1 Ocak 2015 Perşembe

Yunanistan ve Bulgaristan Gezi Notları (Aralık 2014) Meis, Rodos, Atina, Selanik, Kavala, Sofya


Interrail gezisi zamanı ele geçirdiğimiz uzun süreli vizeleri değerlendirmek ve ikinci evlilik yıl dönümümüzü kutlamak için kısa bir gezi organize ediyorum Berna’dan habersiz. İlk defa nereye gideceğimizi, hangi şehirde ne kadar kalacağımızı bilmiyor hanımefendi.

Gezi günü yaklaştıkça durumu fark ediyor ve başımın etini yiyor ama ser veriyorum sır vermiyorum. Sadece Kaş’tan Yunan adası Meis’e geçeceğimizden haberi var.

1.GÜN: KAŞ – MEİS – RODOS

28 Kasım günü Kaş’a gidiyoruz sabahın erken saatlerinde. Yaz sezonu boyunca neredeyse her gün karşılıklı olarak feribot seferi var Yunan adası Meis ile. Ölü sezonda olduğumuzdan dolayı bugünkü seferin olup olmayacağı belli bile değildi daha birkaç gün öncesine kadar. O nedenle diğer gezi noktalarımız için gerekli otel ve ulaşım rezervasyonlarını son dakikada yapmak zorunda kaldım.

Cuma sabahı saat 10:00’da biniyoruz feribota. Meis’e feribot seferi düzenleyen iki firma mevcut. Tek yön ve aynı gün gidiş dönüş için 25 Euro, farklı gün dönüşlü seferler için 30 Euro. https://www.meisferrylines.com/ ve http://www.meisexpress.com/

Yarım saatten az oluyor Meis’e ulaşmamız. Yıllardır karşı kıyıdan seyrettiğimiz adaya ilk defa ayak basıyoruz. Resmi adı Megisti, Yunanca’daki ismi Kastellorizo olan bu şirin adada hepi topu 400 kişi yaşıyor. Lozan Anlaşması ile İtalyanlara emanet ettiğimiz ada, Oniki Adalar’ın en küçük üyesi olarak 2.Dünya Savaşı’ndan sonra Yunanistan egemenliğine geçmiş.



Vallahi Yunanistan anakarasında 100 kişiye sorsanız 99’u yerini bilmez bence. Adanın içme suyu ve diğer temel ihtiyaçları Rodos’tan gelen tankerler ile karşılanıyor. Günlük ihtiyaçlar için ise yerli halk Kaş’a gelip gidiyor. Adada bulunduğumuz birkaç saat boyunca elektriği nerede ve nasıl ürettiklerini keşfetmeye çalışsam da bulamadım. Bir dahaki ziyaretimizde öğreneceğim.

İner inmez pasaport kontrolünden geçiyoruz ve Rodos feribotu için rezervasyon yaptırmaya niyetleniyorum. Geçen hafta internetten yapacaktım rezervasyonu ama Kaş’tan Meis’e sefer olup olmayacağı belli olmadığından son günlere bırakmıştım ve her nedense birkaç gündür satışa kapalı gözüküyordu. http://www.directferries.co.uk/

Nedenini öğrenmemiz uzun sürmüyor. Bugün grev varmış feribot seferlerinde. Meis’ten Rodos’a haftada üç gün uçak seferi de oluyor karşılıklı. Evet, bu ufacık adanın havalimanı bile var. Pek bizim bildiklerimize benzemese de…

Nereden içime kurt düştüyse Cumartesi yerine Cuma günü çıkalım demiştim Berna’ya. Bugün uçak seferi de olup olmadığına bakmıştım. Meis’ten Rodos’a feribot ücreti 30 Euro civarında, uçak ise 45 Euro dolaylarında. https://www.olympicair.com/

Hiç vakit kaybetmeden rıhtımın merkezindeki Papoutsis Turizm’den biletleri alıyoruz ve bavulu da birkaç saatliğine emanet ederek turlamaya başlıyoruz. Zaten pek gezecek bir yer yok, ölü sezon olmasından dolayı etrafta insan da yok.




Rıhtımda açık iki restoran, duty free, hediyelik eşya satan bir bakkal dükkânı ve yerli halkın takıldığı kafeteryalardan başka hayat belirtisi yok. Eminim yazın oldukça şirin ve eğlenceli oluyordur Meis ama bugün iyi ki konaklamak zorunda kalmamışız yoksa sıkıntıdan patlardık.



Limanın içinde bile su tertemiz. Yıllardır bu bölgede yaşıyoruz ama yat limanının içinde yüzen caretta carettayı ilk defa burada gördüm. Meis’te gezilebilecek birkaç ufak kilise var. Bir de kırmızı kubbeli camisi var ama şu an müze olarak kullanılıyor. Meis’in en heyecan verici atraksiyonu Mavi Mağara denen ve sadece ufak botlar ile denizden ulaşılabilen yeri. Yazın uğradığımızda bakacağız oraya.



Bir sağa bir sola turlarken bizim pasaportları kontrol eden polis memuruna denk geliyoruz. Keratanın altına vermişler Jeep Patriot’u devriye atıyor. Başka da polis memuru yok sanırım.

Rıhtımdaki restoranların birinde bir şeyler atıştırdıktan sonra adanın tek taksisi ile havalimanına gidiyoruz. Sipariş verdiğimiz Simi karidesleri çok lezzetliydi. Önce ayıklayayım dedim ama zaten küçücükler ve kabuğu kuyruğu ne varsa götürdük.

Kastellorizo Havalimanı’nın terminal binası 80 metrekare var ya da yok. Pist de zaten bildiğimiz pistler gibi uzun değil. Ben biliyorum nasıl bir uçağa bineceğimizi de Berna’nın pek bir şeyden haberi yok. Çok geçmeden valizleri kontrolden geçirmek için gene bizim mahallenin polis memuru geliyor. Adadaki her işe bu çocuk bakıyor sanırım. Yakışıklı da namussuz, takmış zifiri siyah gözlükleri artist artist geziyor.

Bombardier Dash 8-100 tipi 36 kişilik pır pır uçağımız süzüle süzüle piste yaklaşıyor. Bir sağa bir sola yalpalayan uçak, Rodos’tan yolcu getiriyor ve buradakileri toplayarak geri dönecek. Uçağın tek hostesi var ve bir yandan güvenlik talimatlarını anlatırken diğer yandan can yeleği nasıl kullanılır göstermeye çalışıyor. İkisi bir arada olmuyor işte güzelim, elinde telefon ahizesi varken bir yandan da oksijen maskesini kafana takmaya çalışma!



En öndeki koltuklarda, pervanenin yanına denk geliyoruz ve bayağı uğultu var. Zaten şehirlerarası otobüsün iki tarafına kanat takılmış versiyonu olan bir ulaşım aracındayız. 40 dakikalık uçuş biraz gergin geçiyor.

Rodos’ta bir gece kalacağız ve yarın aynı saatlerde Atina’ya uçağımız var. Ada büyük ve farklı yerlerinde gezeceğimiz noktalar var, havalimanından otobüs ile şehre git gel işine de üşenince araba kiralayalım diyoruz.

Yaz sezonu boyunca Rodos’ta araba kiralama ücretleri çok yüksek. Ufacık arabalara bile 50-60 Euro istiyorlar günlük. Ölü sezonda gelmenin avantajı da burada işte. Hertz’ten 25 Euro’ya Skoda Citigo alıyoruz bir günlük. Kutu kadar araba ama sevimli meret.

Atlantis City Hotel’e varmamız yarım saat sürüyor. Merkezi konumdaki otel yepyeni ve fiyatları sezona göre uygun. Gecelik 36 Euro’ya kaldık ve açık büfe kahvaltısı da süperdi.

Gezme tozma işini yarın yapacağız. Akşam yemeği için daha önceden belirlediğim restoranları bulmaya çalışıyoruz. Tripadvisor’a göre Rodos’un en iyi beş restoranından üçü aynı sokakta. Tamam ve Kerasma isimli restoranlar sezondan ötürü kapalıydı. Açık olan Saffron’u ise Hint mutfağı modunda olmadığımız için pas geçtik. Sezon sonu gelmenin avantajları olduğu gibi böyle dezavantajları da oluyor.

