buluyoruz. Bu parkuru
kullanarak yukarı tırmanmak her babayiğidin harcı değil ama aşağı inmesi
keyifliydi. Yarım saatlik bir yürüyüşün ardından parkuru bitiyoruz ve Pile
Kapısı’ndan Dubrovnik’e giriş yapıyoruz.
Dubrovnik şehir surlarını gezeceğiz ama önce dün göremediğimiz Fransisken
Manastırı’na bir göz atalım diyoruz. Manastırın yapımına 1317’de başlanarak bir
sonraki yüzyılda tamamlanmış. Manastırın en önemli özelliği Avrupa’nın en eski
eczanesi olarak kabul edilen bir ilaç laboratuarına ev sahipliği yapması. Müze
haline getirilen bu kısımda eskiden kullanılan laboratuar aletleri, kavanozlar,
eski tıp kitapları sergileniyor. Müzede ayrıca dini eserlerin sergilendiği bir
bölüm de bulunuyor. Giriş kişi başı 30 HRK ama görevli bize kıyak geçiyor ve
ikimizden tek kişilik ücret alıyor.
Manastırdan ayrılmamız ile hemen karşısındaki ve dün fazla vakit
ayırmadığımız Büyük Onofrio Çeşmesi’ne yöneliyoruz. 15. yy’da Dubrovnik’in ilk
su tesisatını yapan Onofrio della Cava tarafından yaptırılan çeşmenin 16
bölmesi ve her bölmede bir rölyefi var.
Evet, artık sıra bir buçuk gündür tavaf ettiğimiz Dubrovnik’i
surlarından izlemeye geldi. Kişi başı 90 HRK ödeyerek surlara tırmanıyoruz. Şehir
surlarını tam bir tur atarak gezmek iki saatten fazla zamanımızı alıyor ve
havanın kararmaya başlamasıyla bu görsel şöleni noktalıyoruz.
Akşam yemeği için tekrar Cafe Presa’ya uğradıktan sonra şu meşhur
Dubrovnik dondurmasından tadalım diyoruz. Birer top dondurma için 20 HRK
ödeyerek akşam karanlığında ışıl ışıl parıldayan Stradun’da yürüyoruz.
Hostele dönmemizle beraber surları gezmek için aldığımız biletler
ile Minceta Kulesi’ne (Fort Minceta) de girebileceğimizi idrak ediyorum.
Ziyaret saatinin bitmesine hala var ama Berna’yı ikna edemememle birlikte bu
hayalim suya düşüyor.
14.GÜN: DUBROVNİK – KOTOR – BUDVA –
BAR – ULCİNJ
Tatilimizin son gününe erken başlıyoruz ve bizim mahallenin fırınından
aldığımız börekler ile yaptığımız kahvaltının ardından sıcakkanlı ve konuşkan
hostel sahibemiz Gloria’ya veda ediyoruz. Bugün boylu boyunca Karadağ sahil
şeridini gezeceğiz.
Dubrovnik’ten ayrılmamızı bir saat geçmeden Karadağ sınırına
ulaşıyoruz. Sınır geçişi kısa sürüyor ve bir saatten az bir sürede Kotor’a
ulaşıyoruz. Karadağ’da para birimi çok şükür ki Euro ve günlerdir farklı para
birimleri ve kur hesapları ile uğraşmaktan bıkmış bünyem rahat bir nefes
alıyor.
Yol üzerinde ziyaret edilebilecek noktalardan olan Herceg Novi’yi
pas geçiyoruz ancak Kotor’a çok yakın mesafedeki Perast bölgesinde yol
kenarında mola veriyoruz.
Denizde
iki ada var. Ağaçlıklı olanı doğal bir ada. Diğeri ise rivayete göre 200 yılda
oluşturulmuş. Vakti zamanında denizciler suyun dibinde bir fresk bulurlar ve
doğal adadaki kiliseye getirirler. Ertesi gün fresk kaybolur ve yine suda aynı
yerde bulunur. Bu durum defalarca tekrarlayınca buraya bir kilise inşa etmeye
karar verirler. Önce içi taş dolu dokuz gemi batırılarak adanın temeli
oluşturulur. İki yüz yıl boyunca taşlar atılarak ada ortaya çıkarılır.