Mandraki Limanı etrafında da kafamıza göre bir yer bulamayınca şehrin kalbinin attığı Al. Diakou Caddesi’ne giriyoruz. Açlıktan bayılmak üzereyken ilk gördüğümüz yer olan Goodys’te yemek yiyoruz ama hayatımızın en kötü fast food deneyimiydi. Hâlbuki 50 metre daha yürüsek bir sürü başka yer varmış.

Büyük umutlar ile çıktığımız akşam yemeği turundan hayal kırıklığı ile otelimize dönüyoruz.

2.GÜN: RODOS – ATİNA

Akşam saat 18:00’a kadar vaktimiz var Rodos’u keşfetmek için. İlk olarak Mandraki Limanı etrafında arabayı park edip sur içini gezeceğiz.

Rodos, Yunanistan’ın en büyük ve zengin adalarında biri ve senede iki milyon ziyaretçiyi ağırlıyor. Türk-Yunan mübadelesi zamanı Oniki Adalar ile beraber henüz Yunanistan’a ait olmadığı için burada yaşayan Türkler mübadele dışında tutulmuş. Bu yüzden adada Türkçe konuşanları duyarsanız şaşırmayın.

Mandraki Limanı’nın girişinde ‘Elefos’ ve ‘Efalina’ isimli iki geyik heykeli var. Zamanında burada dünyanın yedi harikasından biri olan Rodos Heykeli varmış.


M.Ö. 304 yılında Rodos kuşatması sırasında kullanılan tunçtan yapılma silahlar eritilir ve 280’de Dorlar tarafından bu 32 metrelik heykel yapılır. Güneş tanrısı Helios’un tasvir edildiği sanılan heykel M.Ö. 225 yılında bir deprem esnasında yıkılır. Heykel o kadar büyüktür ki limana yanaşan gemilerin bu heykelin ayaklarının arasından geçtiği söylenir.



M.S. 654 senesinde Araplar Rodos’a girene dek yıkılan heykel yan yatar vaziyette burada kalır. Bu tarihten sonra heykelin parçaları Suriyeli bir Yahudiye satılır.

2400 yıllık geçmişi olan Rodos’un her yerinden tarih fışkırıyor. M.Ö. 478’de Atina Birliği’ne dâhil olan adaya 1309 senesinde St. Jean Şövalyeleri hâkim olmuş. 1509’da Osmanlı egemenliğine giren ada 390 sene boyunca Türk egemenliğinde kalır.

Sur içini gezmeye başlıyoruz. Ada, yıllar boyunca üç farklı kültürün etkisinde kaldığı için birbirinden çeşitli eserler görmeniz mümkün. St. Jean Şövalyeleri ve Osmanlı egemenliği ardından İtalyan kültürünün de adaya etkisi olmuş.

Eski şehirdeki dükkânların çoğunun kapalı olmasıyla sessizliğin ve kalabalık içerisinde dolaşmamanın keyfini çıkarıyoruz. Büyük Üstatlar Sarayı’nı (Grand Masters Palace) bulmamız ise uzun sürmüyor. 



Bu tarihi saray, Rodos Şövalyeleri’nin idari merkezi ve Rodos’a egemen entelektüel sınıfın da merkezi olmuştur. Giriş ücreti 6 Euro olan saray görülmeye değer ancak boş odalar yerine biraz tarihi eser de olmasını bekliyorduk. Devasa şömineleri, el emeği göz nuru mozaikleri ve ahşap tavan işlemeleriyle gene de fazlasıyla ilgi çekici. Tarihi eserler için Rodos Arkeoloji Müzesi’ne gitmek gerek.



Şövalyeler Sokağı’na geri dönerek Kanuni Sultan Süleyman Camii’ne yürüyoruz. 1523 yılına tarihlenen camii, Osmanlı döneminde yapılan birçok önemli eser içerisinde öne çıkıyor. Bu eserlerden 11 camii, 18 mescit, 12 çeşme, 3 hamam, Sultan Süleyman İmareti, Saat Kulesi, Fethi Paşa Rüştiyesi ve Hafız Ahmet Ağa Kütüphanesi günümüze dek ulaşabilmiştir.



Eskinden ‘Tapınak Şövalyeleri’nin yaşadığı sokakta bir de Cem Sultan’ın evi var. Cem Sultan, ağabeyi 2.Bayezid’i tahttan indirebilmek için Rodos Şövalyeleri’ni örgütlemiş ancak başarılı olamayınca ada Osmanlı egemenlinde kalmış.




Eski şehri iyice turladıktan sonra Faliraki’ye yola çıkıyoruz. Birbirinden ünlü plajları ile nam salmış olan Faliraki’nin Rodos’a uzaklığı 15 km kadar. En popüler üç plajdan biri ise çıplaklar kampı. 4 km’lik sahil şeridiyle Yunanistan’ın en güzel plajlarından biriymiş burası. Vallahi bizim Patara Plajı’mız buna on basar!

Bir diğer turistik bölge olan Lindos’a yola çıkmışken Anthony Quinn Koyu’na ait tabelaya rastlıyoruz. Anthony Quinn, ‘Navaron’un Topları’ filmini çevirirken bu bölgenin güzelliğine hayran kalmış ve sık sık ziyaret eder olmuş. Bu nedenle bu güzel koya onun adını vermişler. Burası hakikaten çok güzel ve berrak suyun içerisindeki kayalar, koya ayrı bir hava katıyor.



35 km’lik Faliraki-Lindos hattı üzerinde bir iki yere uğrayacağız. Bunların ilki, adanın hareketli merkezinden uzak olan Afandou Kasabası oluyor. Turizme rağmen örf ve adetlerine bağlı kalabilmiş kendi halinde bir kasaba burası.

Çok geçmeden Archengelos’a ulaşıyoruz. Köyün içerisinden geçiyoruz ama asıl görülmesi gereken koy kısmı için tepenin ardına gitmemiz gerekiyor. Venedik Kalesi ve Archengelou Kilisesi’ne ev sahipliği yapan koya gitmedik ancak büyük ve önemli bir sayfiye yeriymiş.

Bembeyaz evleriyle dikkat çeken Lindos, sezon sonu olması nedeniyle sakin. Kent merkezinin girişindeki otoparka aracımızı park ettikten sonra yürümeye başlıyoruz. Bölgenin en yüksek yapısı olan Panagias Kilisesi’nin çan kulesini bulmak zor olmuyor.



Kentin tepesinde yer alan kale ve antik kente ulaşmak için yazın eşek kiralanıyormuş burada. Açık eşek kiralama ofisi bulamayınca tepeye yürümeyi gözümüz kesmiyor ama şirin sokaklarında geziyoruz Lindos’un.



116 metrelik yükseklikte bulunan kalenin bir de mitolojik hikâyesi varmış. Danaides’in Mısırdan gelen elli kızı bu antik kenti kurmuşlar ve en güzel yerine de Athena Tapınağı’nı yapmışlar. Antik çağların en kutsal yerlerinden olan tapınağı Büyük İskender, Troyalı Helen ve Herakles’in ziyaret ettiği rivayet edilir.

Arabayı park ettiğimiz yerde birçok blog yazısında övgü ile söz edilen ‘Mavrikos Restaurant’ var. Kapalı olduğundan deneyemedik ama denk gelirseniz bizim için de gidin efendim. 

Sahilden geldiğimiz yolu farklı yerler görebilmek için dağ yolundan geri dönüyoruz. Yol üzerinde Benetton’un outlet mağazasına denk gelince şöyle bir göz atmak için duruyoruz. Fiyatlar bizdekinden uygun. Birer kazak kaptığımız gibi yola devam.

Yoldayken müzik dinlemek için ilk defa arabanın radyosuna el atıyorum. Kanalları kurcalarken TRT FM’e denk gelmemiz sürpriz oluyor. Hep bize mi denk gelecek Türkiye’de Yunan radyolarını dinlemek. Biraz da onlar bizimkileri dinlesin canım.

Dünkü yemeğin acısını çıkarmak için Rodos’a dönüyoruz ve Goodys’in az ilerisindeki dönercide karar kılıyoruz. Ben souvlaki sipariş veriyorum, Berna ise gyros söylüyor. İsimleri tanıdık gelmese de yemekler bildiğimiz şeyler. Souvlaki çöp şiş oluyor, gyros ise bildiğiniz döner. İki kişilik akşam yemeği 20 Euro’dan az tutuyor ve havalimanına gitmek için kent merkezinden ayrılıyoruz.



Tüm gün boyunca ada etrafında 180 km yol yapmışız ve 15 Euro’luk benzin yetti de arttı bile. Meis’te iken bizim GSM operatörlerinin çekmesine şaşırmamıştım ama Rodos havalimanındaki bekleme salonunda Vodafone TR’den sinyal almamla şaşırdım. Atina’ya uçuşumuz bir saat sürüyor ve Eleftherios Venizelos Havalimanı’na 20:30’da iniyoruz.

Havalimanından şehre ulaşım için tercihimiz ‘X95 Airport Express’ olarak adlandırılan otobüs oluyor. Bilet gişesi terminalin çıkış kapısından sonraki otobüs durağının dibinde ve kişi başı 5 Euro bedeli olan sefer bir saat kadar sürüyor.

X95 otobüsü Syntagma Meydanı’na gidiyor ve bu meydan Atina’nın merkezi oluyor. Pire ve başka yerlere ulaşmak için de otobüsler var. Detaylara şuradan bakılabilir. http://athensairportbus.com/en/index_en.htm

Syntagma Meydanı’ndan Plaka bölgesindeki otelimiz Phaedra Hotel’e yürümemiz 15 dakika sürüyor. Burası oldukça basit ve işin açığı eski bir otel ama konumu mükemmel ve odaların bazılarından Akropolis manzarası var. Bizim için temiz yatağı, sıcak duşu olsun yeter. Valizden kurtularak Plaka’ya atıyoruz kendimizi.

Plaka için şehrin kalbinin attığı yer olduğunu söyleyebilirim. Küçük tavernaları, hediyelik eşya dükkânları ve şık kafeteryaları ile Plaka’da aradığınız her şeyi bulabilirsiniz. Bölge, arkeolojik önemi nedeniyle ‘Tanrıların Mekânı’ olarak ta bilinmektedir. Akşam olunca buzukinin hoş tınısı esmeye başlıyor ve mekânlar koyu sohbetlere tanıklık ediyor.


Atina’nın Sultanahmet’i olarak adlandırılan Monastraki daha da canlı. Burası bana Sultanahmet’ten çok Kumkapı’yı çağrıştırdı. Demiryoluna paralel sıralı tavernalar bölgenin en çok tercih edilenleri. Canlı müziği olan Dia Tafta’ya karar kılıyoruz.

Hocam, ver önden bize bir Grek Salata, bir de 20’liki uzo getir!

Uzo konusunda tavsiyelere uyuyor ve Barbayanni söylüyorum. Restoranlarda genellikle 20 cl’lik uzo getiriyorlar. Uzoyu sulandırarak içmekten hoşlanmıyor Yunanlar. Biz de âdete uyuyor ve sadece buz ile içiyoruz. Kızartılmış peynirin ardından ahtapot ızgara geliyor ve yemeklerin lezizliği bir 20’lik uzoyu daha hak ediyor.



Ara ara tanıdık nameleri de dillendiren bayan solistin sesi bir yerden tanıdık geliyor sanki ya da uzoyu fazla kaçırmışım. Kostas Ferris’in 1983 yapımı Rembetiko filmindeki başrol karakter olan Marika’ya o kadar benziyor ki solistin sesi, içeri girip kayda almaktan geri kalmıyorum. Berna’nın yorumu ise bana bu kadar uzonun yetip de arttığı şeklinde.

3.GÜN: ATİNA

İki tam günümüz var Atina’yı gezmek için ve sabırsızlanıyoruz. Odanın penceresinden karşıya bakıyorum Akropolis, soluma baksam Hadrian Kapısı, sağıma baksam Plaka.



Plaka’da kahvaltı yapmak için dolanırken Cafe Plaka’ya denk geliyoruz. Üst katta güzel bir terası var. Berna omlet söylüyor bense tercihimi krepten yana kullanıyorum. Atina’nın en iyi kreplerini yaptıklarını iddia etmişler muhteremler. Fiyatları biraz yüksek olsa da çikolatalı kreplerinin hakikaten dedikleri kadar olduğuna kanaat getiriyoruz.



Sipariş verdikten sonra aşçının isminin Hristo olduğunu ve bize kıyak geçeceğini söyleyerek şaka yapmıştım Berna’ya. Ayrılırken tanışıyoruz aşçı ile ve hakikaten ismi Hristo’ymuş. Eşi, Atina’da Türkçe öğretmenliği yapıyormuş.

Yunanlar çok rahat ve arkadaş canlısı insanlar vesselam. Avrupa’da bu kadar güler yüz görmeye alışık değiliz. Kozmopolit ve modern bir şehir olan Atina, antik çağlarda da önemli bir ticaret ve kültür merkeziymiş. İsmi, koruyucusu olan savaş tanrıçası Athena’dan gelmektedir. 
Ortadoğu’dan bakıldığında ilk Avrupa kenti, Avrupa’dan bakıldığında ise Batı’dan Doğu’ya geçişin ilk belirtisidir.

1821 yılında Yunan isyanının başlamasıyla ayaklanmacılar Atina’yı ele geçirmiş ancak 1826’da Osmanlılar kenti geri almıştır. 1833 yılı itibariyle ise 350 yıldan fazla süren Türk egemenliği sona ermiştir.

Akropolis, adeta Atina gezilerinin başlangıç noktası olma özelliğinde. M.Ö. 5.yy’a dayanan bir tarihi olan bölge, Antik Atina’nın kurulmasıyla eteklerine doğru genişlemiş. Biletler kişi başı 12 Euro ve dört günlük geçerliliği var. Sadece Akropolis’te değil şehir etrafındaki diğer bazı antik yapılarda da geçerli.



Etimolojik olarak ‘yüksekte bulunan şehir’ anlamına gelen Akropolis’in tapınaklarını görmek için 90 metre kadar yükseğe tırmanmak gerekiyor. Dionysos Tiyatrosu’nun ardından kısa süre sonra Odeon Tiyatrosu’na varıyoruz. M.S. 161 yılında yapılan Odeon of Herodes Atticus’un bir zamanlar bir çatısı olduğunu ve 5000 kişilik kapalı bir tiyatro olduğunu hayal etmek kolay değil.

Akropolis’in zirve noktasından evvel biri giriş kapısı olan Propylaea karşılıyor. Büyük kemerleri ile dikkat çeken yapının kemerlerinde pentelik mermeri kullanılmış. Hemen yanında ise Athena Nike Tapınağı bulunuyor.

M.Ö. 5.yy’da yapılmış olan tapınak, Yunan ordusunun zaferini simgeleyen ve betimleyen frizler ile süslü bir alınlık ve bunu destekleyen altı tane sütundan oluşan bir yapı imiş. Osmanlı döneminde yıkılmış ve yerine bir su bataryası inşa edilmiş. 19.yy’da batarya kaldırılarak orijinal yapının kalıntıları üzerine yeniden inşa edilen tapınak, zafer tanrıçasına adanmış.

Klasik Atina fotoğraflarının bir numaralı öğesi olan Parthenon Tapınağı’na yaklaşıyoruz. Bu tapınak, dünyanın en ünlü arkeolojik kalıntısı olarak kabul ediliyor. Demin Propylaea’nın kemerlerinde gördüğümüz pentelik mermerine buradaki sütunlarda da rastlıyoruz.



M.Ö 4.yy’a tarihlenen yapı, tapınak özelliğinin yanında kentin hazinesini de bünyesinde barındırırmış. 6.yy itibariyle kilise olarak kullanılan tapınak, Osmanlı döneminde cami ve ardından barut deposu olarak iş görmüş. Venedik toplarının sebebiyet verdiği büyük bir patlama sonucunda tapınağın merkezi, pek çok sayıda sütunu ve frizi yok olmuş. 46 dış ve 19 iç sütundan oluşan tapınağın gördüğü en büyük hasar bu olmuş. Hangi sivri akıllı, şehrin en açık ve menzili uzun toplar için en savunmasız, kabak gibi ortada olan tepesini barut deposu olarak kullanmayı düşünmüş, çok merak ettim doğrusu?  



Akropolis’te dikkat çeken diğer tapınak ise Erekhtheion. M.Ö. 5.yy’ın sonlarında yapılan yapınak, alışılmış Yunan tapınaklarının aksine iki farklı kotta inşa edilmiş. İsmi ise Yunan kahramanı Erikhthonios’a adanan başka bir tapınaktan geliyormuş. Parthenon ve Erekhtheion ile birlikte Akropolis’in neredeyse tüm nadide yapılarının birçok parçası zamanla Londra’daki British Museum’a yürümüş.



Kalanları görebilmek için Akropolis’in dibindeki Akropolis Müzesi’ne gidiyoruz. Müzenin kurulduğu binanın altında da tarihi kalıntılar var ve hem içerisinde hem de dışarısında birçok alanda cam zemin üzerinde yürüyerek altınızdan geçen tarihe tanıklık ediyorsunuz.

Giriş ücreti 5 Euro olan müzede fotoğraf çekmek yasak. Müze, Akropolis’in ünlü tapınakları ve giriş kapısına göre temalandırılmış ayrı bölümlerden oluşuyor. Bir bölümde Propylaea’dan getirilen eserleri görüyorsunuz diğerinde ise Nike Tapınağı’ndan.

Birinci kata çıkan geniş hol ve merdivenlerin ardından karşımıza çıkan Arkaik Galeri bölümündeki eserler dikkat çekiyor. İki aslanın bir boğaya saldırmasının betimlendiği figür ve iki tarafındaki üç vücutlu canavar ile Poseidon’un oğlu Triton’u uzun uzun inceledik.

Erekhtheion ile ilgili bölümde, zamanında tapınağın güney verandasına yerleştirilmiş olan altı karyalitten beşini görebilirsiniz. Altıncısı ise her ne hikmetse British Museum’da ortaya çıkıvermiş.

Uzun vakit ayrılması gereken müzenin en etkileyici kısmı ise Parthenon Tapınağı’na ait eserlerin sergilendiği üst katı. Bu kata çıkar çıkmaz gösterilen kısa süreli belgeseli izlemeyi ihmal etmeyin. Eserleri incelemeye başlayınca fark ediyorum ki müze, Parthenon’un gerçek boyutlarına göre inşa edilmiş. Tapınağın dört ayrı cephesinden alınan eserler aslına uygun şekilde yerleştirilmiş ve aralarda kaybolan parçaların hacimleri de hesaplanarak mevcut eserlerin birbirlerine olan konumları gerçeğine uygun olarak sunulmuş. Ne harika bir fikir!

Metro ile Syntagma Meydanı’na geçerek hemen üzerinde bulunan Parlamento Binası’nı görüyoruz. Atina’da metro kullanımı çok kolay ve 1,20 Euro’ya satılan biletlerin 70 dakikalık süresi var. Parlamento ile meydan arasındaki ana yolun dibinde onlarca evsiz yatıyor. Serbest çağrışım olarak Suriyeliler geliyor aklıma ama ekonomik krizin etkilerini henüz silemeyen Yunanistan’ın göçmen kabul edeceğini hiç sanmıyorum. Evsizler neyin nesiydi anlayamadım vallahi.



Parlamento Binası önündeki askerlerin nöbet değişimine denk geliyoruz. Nöbetini yeni gelenlere terk eden iki asker araç yolu boyunca kaz adımı yürümeye başlıyor. Bizim istikametimiz Atina’nın Nişantaşı’sı olarak bilinen Kolonaki ama askerler ile o kadar uzun yürüdük ki onlar da bizimle gelecek sandık bir an.

Kolonaki’yi Nişantaşı’na benzeterek doğru bir tespit yapmışlar ama burası daha ufak. Günlerden pazar olması sebebiyle çoğu mağaza kapalı ve etrafta in cin top oynuyor. Kolonaki Meydanı’na çok yakın olan Tsakalof Sokağı’ndaki hareketlilik dikkatimizi çekiyor. Sokağın ortasında arka arkaya birkaç mekân var ve kalabalıklar. Meat-meat-meat the Grill isimli mekân, iki lezzetli koca burger ve iki biraya sadece 13,50 Euro hesap almasıyla gönlümüzde taht kuruyor.

Yemeğin ardından metro ile Syntagma Meydanı’na dönerek hemen aşağısından başlayan Ermou Caddesi’ne giriyoruz. Araç trafiğine kapalı olan cadde için Atina’nın İstiklal Caddesi deniyormuş ama bu sefer tutmadı. İstiklal’e benzemiyor değil ama sadece 400 metrelik ufak bir kesiti diyelim o zaman.

Kısa sürede Monastraki Meydanı’nda buluyoruz kendimizi. Atina, gezmesi çok kolay bir şehirmiş. Her yerin ucu başka bir turistik noktaya çıkıyor.

Her daim kalabalık olan Monastraki Meydanı’nda eski bir kilise var. Bitişiğinde bulunan Hadrian Kütüphanesi ise Akropolis için aldığınız biletler ile gezilebilecek noktalardan biri.

Akropolis’in Monastraki’ye bakan yakasında bulunan Atina Agorası’nda dolanıyoruz. Kelime anlamıyla agora, antik Yunan kentlerinde, şehirle ilgili politik, dini, ticari her türlü faaliyetin gerçekleştiği, tüm kamu binalarının etrafında sıralandığı halka ait geniş açık alan anlamına geliyor.



Burada dikkati çeken yapılardan biri Attalos’un Stoa’sı. Stoa, Antik Yunanistan mimarisinde bir sokak ya da agoranın yanında yer alan, üstü kapalı ve sütunlu galerilere verilen ad. Yönetim ve ticaret merkezleri olarak kullanılmakta olup halka açık bir yer olan mekan ciddi bir restorasyon görmüş. Üst katında sergilenen maketlerde, Akropolis’in tarih içerisindeki değişimine şahit olabilirsiniz.

Stoa’nın karşısında, Parthenon’un ufak bir kopyası gibi duran yapı ise Haphaistos Tapınağı’dır. M.Ö. 5.yy’a tarihlenen yapı, ismini Yunan mitolojisinde tanrılar için demircilik zanaatıyla uğraşarak silahlar ve zırhlar üreten ateşler tanrısı Haphaistos’tan almış.

Akşam yemeğine kadar olan vaktimizi Plaka – Monastraki arasında öldürüyoruz. Dün akşam memnun ayrıldığımız Dia Tafta’nın bulunduğu sokağın başındaki Euxapis’te yiyeceğiz yemeğimizi. Burası da dünkünü aratmıyor ve bol uzolu, sazlı sözlü yemeğimiz esnasında mekânda çalışan garsonlar ile kaynaşıyoruz. Geçen hafta Asteras-Beşiktaş maçı için gelen Türklerden dolayı adım atacak yer yokmuş Monastraki’de. Bölgedeki tavernalarda fiyatlar hemen hemen aynı ve kişi başı 25-30 Euro’ya başlangıcından salatasına, ana yemeğinden uzosuna kadar yiyip içmek mümkün. İkram olarak sunulan tatlılar da cabası.



Gecenin kapanışını Atina’nın modern gece hayatının kalbinin attığı Gazi’de yapıyoruz. Bölgeye, Monastraki’den yürüyerek ya da 3 numaralı metro hattında bulunan Kerameikos durağından ulaşılabilir. Sağlı sollu barların sıralandığı Gazi’den ve kasıntı ortamından hoşlanmadığımız için fazla durmuyoruz. Atina’ya İstanbul’un piyasa semtlerinden esintiler görmeye gelmedik sonuçta.

4.GÜN: ATİNA

Bugünkü programımız daha seyrek ve kısa ama önce ufak bir sorunu halletmem lazım. Önceki uçuşlarımızda valizimizin 19 kg olduğunu fark etmiştim ve bu durum Olympic Air ile Aegean Air için sorun değildi. Yarın sabah ise Selanik’e Ryan Air ile uçacağız ve 15 kg’lik bagaj hakkı satın almıştım. Ryan Air affetmez, anında yerleştirir 20-30 Euro’yu vallahi. Kabin bagajı hakkımız ise sınırsız olduğu için parayı Ryan Air’e hibe etmektense ufak bir valiz alayım diyorum. Plaka’daki tonton bir amcadan 35 Euro’ya kabin boyu, gayet de kaliteli bir valiz alarak güne başlıyoruz. Kahvaltı için adresimiz yine Cafe Plaka oluyor.



Otelimize iki dakika mesafedeki Hadrian Kapısı’ndan geçerek Zeus Tapınağı’nın olduğu alana varıyoruz. Zeus Tapınağı’nın tamamlanmış hali, dün gördüğümüz Panthenon’dan bile büyük. İki sıra halinde, 8 sütun genişliğinde ve 21 sütun uzunluğunda olmak üzere toplam 104 devasa sütundan bugün sadece 15 adedi ayakta kalabilmiş.



Şehrin yönetimini Hadrian ele geçirince, Atina’yı ziyaretinin ardından yarım kalan tapınaktaki çalışmaları devam ettirmiş. Tapınak, Hadrianapolis adı verilen yeni bir yerleşim yerinin de merkezi olmuş.

İşte bu yüzden İmparator Hadrian’ı onurlandırmak için demin bahsettiğim Hadrian Kapısı yapılmış. 18 metre yüksekliğindeki yapının Akropolis’e bakan yüzünde ‘Burası Atina, Theseus’un antik kenti’ yazarken Zeus Tapınağı’na bakan kısmında ise ‘Burası Hadrian’ın kenti, Theseus’un değil’ yazması manidar.

Tapınağın giriş kısmındaki bilgilendirme panolarında orijinal planı ve şu an ayakta kalan sütunlarının hangileri olduğunu görebilirsiniz. Planı iyice belledikten sonra tapınağa dönüp orijinal halinin nasıl bir şey olduğunu hayal ettiğinizde ‘insan gerçekten hayret ediyor’ ama en keyifli kısmı, Akropolis ile arka arkaya aynı düzleme getirip ikisini birden fotoğraflamak oldu.



Kısa bir yürüyüşün ardından dünyada tamamıyla mermerden inşa edilmiş tek stadyum olan Panathinaiko Stadyumu’na varıyoruz. Atina’daki ilk modern olimpiyatlara ev sahipliği yapmış olan stadyum, 2004 Yaz Olimpiyatları’nda okçuluk müsabakalarına da kapısını açtı.



Atina’daki son turistik durağımız, şehri çok yukarılardan izleyebileceğimiz Lykavittos Tepesi olacak. Tepeye ulaşmak için 3 numaralı mavi hat üzerindeki Evangelismos durağına ulaşıyoruz metro ile. Bu durağın dibinde bir füniküler varmış diye okuduk internette ama bulamıyoruz. Gazete bayiine sorarak adamın tarif ettiği istikamette yürüyoruz metro durağının karşısındaki Marasli Sokağı’nda. Bir süre sonra yürüme işi tırmanmaya dönüyor, yol bitiyor ve merdiven çıkmaya başlıyoruz. Allahtan dibindeymiş metro durağının. Bilsem taksiyle çıkardık yukarı.

Sıradaki fünikülere biletlerimizi (7 Euro/kişi) alarak çıkıyoruz tepeye. Buradan manzara hakikaten çok güzel görünüyor. Akropolis’i bile kuşbakışı izliyoruz. Etrafı izlerken iki Yunan askeri tepeye gelip gönderde asılı olan Yunan bayrağını indiriyorlar. Askerlerin biri bayrağı indirirken diğer selam duruyor. Bayrağın yenisini de takmadılar. Gönder hiç boş durur muymuş? Vallahi olsa yanımda çekecektim hemen Türk bayrağını!



Ufak bir de şapele ev sahipliği yapan tepedeki restoranda birer bira sipariş ederek iki gündür gezdiğimiz yerlere bakıyoruz. Güneşi burada batırdıktan sonra acıktığımızı hissediyor ve artık bizim mahalle olan Plaka’ya dönüyoruz.

İki gündür Monastraki’de yedik akşam yemeğini, bu gece ise Plaka’da olmaya niyetimiz var. Sabah kahvaltılarını yaptığımız Cafe Plaka’nın tam karşısında olan ‘Stamatopoulos Tavernası’ dikkatimizi çekmişti daha evvel. İki akşamdır önünden geçip duruyoruz ve içerisi her daim şen şakrak. Dün gece otele dönerken sirtaki eşliğinde tabaklar havalarda uçuşuyordu. Bu restorana niyetleniyoruz ama bugün kapalıymış. Ne şans ama! Yapacak bir şey yok diyerek Monastraki’ye gidiyor ve dün gece oldukça memnun kaldığımız Euxapis’in yolunu tutuyoruz.



Bu arada Plaka ile Monastraki arasında sürekli geçiş bölgesi olarak kullandığımız Roma Agorası’nın etrafı geceleri otçu tayfasına hizmet ediyor ama geç saatlerde bile defalarca geçmemize rağmen rahatsız eden olmadı.



Fatih Sultan Mehmet’in 1458 yılında Atina’yı fethinin anısına yapılan Fethiye Camii’de Roma Agorası içerisinde yer alıyor. Atina’nın Avrupa başkentleri arasında ibadete açık camisi olmayan tek şehir olması üzücü ama son yıllarda iki ülke arasında kurulan yakın temaslar neticesinde restorasyon çalışmalarına başlamış.

Euxapis’in kapısında karşılıyor bizi ‘bacanaki’. Dün gece Türkçe ve Yunanca’daki ortak kelimeler üzerine başlayan sohbetimiz son hızıyla devam ediyor. Mekâna teşrif etmemizle beraber ‘Ninanay’ çalmaya başlıyor saz ekibi. Turist yolmaya değil samimi olmaya çalışan insanların bulunduğu bir mekân olan Euxapis’ten bir kez daha memnun ayrılıyoruz.

5.GÜN: ATİNA – SELANİK

Atina günlerimiz hızlı ve heyecanlı geçti. Hafta sonu kaçamağı için bile gelinir buraya. Sırada ise Ata’mızın doğduğu şehir olan Selanik var. Bir saatlik uçuşu Ryan Air’e ekstra para kaptırmadan tamamlıyoruz.

Terminal çıkışındaki duraktan kalkan 78 numaralı otobüs, yarım saat gibi bir sürede ve kişi başı 2 Euro’ya şehir merkezine götürüyor bizi. Kısa bir yürüyüşün ardından Roma Forumu ile St. Demetrius Kilisesi arasında kalan otelimiz Orestias Kastorias’a varıyoruz.

Yunan Makedonyası bölgesinin yönetim merkezi olan Selanik, Yunanistan’ın ikinci büyük şehri. M.Ö. 315 senesinde Makedonya Kralı Cassander tarafından kurulan şehir, Makedonya Krallığı’nın yıkılmasından sonra M.S. 168’te Roma Cumhuriyeti’nin egemenliğine girmiş. İlerleyen zamanlarda ise Egnatia Yolu üzerinde olmasından dolayı önemli bir ticaret merkezi haline gelmiş.

Bizans ve Latin İmparatorlukları hâkimiyetinde de kalan şehir, 1430 yılında 2.Murat’ın komutasındaki bir ordu ile fethedilip Osmanlı’ya bağlanmış. Fethin ardından 15.yy’da Anadolu’dan oldukça fazla sayıda Türk getirilip bu bölgeye yerleştirilir. Yahudi, Hristiyan ve Müslümanların beraber yaşadığı şehir, 500 seneye yakın Osmanlı İmparatorluğu egemenliğinde kalır.

Selanik’in bizim için tarihsel anlamda bir diğer önemi ise Jöntürk hareketinin büyük ölçüde burada gelişmiş olmasıdır. Ayrıca 1909 senesinde tahttan indirilen 2.Abdülhamit de sürgün olarak buraya gönderilmiştir ancak üç yıl sonra Balkan Savaşları’nda kent Yunanistan’a bağlanınca tekrar İstanbul’a gönderilmiştir.

Valizden kurtulup kentin ana yaya caddesi olan Aristotelous’a atıyoruz kendimizi. Cadde üzerinde ‘Tis Aristotelous’ isimli dönerciyi keşfediyoruz ve ‘gyros’ sipariş ediyoruz. Dilerseniz dürüm şeklinde sardırarak alıyorsunuz ve içerisine patates, domates, soğan koydurabiliyorsunuz. Ufak bir ekstra ücret ile haydari-cacık karışımı olarak tanımlayabileceğim ‘tzatziki’den de koydurdunuz mu süper oluyor. Tıka basa yedik ve sadece 12 Euro tuttu.



Aristotelous Caddesi’ni dikine kesen Tsimiski, Ermou ve Egnatia caddeleri etrafında geçiyor hayat. İzmir’in Kordon’unu andıran sahil yolunun ismi ise Nikis Caddesi.

Sahile doğru yürüyünce kentin en ünlü meydanı olan Aristotelous Meydanı’na ulaşıyoruz. Meydandan tren garına doğru yürüyerek gece hayatı ve elit mekânlarıyla ünlü Ladadika’ya gideceğiz.



Ladadika, Selanik gece hayatının kalbinin attığı bir bölge ama sezon sonu olmasından dolayı neredeyse her yer kapalıydı. Yağmur da hızlanınca kendimizi ufacık bir mekân olan ‘Lena’s Bistro’ya atıyoruz. Bakıyorum ki 50 cl’lik bira 4 Euro, yağmur ise dinecek gibi görünmüyor. Hiçte şikayetçi değilim bu durumdan.

6.GÜN: SELANİK

Selanik’teki tek tam günümüze Ata’nın evi ile başlayacağız. Otelimizin hemen üzerinde olan St. Demeterius Kilisesi’ne hızlıca göz atarak aynı isimli caddede yukarıya doğru yürümeye başlıyoruz. Kısa bir süre sonra solumuzda kalan Selanik Başkonsolosluğu’muzun hemen arkasında ise Atatürk’ün evi bulunuyor. Doğru yerde olup olmadığınızı civarda her daim nöbette olan polislerden de anlayabilirsiniz.



Zile basıyor ve görevli tarafından nazikçe karşılanıyoruz. Çocukluk ve gençlik yıllarını bu evde geçiren Atatürk için ana ocağına geri dönmek nasip olmamış. Yıllar sonra, 10.Yıl Nutku’nda ‘Keşke Selanik’i de Misak-ı Milli sınırları içerisine alabilseydik’ şeklinde hayıflanmasını hatırlıyorum.

Mübadelenin ardından Yunan bir işadamı tarafından satına alınan ev, daha sonraları Yunan hükümeti tarafından alınarak Türk hükümetine armağan edilmiş. Uzun yıllardır diplomatik nedenlerden dolayı ağır giden restorasyon işleri tamamlanmış.

Bazı bloglarda Atatürk Evi’nde görecek pek bir şey olmadığını ve gidenlerin hayal kırıklığına uğradığını okumuştuk. Atatürk’ün doğduğu evdesiniz, daha ne görmeyi bekliyorsunuz?

Evet, müzede Atatürk’ün kişisel eşyalarını ve okul karnelerini kapsayan pek az obje var ama ev, aslına uygun şekilde çok güzel yenilenmiş, eski eşyalar kaldırılarak oldukça minimalist bir sunum amaçlanmış. Evin dört bölümü, Atatürk’ün hayatının büyük bölümünün geçtiği dört farklı şehirdeki yaşanmışlıklarını esas alarak dekore edilmiş. Bu şehirler kronolojik sırasına göre Selanik, Manastır, İstanbul ve Ankara. Atatürk’ün gençlik ve erişkin halleri ile Zübeyde Hanım’ın balmumu heykellerinin de sergilendiği müzeyi beğendik.



Deniz tarafına doğru yürüyerek ara sokaklardan Rotunda’yı buluyoruz. İmparator Galerius için 306 yılında inşa edilmeye başlanmış olan yapı sonraları kilise, Osmanlı döneminde ise cami olarak kullanılmış. Rotunda’nın hemen altında ise Galerius Zafer Takı bulunuyor.



Aynı istikamette devam ederek kısa sürede Kordon’a ulaşıyor ve Kanuni Sultan Süleyman döneminde bölgenin savunması amacıyla inşa edilen Beyaz Kule’yi görüyoruz. Selanik’in simgesi olarak kabul edilen kule, Balkan Savaşları’nın ardından sembolik bir vaftiz töreniyle beyaza boyanmış. İlerleyen zamanla boyası dökülen kule, eski rengini almıştır.



Paralia denen Kordon bölgesinde gezerek Ayasofya Kilisesi’ni buluyoruz. Kiliseden çok etrafındaki martılar ilgimizi çekiyor. Dön dolaş gene Aristotelous’tayız. Caddenin çok yakınında bir halk pazarı var. Pazarda turlayarak etraftaki eski Osmanlı yapılarını da gördükten sonra Eleftheriou Venizelou Caddesi’ni atıyoruz kendimizi.



Şu ana kadar gezdiğimiz bölge Yeni Selanik kısmıydı. Bu caddedeki otobüs durağından 23 numaralı otobüse binerseniz Eski Selanik’e ve bu bölgedeki Vlatadon Manastırı’na ulaşabiliyorsunuz. Tek kullanımlık otobüs biletleri 1 Euro, 70 dakika geçerli olanlar ise 1.20 Euro olarak fiyatlandırılmış.



Dar sokaklar ve eski Selanik evleri arasından döne döne tırmanıyor otobüs. Manastırın olduğu durakta inerek içerisini geziyoruz. Manastırda görecek pek bir şey yok ama seyir terasından kuşbakışı Selanik manzarası var.

Manastırdan çıkarak aşağılara doğru yürüyoruz ve birbirinden güzel Selanik evleri görüyoruz. Bir süre sonra otobüse biniyor ve merkeze ulaşıyoruz.

Akşam yemeği için tekrar ‘Tis Aristotelous’tayız ve gyros’un biri giderken souvlaki’nin diğeri gelmesine rağmen hesap gene 15 Euro’yu geçmiyor. Aslında yemek için Ladadika bölgesinde gitmeyi düşündüğümüz bazı restoranlar vardı ama ölü sezonda olmanın azizliğini yaşadık. Çok methini duyduğumuz ‘Zythos’a biz gidemedik, siz gidin efendim.

Gecenin kapanışını Kordon’da yapmaya karar veriyoruz. Sahil boyunca sıra sıra dizilmiş olan kafeterya ve barlar tıka basa dolu. Tercihimizi ufak bir işletme olan ‘Boulevard 23’ten yana kullanıyoruz. Hava yağışlı ama dışarıdaki masaların üzeri kapalı ve ısıtıcı da koymuşlar. Yan masamızdaki üç bayanın oyununu ve yoldan gelip geçene salça olmasını izliyoruz.



7.GÜN: SELANİK – KAVALA – SOFYA

Gezimizin buradan sonraki rotası aslında plansızdı. Kiralık bir araç alıp sabahtan akşama kadar Kavala, İskeçe, Gümülcine, Dedeağaç hattını gezip aynı gün geri dönmeyi planlıyordum ki hepsinin bir günde olmayacağını fark etmemle beraber vazgeçtim.

Dün havalimanından bindiğimiz 78 numaralı otobüs, şehir merkezinden geçerek ‘KTEL Macedonia’ isimli otogara kadar gidiyor ama biz otelimize yakın olan Egnatia Caddesi üzerinden 31 numaralı otobüse binerek yirmi dakikada otogara ulaşıyoruz.

Kavala’ya saat başı otobüs var. Eleftheroupoli üzerinden gidenler 2,5 saatte, ekspres seferler ise iki saatte Kavala’ya ulaşıyor. Ücret ise kişi başı 15 Euro ve biletler otogardaki bilet satış ofisinden alınabilir. http://ktelmacedonia.gr/en/routes/&tid=17

Yol boyunca çok güzel manzaraları izleyerek öğle saatlerinde varıyoruz Kavala’ya. Her gün Sofya’ya otobüs olduğunu internetten saptamıştım ama online bilet almak mümkün olmadığından yer olup olmayacağı endişesiyle bilet satış gişesine yanaştık. Neyse ki yer varmış ama hareket saati internet sitesinde yazdığı gibi 15:30’da değil, 16:00’daymış. Bizimde işimize geldi bu durum. http://www.bgrazpisanie.com/en

Kişi başı 30 Euro’ya biletlerimizi aldıktan sonra rıhtım bölgesinde dolaşmaya başlıyoruz. Rıhtımın diğer ucunda birkaç restoran var ve sarı tabelalı ‘Aro Taverna Andres’ın garsonu bize el kol ediyor.



Sabah kahvaltıda yapmadık zaten, neye denk geleceğimizi bilmeden daldık içeri. Herkes Türkçe konuşuyor burada ve menülerde Yunan alfabesine maruz kalma zorunluluğu olmaması güzel. 

Önden gelen balık çorbaları gayet güzel olmasına rağmen kalamar ve karides sıradandı. Patates kızartması ve içecekler ile tamamladığımız yemeğimiz 50 Euro civarı tuttu. Bu restoranın standartları için bizce pahalı.

Restorandan ayrılarak yukarı çıkan ana caddeye giriyoruz. Caddenin girişinde eski adıyla Pargalı İbrahim Paşa Camii, şimdiki adıyla ise Agios Nikolaos Kilisesi bulunuyor. Tam karşımızda ise 16.yy’da Kanuni Sultan Süleyman döneminde yaptırılan su kemeri var.



Kemerin altındaki yol tabelası dikkatimi çekiyor. Aynı tabelayı otobüsteyken Kavala’ya giriş yaptığımızda da görmüştüm. Kemerin altından 460 km daha gidince ‘Konstantinoupolis’e varıyormuşsunuz. Tabelanın üzerindeki Bizans arması da cabası.



Rodos ve Atina’da rastladığımı hatırlamıyorum ama Batı Trakya’nın tamamında gördüğümüz resmi binalar ve kiliselerin kapılarının bir tarafında Yunan bayrağı varsa diğer tarafında da Bizans bayrağı bulunuyor.

Aheste adımlar ile Kavala’nın eski şehir bölgesine tırmanmaya başlıyoruz. Çok geçmeden sağımızda İmaret Hotel’e denk geliyoruz. Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından yaptırılan imaret, zamanında mektep, medrese ve aşevi olarak kullanılmış olup günümüzde Yunanistan’ın en değerli oteli olarak kabul görüyor.

1817’de inşa edilen imaretin sıra sıra kurşun kubbeli mimarisini İstanbul’daki Topkapı Sarayı’nın bir minyatürüne benzetiyoruz. Kavala’da konaklayacak olursanız ne yapın edin bu otelde kalın.

Biraz daha yürüyünce şu an müze olarak hizmet veren, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın evinin olduğu meydana çıkıyoruz. Buradaki seyir terasından liman çok güzel gözüküyor.



1387 yılında Osmanlı hâkimiyetine giren Kavala, 1912 yılındaki 1.Balkan Savaşı ile Bulgarların, 2.Balkan Savaşı ile de Yunanların eline geçmiş. Kurtuluş Savaşı’nın ardından aldığı göçler ile büyüyen kent, tarım ve endüstri alanlarında ilerleme kaydetmiş.

Kavalalı Mehmet Ali Paşa ise memleketi olan kentte oldukça sevilir olmuş. ‘Düşmanımın düşmanı dostumdur’ şeklinde düşünmüş olsalar gerek, zamanında Osmanlı’ya karşı isyan çıkaran ve askeri açıdan oldukça başarılı olan paşaya ait çok hatıra var Kavala’da.





Tarihi Kavala Kalesi’ni çıkmaya üşendik ama sonradan da pişman olduk desem yeridir. Şirin sokaklarda dolaştıktan sonra limana dönüyoruz.



Yemek yerken köşe başındaki gazete bayiinde ‘Kavala kurabiyesi bulunur’ yazısını görmüştüm ama gazetecideki kurabiyelerin bayat olabileceğini düşünüp almamıştım. Otogarın karşısındaki pastanede aynı kurabiyelerden görüyorum. ‘İosifidis’ markalı kurabiyelerin 500 gramlık kutuları 4,5 Euro ve üç adet alıyoruz.

İstanbul’a döndüğümüzde tadına baktığımız kurabiyelerin nasıl bir şey olduğunu oradayken bilseydim herhalde bir on kutu kadar alırdım.

16:00’a doğru otogara dönüyoruz ve bizim otobüsün nerede olduğunu soruyorum. ‘Kaleia’ isimli firmanın ‘otobüsü’ dışarıdaymış meğerse. Binadan çıkar çıkmaz gördüğüm ise okul servisine benzeyen 14-15 kişilik bir minibüs. Bununla mı gideceğiz altı saatlik yolu?

Kış sezonu olduğu için talep azlığından ötürü ufak araç çalışıyormuş. 300 km yol bakalım nasıl geçecek bununla. Yolculuk başlıyor, arkamızda çat pat Türkçe bilen, çeneleri hiç susmayan ve arada konyakları yuvarlayan yaşlı dayılar, önümüzde ne idüğü belirsiz elemanlar, onların önünde iki kokoş hatun ve çokbilmiş şoförümüzle yollardayız.

Sınır geçişi kısa sürüyor ve bir benzinlikte mola veriyoruz. Bu arada minibüsümüzü fotoğraflıyorum. Sınıra yakın bir benzinlik olmasından dolayı para değişimi de yapılıyor ve bu gecelik yetecek kadar Bulgar Levası alıyorum.



22:00 gibi Sofya’nın Serdika otogarına varıyoruz. Yarın geceki İstanbul otobüsü için bilet almamız lazım. Otogarda, Hun Turizm, Has Turizm, Metro’nun yanı sıra Alpar Turizm ve Ulusoy’u da gördüm sanırım. Hun Turizm ve Has Turizm’de biletlerin 40 leva olduğunu okumuştum ama tanıdık firma olsun diyerek Metro’dan kişi başı 50 levaya biletlerimizi alıyoruz.

Otogarın dibindeki metro istasyonundan üç durak mesafedeki NDK’ya varmamız kısa sürüyor. Sofya’nın hepi topu iki metro hattı var ve NDK durağı, şehrin en ünlü caddesi olan Vitosha Bulvarı’nın başlangıcında bulunuyor.

Vitosha’nın bir paralelinde olan Hristo Belchev Sokağı’ndaki Guest House 32’yi buluyoruz. Yunan alfabesinden kurtulduk derken Kiril alfabesi’ne çattık. Kiril alfabesine Makedonya’dan sonra herhalde bir daha rastlamam diyordum ama kısmet burayaymış.



Guest House 32, yeni restorasyondan geçmiş ve Vitosha Bulvarı’na bir dakika mesafede olan güzel bir hostel. Radoslav’dan şehir ile ilgili ipuçlarını alarak dışarı çıkıyoruz. Vitosha üzerinde bir şeyler içtikten sonra dinlenmeye çekiliyoruz.

8.GÜN: SOFYA - İSTANBUL

Selanik’te iken biraz üşümüş ve Sofya’nın daha soğuk olacağını düşünerek eldiven almıştık H&M’den. İyiki de almışız çünkü burada kuru soğuk var. Ankara’yı hatırlattı bize.

Sofya’nın tarihi bayağı eskilere dayanıyor. M.Ö. 7. ya da 8. yy’da bu bölgede Serdi isimli Trakyalı bir kabilenin yaşadığı söylenir. M.S. 9.yy’da Slav akınlarına maruz kalarak tamamen Slavlaşan bölge, 13 ila 19.yy’lar arasında Osmanlı egemenliğinde kalır. 1879 yılında ise Bulgaristan’ın başkenti olarak ilan edilir.



Vitosha Bulvarı’ndan yukarıya doğru yürüyerek kısa sürede Sveta Nedelya Kilisesi’ne varıyoruz. Kiliseden hemen önce solumuzda kalan büyük yapı ise Sofya’nın merkez adliyesiymiş.



Yeşil kubbeli dini yapıları en son Belgrad’da görmüştük. 10.yy’da inşa edildiği tahmin edilen bu ufak kilise bizi biraz hayal kırıklığına uğratıyor.

Aynı istikamette devam ederek Serdika metro istasyonunun olduğu alana varıyoruz. Karşımızdaki bina, Sofya’nın ilk alışveriş merkezi olan TZUM ve sağımızda Parlamento Binası’nı görüyoruz.



Buradaki kavşakta trafik ışıkları yok. Karşıya geçmenin tek yolu Serdika metro istasyonuna inmek ve diğer ucundan tekrar yukarı çıkmak. Aşağı indiğimizde birçok hediyelik eşya satan dükkân görüyoruz. Günümüzün kalanında magnet alacak tek bir yer dahi bulmayacağımızdan akşamüstü buraya tekrar gelecektik.

Yukarı çıkar çıkmaz karşımızda Kodi Seytullah Efendi Camii’ne rastlıyoruz. 1576’da Mimar Sinan tarafından inşa edilen yapı, günümüzde Sofya’da ibadete açık olan tek camiymiş. Asıl isminin aksine ‘Banyabaşı Camii’ olarak anılıyor. Bunun nedeni,  çevresindeki abdesthane ve hamamdan ötürü halk arasında eskiden ‘banyo başı’ olarak adlandırılmasıymış. Faşist partiler tarafından zaman zaman saldırılara uğramış olsa da şehirdeki diğer camilerle aynı kaderi paylaşmayarak günümüze ulaşmayı başarabilmiş.



Caminin karşısında Sofya Merkez Kapalı Pazarı bulunuyor. Kahvaltı yapmak için kapalı pazara giriyoruz ve bir krepçi dükkânı buluyoruz. Atina’da yediğimiz krepler ne kadar muhteşem idiyse buradakiler de o kadar berbattı.

Çarşıda ilgi çekici bir şey bulamayınca hemen yanındaki Sofya Sinagogu’na geçiyoruz. Güneydoğu Avrupa’nın en büyük sinagogu olan yapı, Plovdiv’deki başka bir sinagog ile beraber Bulgaristan’da işlevine devam eden iki Musevi ibadethanesinden biriymiş. Kapalı olan sinagogu gezemedik. Geçen sene Novi Sad’da da aynısı olmuştu. Arkadaş, dünya gözüyle şöyle endamlı bir sinagog göremeyecek miyiz?



TZUM’un arkasındaki Parlamento Binası’na dönüyoruz. Parlamento Binası’nın önünde yol çatallaşarak ikiye ayrılıyor. Kesinlikle sağ tarafından devam eden ‘Tsar Osvoboditel Bulvarı’ndan yürüyün. Arnavut taşlı caddede ilerleyince bir on dakika sonra solunuzda şirin mi şirin Rus Kilisesi’ni göreceksiniz. Hemen yanındaki büyük bina ise Ulusal Tarih Müzesi oluyor. Aynı bulvarın yakınında görülebilecek bir diğer önemli yapı ise Ivan Vazov Ulusal Tiyatrosu’dur.

Rus Kilisesi’nin ilginç bir de hikâyesi var. 1878’de Berlin Antlaşması ile bağımsızlığını kazanan Bulgarlar, bu durumdan ötürü Rusya’ya büyük minnet duymaktadırlar ve bu kilisenin yerinde olan Saray Camii’ni yıkarak yerine kiliseyi yaparlar.



Bulunduğumuz noktadan Alexander Nevski Katedrali’nin ihtişamlı kubbelerini görebiliyoruz. Katedralin önündeki meydanda kendi halinde bir antika pazarı bulunuyor. Pazarda komünizm rüzgârları esiyor adeta. Sovyet döneminden kalma pullardan eski silahlara, KGB pasaportlarından eski savaş madalyalarına birçok ilginç eşya bulmak mümkün.



1912 yılında Neo-Bizans tarzda inşa edilen Alexander Nevsky Katedrali, 53 metre yüksekliğindeki altın kaplamalı kubbesi ile dikkat çekiyor. Mimari olarak çok benzemese de, dış cephesine hâkim olan yuvarlak hatları ve renkleri ile bana Belgrad’daki St. Sava Katedrali’ni hatırlattı. Yeşil ve altın renginin baskın olduğu kubbelere ayrı bir sempati duyuyorum sanırım.



Ortodoks mezhepli olan Bulgarlar, pek çok dini yapıyı İstanbul’un Ayasofya’sını örnek olarak inşa etmiş ve bu yeni mimari akıma Neo-Bizans adını vermişler. Katedralin dışı ayrı, içi ayrı güzel gözüküyor. İçerideki freskler hakikaten görülmeye değer. Sofya sonunda bizi etkilemeyi başardı.

Katedralin bulunduğu meydandaki ufak yapı ise Ayasofya Kilisesi’ymiş. 14.yy’da şehre adını da veren kilisesinin, 4-6.yy arasında yapıldığı tahmin ediliyor. ‘Sofia’ kelimesi, kutsal bilgelik anlamına gelmekteymiş.

Saat henüz 15:00 ve gezecek yerler bitti. Aslında şehrin dışında kalan tek gezi noktası olan Boyana Kilisesi ve hatta Vitosha Dağı’na bile gidebiliriz ama bizi genel olarak etkileyemeyen Sofya’ya daha fazla vakit ayırmak istemiyoruz.

Vitosha Bulvarı’na dönmeden evvelki son durağımız Slaveykov Meydanı oluyor. Bu küçük meydanı görmek elzem değil ama üzerindeki eski kitap satılan tezgâhlarıyla bizim ilgimizi çekti. Meydanın bir ucundaki bankta bulunan heykeller dikkatimi çekiyor. Baba ve oğul olarak Bulgaristan’ın önemli yazarlarından sayılan Petko ve Pencho Slaveykov ile koyu bir sohbete dalıyorum edebiyat üzerine.



Bu meydana eskiden ‘Kafene Başi’ deniyormuş. Sanırım bu isim ‘kahvehanebaşı’ndan türemiş çünkü zamanında burada bir kahvehane, camii ve iki Osmanlı karakolu bulunuyormuş.

23:00’daki otobüsümüze daha çok vakit var. Ne yapsak ne etsek derken bari alışveriş merkezi gezelim diyoruz. İnternetten kısa bir araştırma yapıyorum ve ünlü markaların bulunduğu ‘Sofia Outlet Center’ı buluyorum. Metro ile (1 Leva/bilet) kırmızı hattın son durağı olan ‘Tsarigradsko Shose’ye vardıktan sonra biraz yürüyoruz. Burası İstanbul’un Atatürk Havalimanı çevresine ya da daha çok Beylikdüzü semtine benziyor. Alışveriş merkezi, fuar alanları, yüksek binalar falan var.

Sofia Outlet Center’da aradığımızı bulamıyoruz. Outlet mağazalar var güya ama fiyatlar İstanbul’dan bile pahalı. Şehre dönüp bir de ‘Opalchenska’ metro istasyonunun yanı başındaki ‘Mall of Sofia’da deniyoruz şansımızı ama burada da bir numara yok.

Vitosha Bulvarı’na dönerek eli yüzü düzgün bir bistroya oturuyoruz. Mekân genç kaynıyor ve herkes muhabbette.  Otur otur vakit geçmiyor ve biletlerimizi 20.30’daki sefere aldırmak için Serdika Otogarı’na gitmeye karar veriyoruz. Otelden valizi kaptığımız gibi metrodayız.

Cebimde sadece metroya yetecek kadar Bulgar Levası bırakmıştım. İstasyondaki bilet gişesinde bulunan hanım, valizim için de bir bilet alamam gerektiğini buyurdu. Baktım laftan anlamıyor, sadece ikimiz için bilet alarak hanımefendiyi hiç umursamadan geçtik turnikeyi.

Bulgaristan, genel olarak Yunanistan’dan ucuz. Dört bira ve bir kahve için 20 leva ödedik Vitosha Bulvarı’ndaki kalburüstü bir mekânda. Yemek ihtiyacımızı ise çoğunlukla aynı bulvardaki McDonalds’tan hallettik. Çok şükür orada İngilizce konuşan birisini bulabilmiştik.

20:30’da başlayan yolculuğumuz gece yarısı itibariyle Kapıkule’de duraksıyor. Bugüne dek karayoluyla o kadar sınır geçtik, hiçbir yerde bizdeki gibi valizlerin x-ray cihazından geçirildiğini görmemiştim. Valizler bir yana, koca otobüsü ile hangar gibi bir yere alıp devasa bir x-ray cihazı ile taradı bizimkiler.

Bu esnada duty free’de beni hoş bir sürpriz bekliyordu. Müptelası olduğumuz mavi Barbayanni uzosunun 1 litrelik şişesini gördüğüm gibi kapıp kasaya koştum.

Sınırda beklerken dikkatimi ‘Edirne Kapıkule Gümrük Camii’ çekti. Gezimiz boyunca bazen sinirlerimizi bozan tabelalar ve iğneleyici ince detayların ardından sınırın hemen dibinde yüzünü Bulgaristan’a dönmüş camiyi görmek hoşuma gitmedi değil desem yalan söylemiş olurum.