Adriyatik kıyısında fiyort benzeri kıvrımlı bir girintinin
oluşturduğu doğal bir limana sahip olan Kotor’a ulaşmamızla beraber bizi devasa
boyutlardaki cruise gemileri karşılıyor. Dubrovnik’in minyatürü gibi duran
Kotor’un şehir surlarından içeri girerek ufak bir meydana ulaşıyoruz.
Silahlar
Meydanı’nda eski bir saat kulesi var, kulenin önünde de eskiden suçluların
önünde cezalandırıldığı piramidimsi bir kaide mevcut. Meydandan sağa yönelerek
sur içindeki onlarca malikânelerden ikisi olan Beskuca Sarayı ve Pima Sarayı’nı
görerek daracık sokakların içinden başka bir meydana çıkıyoruz.
Meydandaki en belirgin yapı şehrin katedrali olan ve meydana da
adını veren 1166 yılı yapımı Aziz Tryphon Katedrali. Kişi başı 2 Euro ödeyerek
içerisini geziyoruz. İki çan kulesine sahip kilise iyi bir restorasyondan
geçmiş. Kilisenin kırmızı tuğlalardan yapılmış yuvarlak hatlı taşıyıcı
sütunları ve tavan kemerleri ilgimi çekiyor. Üst kata çıkıyoruz ve birbirinden
güzel el işçilikleri ile yapılmış dini objeleri inceliyoruz.
Aziz Tryphon aslında ayyaş bir kişi olarak bilinirmiş. Günün
birinde üzüm bağlarına doğru yürürken karşısına Meryem Ana çıkar. Tryphon da
bunun sonucunda kendini şarap dünyasından inanç dünyasına yöneltir. Meydanın
etrafında, güzel bir yapı olan Drago Malikânesi ve belediye binası yer almakta.
Ayrıca bir sonraki meydan olan St. Luka Meydanı’na giden yolda şehir arşivini,
dedikodu meydanı denilen küçük alandaki su kuyusunu da görebiliyorsunuz. Şimdilerde Denizcilik Müzesi olarak kullanılan Grigurana Malikânesi de burada.
Daracık sokaklardan ilerleyerek gene ufak bir meydanda buluyoruz
kendimizi. Meydanda biri diğerine göre büyük olan iki kilise var. Bunlardan
biri Sırp Kilisesi olarak ta bilinen Aziz Nikola Kilisesi, diğeri ise Aziz
Lukas Kilisesi. 1195’te yapılmış olan Aziz Lukas Kilisesi, 17. yy’da
Katoliklerden Ortodokslara devredilmiş.
Kiliselerin bulunduğu meydandaki bir hediyelik eşya dükkânından
magnet aldıktan sonra yemek yiyelim diyoruz. Denizcilik Müzesi’nin bulunduğu
meydana dönerek Piazza Kotor’da üç dilim pizza ve iki kola (10 Euro) sipariş
ediyoruz.
Sabah 10:00 gibi başladığımız gezimizi öğlen 13:00 civarında
tamamlayarak şehrin kuzey kapısından çıkıyoruz. Üzerinde bulunduğumuz köprüden
şehrin arkasındaki dağlara bakınca dikkatimi çeken şehir kalesini baştan başa
süzüyorum. Kaleye çıkan patika yolun üzerinde bir de kilise görüyorum ancak
daha Budva’ya gideceğiz ve yukarılara tırmanmaya gözümüz yemiyor.
Huzurlu, sessiz, daracık sokaklarında hesaplı kafeteryaları ve inanılmaz
derecede temiz bir denize sahip olan Kotor’u sevdik. Şimdiki durağımız ise
yarım saat mesafedeki Budva.
Şehir merkezine yakın bir otoparka arabamızı bırakarak kaleye
doğru yürüyoruz. Limanda bulunan lüks yatlar göz kamaştırıyor. Budva, Avrupa
sosyetesinin son gözdelerinden ve özellikle Rus istilasına uğramış durumda.
Adım başı Rusça emlak satış ilanlarına rastlıyoruz. Yazın son derece hareketli
olan bu ufak kasaba sezon sonu olması itibariyle oldukça sakin.
Sur içinin dar ve sakin sokaklarından ilerleyerek ufak bir meydana
çıkıyoruz. Bulunduğumuz meydanda dikkat çeken kiliselerden biri yüksek çan
kulesi ile ünlü olan Sveti Jovan Kilisesi. Hemen yanı başında ise daha ufak
olan Kutsal Üçleme Kilisesi (Holy Trinity Church - Crkva Sv. Trojice) var. Kiliselere
göz atıp meydandaki MB Ice Club isimli kafeteryada iki kahve ve bir su (5 Euro)
sipariş ederek bol bol fotoğraf çekiyoruz.
Budva bize pek enteresan gelmedi o nedenle kahvelerimizi
bitirdikten sonra ayrılıyoruz. Belki de yaz sezonu dışında olmamız nedeni ile
gereğinden fazla sakindi bu ufak şehir.
Bar’a doğru harekete geçiyoruz ve yol üzerinde Sveti Stefan
kasabasının kendi adıyla anılan ünlü adasını görmek istiyoruz. Ana kara ile
ince bir bağlantısı olan ada uzaktan hoş gözükünce bir de yakından görelim
diyoruz ancak ada yabancı bir zengin iş adamı tarafından uzunca bir süreyle
kiralanıp ultra lüks ve pahalı bir otel olarak hizmet vermekteymiş.
Çok geçmeden Bar’a ulaşıyoruz. Arnavutluk sınırına yaklaştıkça
Müslüman nüfusun artmaya başladığını hissediyoruz çünkü yolumuz üzerinde
camiler belirmeye başladı. Bar şehrinin kalesini üstün körü gezerek Ulcinj’e
doğru yola çıkıyoruz.
Son gecemizi Kotor’da geçirmeyi isterdik ancak sonraki gün dönüş
uçağımız sabah erken bir saatte Tiran’dan olduğu için Arnavutluk sınırına çok
yakın olan Ulcinj’de kalmayı uygun bulduk.
Ulcinj’de Budva gibi yazın tıklım tıklım dolu bir sahil kasabası
ancak ziyaret tarihlerimizde çoğu otel ve pansiyon çoktan sezonu kapatmış. İlk
olarak kalacağımız hostel olan Apartments Donna’yı buluyoruz ama mekânda in cin top oynuyor.
Akşam yemeği için şehir merkezine inip sahilde kısa bir yürüyüş
yapıyoruz. Ulcinj’deki baskın nüfus Arnavut ve birçok cami var. Kent
meydanında bulunan Aragosto Restaurant’taki hafif akşam yemeğimiz 15 Euro tutuyor.
Yemek esnasında hostel sahibini arayarak kısa bir süre sonra geleceğimizi
belirtiyorum. Erkenden odamıza çekilip uykuya dalıyoruz.
15.GÜN: ULCİNJ – TİRAN - İSTANBUL
En geç 09:30 gibi Tiran Havalimanı’nda olmamız gerektiğinden sabah 05:30’da Ulcinj’den ayrılıyoruz. Yolumuz aslında çok uzun değil ama bu yolu hızlı kat etmekte mümkün değil. Planladığımız saatte havalimanına vararak arabamızı Andi’ye teslim ediyorum. İlk gün sıfırladığım yol bilgisayarı 2970 km’yi gösteriyor. Her 100 km’de ortalama 5 litre yakıt tüketmişiz.
Uçak saatini
beklerken yol haritası kitapçığımızın ilk sayfasını süsleyen haritaya ve
rotamıza bakıyorum. Kısıtlı vakte rağmen iyi iş çıkarmışız. Darısı seneye
planladığımız ve Prag – Budapeşte – Viyana - Bratislava’dan oluşacak Orta
Avrupa turumuzun başına…
- FAYDALI BİLGİLER VE BAĞLANTILAR –
Merak
edenler için yol haritası kitapçığımız
Balkanlar genel ve tarihi bilgi, şehirler ve gezilecek yerler ile alakalı bilgiler kitapçığımız
Beğendiğimiz blog yazılarına ait gezi notları kitapçığımız (alıntıdır)
Navigasyon cihazında kullanabileceğiniz .kml dosyaları
Yararlı olabilecek web siteleri bağlantıları
- ŞUNLARI
YAPIN/YAPMAYIN –
(YAKINDA)
...VE SON
OLARAK GEZİMİZDEN BİR KAÇ VİDEO (yakında)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder