15 Kasım 2017 Çarşamba

Orta Avrupa Gezisi (Ekim 2016) Como Gölü, Milano, Budapeşte, Bratislava, Viyana, Cesky Krumlov, Prag, Karlovy Vary, Dresden

Gene bir Ekim ayı, gene yollardayız…  Yılın bu zamanı şansımız hep yaver gidiyor havadan dolayı, bakalım bu sefer nasıl olacak. Bu seferki gezinin ilk durağı olan Como’da zaten beklemiyoruz bir sıkıntı ama sonraki günlerde kuzeye çıktıkça nasıl olacak göreceğiz bakalım. Aslında adı üstünde Orta Avrupa turu olan programımızda Como’nun olmaması lazım ama sağ olsun Pegasus, Milano’ya ucuz biletleri buldurunca dayanamayıp burayı da ekleyiverdik gezimizin başına.

1.GÜN:  İSTANBUL – MİLANO – COMO GÖLÜ

Euro bölgesi içerisinde en ucuz uçak bileti bulabildiğimiz başlıca şehirlerden biri olan Milano’yu gezilerimizin bir yerinde illaki ayak olarak kullanmaktan biz sıkıldık, Milano bizden sıkılmadı… Ama bu sefer vaktimiz yok merkezde oyalanmaya, belki Como dönüşü biraz turlarız.

Uçuşumuz yerel saat ile 13:30 gibi Bergamo havalimanına inmemiz ile son buluyor. Hiç vakit kaybetmeden havalimanındaki ATB shuttle (2,30 Euro/kişi) hizmetinden faydalanarak kısa bir sürede Bergamo tren istasyonunda buluyoruz kendimizi. Yüksek sezonda olmadığımızdan tren biletlerimizi bu sefer online almamıştık ancak yılın kalabalık zamanlarında Trenitalia web sitesinden biletleri almakta fayda var. Kişi başı 4 Euro’ya aldığımız biletlerimizle önce Monza’ya ve oradan aktarma yaparak (3,80 Euro/kişi)  Como San Giovanni tren istasyonuna varmamız iki saat kadar sürüyor.

Milano Bergamo havalimanı ya da nam-ı diğer Orio al Serio’dan Como’ya gitmenin elbet farklı yolları var ama biz en uygununu seçmiştik.  Mesela alternatif yollardan bir tanesi havalimanından Orio Shuttle isimli servis ile dilerseniz Milano Centrale’ye (kişi başı 5 Euro civarı) ya da Monza’ya (kişi başı 8 Euro civarı) ulaşım sağlayıp bunların birinden tren ile Como’ya  (kişi başı 4 Euro civarı) gidebilirsiniz. Havalimanından araba kiralamak ta güzel bir alternatif olabilir ancak yüksek sezonda pek tavsiye etmem. Göl etrafındaki yollar bazen tek şeride kadar düşebilecek darlığa inebiliyor ve o kalabalıkta biraz can sıkıcı olabilir araç kullanmak.  Bizim bulunduğumuz Ekim ayında ise gayet rahat kiralanabilirmiş araba.

Dünyaca ünlü Como’nun en popüler yerleşim bölgeleri, Bellagio, Varenna ve Menaggio isimli kasabaları. Bunların dışında daha yukarıda kalan ve son yıllarda popülerliğini arttıran başka kasabalar da var ancak çok mecbur değilseniz daha kuzeye çıkmanızı tavsiye etmiyoruz. Biz ise, araç kiralamadığımızdan ve kısıtlı zaman içerisinde gezmek istediğimiz yerlere rahat ulaşabilmek için toplu taşımanın başlangıç-bitiş noktası olan Como merkezinde kalmaya karar vermiştik.

İyi ki de böyle yapmışız. Tek tam günümüzü o kadar verimli geçireceğiz ki… Como San Giovanni tren istasyonundan kalacağımız otel olan In Riva al Lago’ya yürüyüşümüz yarım saat kadar sürüyordu. Aslında yarım saat kadar sürerdi demem lazım çünkü Como eski şehir merkezinden yürümek durumunda olduğumuz için sağa sola bakınmaktan bir saate yakın geçmiş. In Riva al Lago, düşük bütçeli gezginlere belli standartlarda konaklama hizmeti veren kendi halinde bir otel gibi. Konum olarak Como’nun ana meydanlarına, otobüs terminaline, rıhtım ve göl çevresini gezen teknelere, diğer tren istasyonu olan Como Nord Lago’ya ve meşhur fünikülere iki dakika uzakta olmasından mütevellit daha ne kadar merkezi bir yer seçebilirdik bilemedik.

 

Bugün zaten akşamı ettik yollarda. Günümüzün kalanını Como merkezini keşfetmek için harcayacağız. Yarın ise tüm gün göl etrafını ve meşhur kasabaları gezeceğiz. Hotele yerleşir yerleşmez atıyoruz kendimizi dışarı. Hava kararmadan yükseklere çıkmamız lazım…

İlk durağımız meşhur Como füniküleri ile çıkılan Brunate köyü. Nostaljik füniküler (5,50 Euro/kişi) ile harika manzaralar eşliğinde tepeye çıkmamız yedi dakika kadar sürüyor. Başka bir gün olsaydı tepeye çıkar çıkmaz keçi gibi yukarılara tırmanarak en yüksekteki Faro Voltiano isimli deniz fenerine çıkardık ancak yol yorgunuyuz. Fünikülerden dışarı adım atar atmaz karşımıza çıkan kafeteryada içeceklerimizi alarak güneşi batırmak daha cazip geliyor. Kısa molanın ardından biraz da etrafı turlayıp aşağı iniyoruz. 

  

Kalan saatlerimizi Como Katedrali’nin de bulunduğu Piazza Duomo, Como’nun bilinen diğer meydanlarından biri olan Piazza Cavour ve ismini pilin mucidi Como’lu fizikçi Alessandro Volta’dan alan Piazza Volta arasında gezinerek geçiriyoruz. Akşam yemeği için ise her zaman olduğu gibi yolculuktan evvel belirlediğim restoranların arasından Il Pomodorino’ya denk gelmemiz uzun sürmüyor ve tercihimizi buradan yana kullanıyoruz. Kasvetli dekorasyonu ile içimizi karartsalar da pizzaları hakikaten güzeldi.

2.GÜN:  COMO GÖLÜ

Bugün tam gün Como’nun en popüler kasabalarını ve villalarını gezeceğiz. Otelden dışarı çıkar çıkmaz kahvaltı yapacak bir yer arıyoruz. Yeşil tabelası ve sempatik sahibi ile Golosita isimli fırına komşuymuşuz neredeyse. Fırından yeni çıkmış taptaze börek ve kruvasanlar ile harika bir kahvaltı yaparak otobüs terminaline gidiyoruz. Günlük planımız şu şekilde;


İlk olarak C10 otobüsü ile Tremezzo’ya gideceğiz. Burada bulunan Villa Carlotta’yı görmeden Como’dan ayrılanları dövüyorlarmış o nedenle buradan başlayalım dedik.  Göl etrafındaki otobüs seferlerinin detaylarına http://www.sptlinea.it/content/en/home adresinden ulaşabilirsiniz. Ayrıca göl çevresi otobüs ulaşımıyla alakalı birçok pratik bilgiye http://comolakecomo.com/travelling-by-bus/ adresinden göz atmakta fayda var.

Günlük ulaşım için ihtiyacınız olan ‘extra urban’ otobüsler genellikle mavi ya da turuncu renkliler ve gezmeye, bizim gibi gölün batı yakasından başlayacaksanız en lazım olacak olan hatlar C30 ve C10 olacak. On kullanımlık çoklu biletler 13,50 Euro, tek kullanımlık biletler ise 3-4 Euro arasında.

Tremezzo’da bulunan Villa Carlotta ile biraz gerisinde kalan Lenno’daki Villa del Balbianello arasında bir seçim yapmamız gerekiyordu ve muhteşem bahçesi ile ihtişamlı koridorları sayesinde bizi büyüleyen Villa Carlotta’dan yana yaptık tercihimizi. Giriş için kişi başı 9 Euro ödediğimiz villanın içiydi, dışıydı, bahçesiydi derken iki saati yemişiz. Öğle olmadan devam etmemiz lazım.

  
  

Villa Carlotta’dan ayrıldıktan sonra biraz yukarı yürüyüp Cadenabbia kasabasından feribot ile karşı kıyıdaki Bellagio’ya geçebilirdik ama Bellagio’yu sona bırakmıştım. Hem dün tepedeki deniz fenerine yürümemenin vermiş olduğu kan kaynaması hem de havanın güzelliğine aldanıp ta Menaggio’ya kadar yürümeye karar verdik. Evet, deniz kıyısından harika manzaralar eşliğinde yürüdük ama bu yolun 5 km kadar olduğunu hiç tahmin etmemiştim. Günlük gezilerimizde akşama kadar 15-20 km’ler yapmaya alışığız ama ilk günden bu kadar yüklenince yorulduk tabi. 

 
 
  

Menaggio iskelesinden aldığımız biletler (4,60 Euro/kişi) ile Varenna feribotunu beklerken kafeteryada uzun yürüyüşün yorgunluğunu atıyoruz soğuk bir şeyler içerek. Ardından feribotumuz geliyor ve kısa bir sürede gölün diğer yakasına geçiyoruz. Varenna rıhtımı etrafında kısa bir tur atarak kaleye tırmanmaya başlıyoruz. Sanki buraya gelene kadar az yürümüşüz gibi…

 
  

Bir saati aşkın süren yürüyüşün ardından kaledeyiz. Yer yer patika orman yolları, yer yer şirin köy evleri arasından ulaştık tepeye. Oldukça keyifli bir yürüyüşün ardından kişi başı 4 Euro’ya biletlerimizi alıp içeri atıyoruz kendimizi. Daha adım atar atmaz kocaman bir baykuş karşılıyor misafirleri. Yaşayan nadir orman baykuşlarından biri olan Artu’ya selam verdikten sonra ilerliyoruz. Oldukça eski bir tarihi olan Castello di Vezio’nun bahçesinde çeşitli şahin, kartal, doğan gibi yırtıcı kuşlar görmek mümkün. Kalenin manzarası ise tabi ki çok etkileyici görünüyor. Buraya kadar çıkmışken San Giorgio Kilisesi’ne de bir göz atıyor ve ağır adımlarla aşağılara iniyoruz. 

 

Varenna’da görülmesi gereken bir diğer önemli yapı ise Villa Monastero ancak bizim gittiğimiz gün kapalıydı. Her villa farklı bir günde temizlik, bakım vs. amaçlı kapalı oluyor ve gitmeden bunlara dair bilgi edinmek elzem. Biz kapalı olduğunu biliyorduk ancak Como’da bir günümüz daha olsaydı Villa Monastero’yu da görebilmek için Varenna ve tüm doğu yakasındaki diğer irili ufaklı kasabaları sonraki güne bırakırdık.

   

Rıhtıma iniyor ve sahil boyundan kasaba içlerine doğru yürüyoruz. Daracık sokaklar, sanat galerileri ve hediyelik eşya dükkânları ile cezbedici bir havası var Varenna’nın. Merkezde kalmasaymışız burayı tercih edebilirmişiz. Akşamının da çok keyifli olacağı gibi bir izlenim bıraktı bende. Yürüyüşümüz esnasında 11.yy’dan kalma St.John the Baptist Kilisesi’ni de geziyoruz.14.yy’dan kalma freskler halen canlılığını koruyor.

   

Vallahi Varenna’dan ayrılasımız hiç yok ama vakit de geçiyor, daha Bellagio’yu göreceğiz. Kapanmadan Villa Melzi’yi görmemiz lazım o nedenle feribota atladığımız gibi ver elini Bellagio. Feribot seferlerinden de çok kısa bahsedeyim. En popüler üç kasaba olan Menaggio, Varenna , Bellagio ve hemen yakınlarındaki Cadenabbia aralarında bulunan feribot seferleri genelde kişi başı 4,60 Euro olarak ücretlendiriliyor. Bunun yanında arabalı vapur seferleri de var. Detaylar ve tarifeler için http://www.navigazionelaghi.it/eng/c_orari.asp adresinden bilgi alabilirsiniz.

   
 
  

Bellagio’ya ayak basmamız ile kısa bir rıhtım çevresi keşfi ardından Villa Melzi’ye yürümeye koyuluyoruz. 15 dakikalık bir yürüyüşün ardından kişi başı 6,50 Euro’ya biletlerimizi alıp Villa Melzi’nin etkileyici bahçesinde bir saatten fazla vakit harcıyoruz. Bellagio’yu da beğendik ama aklımız Varenna’da kaldı. Artık akşam olmak üzere ve Como’ya dönüş vakti. C30 otobüsüne atladığımız gibi harika manzaralar eşliğinde güneşi batırıyor ve merkeze dönüyoruz. Bu akşamki yemek tercihimizi otelin çok yakınında bulunan L’orologio Restaurant’tan yana kullandık. Deniz ürünleri makarnası, salata ve şaraptan oluşan hafif akşam yemeğimizden memnun kaldık.



Yarın öğleden sonra uçuşumuz var.  Erkenden otele dönüp ılık bir duşun ardından atıyoruz kendimizi yatağa ve uykuya dalmamız uzun sürmüyor. İyi yorulmuşuz. Yalnız öyle böyle değil, bayağı iyi yorulmuşuz.

3.GÜN:  COMO GÖLÜ – MİLANO – BUDAPEŞTE

Dün iyi yorulmuş olduğumuzu söylemiş miydim? Kafayı yatağa koyar koymaz deliksiz uykuya dalan sadece benmişim ama. Biraz fazla yürümüşüz ve hamlık Berna’yı fena vurmuş. Gece boyu kalça kemiği ağrısından doğru düzgün uyuyamamış ve sabah ta hala ciddi ağrısı vardı. Demek ki ‘biz nasıl olsa alışığız’ diyip ilk günden bu kadar yüklenmemek lazımmış. Bir ders daha öğrenmiş olduk.

Golosita’da hızlı bir kahvaltının ardından evvela tren ile Milano’ya ulaşıyoruz. Bu sefer bizim bulunduğumuz konuma göre şehrin diğer ucundaki Como San Giovanni’den değil, burnumuzun dibindeki Como Nord Lago’dan biniyoruz trene Allah’tan da sabah sabah o ağrıyla yürümek zorunda kalmıyor kızcağız.

Milano’da kendimi Luini Panzerotti’nin sıcacık ve leziz hamur işleri ile affettiriyorum Berna’ya. Artık bizim için bir klasik oldu her Milano’ya geldiğimizde o devasa ve ihtişamlı katedrale bile kafamızı kaldırıp bakmadan önce bu fırının yolunu tutmak.

 

Kısa bir turun ardından Bergamo trenine biniyor ve vaktinde havalimanına varıyoruz. Ryanair ile Budapeşte’ye olan uçuşumuz bir buçuk saatten az sürüyor ve akşamüzeri şehre varıyoruz. İlk şaşkınlığımız daha dün günlük güneşlik halde tişört ile gezerken bugün soğuk ve yağmurlu bir havaya merhaba dememiz ile oluyor.

   

Merkeze bizi götürecek kadar döviz bozduruyoruz keza artık oldukça tecrübeli sayılırız bu işlerde, öyle havalimanında üç paralık kura döviz bozdurmak yok. Terminalin dışından 200E otobüsüne atladığımız gibi Köbanya-Kispest durağı ve M3 metro hattına ulaşıyoruz. Mavi renkli M3 hattı, kırmızı M2 ve sarı M1’in kesiştiği tek metro durağı olan Deak Ferenc ter için şehrin kalbi desek doğru olur diye düşünüyorum. Biz ise iki durak uzaklıkta ancak şehre gene yürüme mesafesinde olan Yahudi bölgesinde kalacağız.

Kiraladığımız dairenin bulunduğu apartmana varmaya yakın ev sahibimiz Arnold’u arıyorum. Beklerken dikkatimi yol boyunca da çekmiş olan hasarlı binalara gözüm takılıyor. Kurşun ve şarapnel izleri birçok binada halen mevcut ve 2.Dünya Savaşı’ndan kalmış olabileceklerini düşünüyorum. Arnold ve eşi Eva ile tanışır tanışmaz ilk sorduğum da bu oluyor. Meğerse bütün bu izler 1956 Macar Devrimi’nden kalmaymış.

Kalacağımız daire ve Arnold ile eşinin aynı apartmanda bulunan diğer daireleri yeni tadilat görmüş ve harika durumdalar ancak bina oldukça eski. Bizim için tabi ki sorun teşkil etmiyor hatta apartmanın gökyüzünü görmemize müsaade eden iç avlusu, dairemizin dış kapısı önünde bu avluya bakan balkonumuz ve korku filminden fırlamış gibi duran asırlık asansörümüz hoşumuza bile gidiyor. Tanışır tanışmaz sohbete koyuluyoruz kendileri ile. Ellinin üzerinde şehir gezdik bugüne kadar ama bu kadar tatlı insanlara Balkanlar haricinde nadir rastladık.

 

Tipik bir emekli hayatı yaşayan ve bu daireler ile geçimini sağlayan Arnold ile Eva’dan kısa bir Macar tarihi dersi aldıktan sonra sokağa atıyoruz kendimizi. Hava kararmış bile ancak bu bizim için sorun değil tam aksine bir keyif olacak her zaman olduğu gibi. Bazı şehirler vardır ki gecesi de gündüzü kadar güzel ve sıcaktır. Budapeşte’de ışıl ışıl görüntüsü ile bu şehirlerden biri. Gezerken adet edindiğim bir huy var artık. Tarihi ve kültürel zenginliği dolgun şehirlerde gündüz vakti detaylı gezmeden evvel vardığım akşam bir ön keşif yapmayı bir alışkanlık haline getirdim. Böylece bizim gibi yürüyerek keşfetmeyi seven gezginler için hem sonraki günlerde yön tayininde kolaylık oluyor hem de şehrin büyülü dokusunu bir de karanlıkta hissetme şansına sahip oluyoruz.
 

Tripadvisor’dan aldığım tüyolara dayanarak konaklama bölgemizdeki Cirkusz isimli restoranda karnımızı doyurduktan sonra aheste aheste Tuna nehri kıyısına atıyoruz kendimizi. Yol üzerinde gündüz vakti detaylı gezeceğimiz Dohany Sokağı Sinagogu (Zsinagoga Dohany utca), Macar Ulusal Opera Binası (Magyar Allami Operahaz), ihtişamlı görünümü ile Szent Istvan Bazilikası ve Tuna Nehri’ne komşu Parlamento Binası (Orszaghaz) ile Peşte yakasını etraflıca görmüş oluyoruz. Havanın serin olmasına rağmen bazilikanın önündeki meydanı çevreleyen kafeler ve sokaklar cıvıl cıvıldı.

  
  

Hazır sözünü etmişken çok kısaca şehrin mazisinden de bahsedeyim. Tuna Nehri’nin iki tarafında bulunan Buda ve Peşte’nin birleşmesi ile ortaya çıkan Budapeşte, hatırı sayılır süre Osmanlı himayesinde de kalmıştır. Şehrin çeşitli yerlerinde Osmanlı ve Türk dilini çağrıştıran sokak isimleri, türbeler ve eserlerden bunun izlerini görmek mümkün. Tıpkı Polonya ve Çekoslovakya gibi savaşlar, ihtilaller ve iki kutuplu dünyanın süper güçleri arasında sıkışıp kalmasıyla oldukça zengin tarihi izler barındıran bir ülkenin başkenti burası. Tam da benim ilgimi çeken izler…

4.GÜN:  BUDAPEŞTE

Vallahi dün akşamki keşif turundan sonra gece heyecandan gözüme uyku girmedi desem yalan olmaz. Erkenden ayaklanıp bir kahve yapıyorum kendime. Çoktan günlük rutinleri ile ilgilenmeye başlamış olan apartman sakinleri ile balkondan balkona selamlaşıyorum. Berna hazırlanırken avlumuzda kahvemi yudumluyor, bir yandan da bu eski binayı inceleyerek tarihe tanıklıklarını hayal etmeye çalışıyorum. Kim bilir ne savaşlar ne devrimler, ne acılar ne hüzünler,  ne mutluluklar ve nasıl komşuluklar yaşandı bu avluda. Berna’nın silkelemesi ile kendime geliyorum. Dalıp gitmişim bunları düşünürken.


Bizim mahallenin fırınlarının birinden kruvasan ve meyve sularını kaptığımız gibi başlıyoruz yürümeye sabahın bir köründe. 19.yy’a tarihlenen Opera Binası’na daha detaylı bir göz attıktan sonra günümüzün ilk durağı olan Saint Istvan Bazilikası’na varıyoruz. Girişi ücretsiz olan bazilikanın kubbesine çıkmak için ise kişi başı 500 Forint ödemeniz gerekiyor. Kubbeden harika bir panoramik Budapeşte manzarası olduğunu söylememe gerek yoktur sanırım. Ülkenin en kutsal hazinesine ev sahipliği yapan Neo-klasik mimari örneği bazilikada yılın çeşitli dönemlerinde ücretli veya ücretsiz konserler oluyor.

  
  

Bazilikanın mermer sütunlar ile bezeli etkileyici iç mimarisi ve panoramik Budapeşte manzaralarına doyduktan sonra Dohany Sokağı Sinagogu var listemizde. Daha evvel farklı seyahatlerimizde, biri Novi Sad diğeri ise Sofya’da iki sinagogun kapısından dönmüş olmam nedeniyle bu sefer işi sağlama aldım. Sinagoglar ile olan şanssızlığımızı Avrupa’nın en büyük, dünyanın ikinci büyük sinagogu ile kıracağız bu sefer. Hangi gün açıktır hangi gün kapalıdır, hangi saatlerde ibadet maksadı ile ziyaretçi alınmaz ne zaman alınır her şeyi biliyorum. Sonunda bir sinagogun içini de görme şansına nail olacağız.

 

Giriş için kişi başı 3700 Forint ödediğimiz sinagogun kapısında yoğun güvenlik önlemlerinden geçerek içeriye adım atıyoruz. Maalesef geçmişten gelen acı tecrübeler ve halen çok az bir kesim tarafından da olsa zaman zaman devam eden ayrımcı tavırlar nedeniyle tedbirler her daim had safhada. İçeri girmemizle beraber görevli bir amca kafama takıveriyor kartondan takkeyi. Mesela bir sinagoga, turistik amaçlı bile olsa giren er kişinin bu takkelerden takma zorunluluğu olduğunu bilmiyordum ben. Yeni bir şey daha öğrenmiş olduk ve seyahat etmenin en güzel yanı da bu olsa gerek.

  

Sinagogun iç mimarisi kadar müze kısmı, avlusu ve dış bahçesindeki anıtları da son derece ilgi çekici. Yahudi tarihi ve soykırım ile ilgili fotoğrafları, belgeleri incelerken insanın içi parçalanıyor.

  

Üzerimize biriken kasvetli havayı atmanın en güzel yolu biraz daha tarihe gömülmek diyoruz ve günün dördüncü durağı olan Macar Ulusal Müzesi’ne (1600 Forint/kişi) gidiyoruz. İki saatten fazla vakit ayırdığımız müze içerik olarak bizi tatmin ediyor ancak benim beklentim biraz daha fazla 1. ve 2.Dünya Savaşı ile ilgili bölüm olması yönündeydi. 1956 Macar Devrimi ile ilgili olan geçici sergi ise bu eksikliği bir nebze kapatıyordu.

  
   

Gün ortasını etmişiz ama bayağı planlı gittik şu ana kadar. Budapeşte’nin ünlü ve tarihi köprülerinden biri olan Szabadsag hid yani Özgürlük Köprüsü’nden yürüyerek Buda yakasına geçmeden evvel öğle yemeği için Büyük Kapalı Pazar’a (Nagyvásárcsarnok) uğruyoruz.

  

Yeni bir şehri gezerken bir huyum daha var ki o da o şehrin en büyük kapalı pazarına mutlaka uğramak. Hem o şehrin yerlisi insanları en doğal hallerinde gözlemlemek hem de yerel yemeklere uygun fiyatlar ile ulaşabilmek için biçilmiş kaftan. Budapeşte’de birçok şubesi bulunan Kolbice’de Macar sokak yemeği kültürünün leziz dünyasına bırakıyoruz kendimizi.
Karnımızı doyurduktan sonra şu demin bahsettiğim köprüye yürüyoruz. Szabadsag hid’in tarihine kısaca değinmem lazım.

  

Tarih kitaplarından okumuşsunuzdur Türkler ile Macarların benzerliklerini ve bizim gibi Orta Asya’dan göç ettiklerini. Türk mitolojisindeki göç hikâyesinde Oğuz Kağan’a yol gösteren gök yeleli bozkurttan bahsedilir. Macar mitolojisinde de buna benzer bir göç hikayesi vardır. Bu hikayeye göre, Macarlara Orta Asya’dan ayrılırken Tuğrul Kuşu yol gösterir. İşte Özgürlük Köprüsü’nün ayaklarının dört sivri ucundaki kuşlar da bu kuştandır. Tıpkı Parlamento Binası ve Kahramanlar Meydanı gibi Özgürlük Köprüsü de Macarların buraya gelişinin 1000.yıldönümü şerefine yapılmış olup bu kuş figürleri ile bahsedilen göçe atıfta bulunulmuştur.

Köprüden Buda yakasına geçer geçmez karşımızda Gellert Tepesi bizi selamlıyor. Gellert, Budapeşte’yi hristiyanlıkla tanıştıran piskopos. Şehrin koruyucu azizi ilan edilen Gellert’in öldürüldüğü yer, bugün Gellert Tepesi olarak biliniyor. Piskopos, halkı hristiyan yapmaya çalışırken bunu istemeyen paganlar tarafından içi çiviler ve cam kırıkları ile dolu bir varile konarak bu tepeden aşağıya yuvarlanmış. Mazisi ilginizi çekmese bile sunduğu eşsiz Budapeşte manzarası için tepeye çıkabilirsiniz. Benzer manzarayı kaleye çıktığımızda da göreceğimizi düşünerek buraya vakit ayırmak istemedik biz.

Tuna kıyısında yürüyerek pek tarihi bir özelliği olmayan Erzsebet hid’i (Elizabeth Köprüsü) pas geçiyor ve kısa sürede bir diğer önemli köprü olan Szenchenyi Lanchid’in (Zincirli Köprü)  karşısındaki Buda Kalesi füniküleri (Budavari Siklo) sırasına giriyoruz.

 

Bu tarz sıralarda beklerken enteresan tipler hep beni bulur. Bu sefer de önümüzde bekleyen İskandinav aileyi, kendilerine salça olan çenesi düşük Amerikalı anne ve kızından kurtarma görevine el atıyorum. Aileyi kurtarıyorum kurtarmasına ama bu sefer ben gümbürtüye gidiyorum. Amerikalı anne ve kız geçen sene İstanbul’a gelmiş olmasın mı? Aman Allah’ım, Sultanahmet’ten giriyoruz Ayasofya’dan çıkıyoruz, kebaptan başlıyoruz baklavada bitiriyoruz. Neyse ki sıra çok değil ve izimizi kaybettiririz derken bir de düştük mü aynı fünikülere? Oysa ki ben çok güzel fotoğraflar çekecektim yukarıya çıkarken.


Füniküler biletlerimizi kişi başı 1600 Forint’e ve tek yön olarak aldık. Dönüşü farklı bir yoldan yürüyerek yapacağız ama evvela kaleyi gezelim. Dilimizde Kızılhisar ya da Budin Kalesi olarak bilinen Buda Kalesi (Budavari Palota), 1987’den beri UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. 1265 yılında inşa edilen ve sonrasında birçok kez onarım gören kale, Osmanlı kültüründen izler taşıyor.  Şehre hakim bir tepede olduğu için büyüleyici bir manzaraya sahip olan kalenin bir bölümü günümüzde tarih müzesi olarak kullanılıyor. Kale içerisindeki eski saray kalıntısı ve Osmanlı döneminde camiye dönüştürülen kilise tatilciler tarafından ilgi çekiyor. Kalenin Gellert Tepesi’ne bakan kısmındaki bahçesinde ise Osmanlı döneminden kalma bazı mezarlar var. Bu sokağa Kemal Atatürk setaut ismini vermişler.

  
 

Biz ise bir dizi film setine denk geldik. Neden yaptığımı bilmediğim bir şekilde oynanan sahneyi çekmeye çalışırken bir de yedik mi azarı set ekibinden bir görevliden. Sanki bana Game of Thrones’un yeni bölümünü çekiyorsunuz! Ne yapayım ben sizin kıytırık dizinizin kıytırık sahnesini çekip te internete mi sızdıracağım? Neyse ki imdadımıza şu methini çok duyduğumuz tatlı olan kürtoskalacs yetişti. Kalenin bahçesindeki sokak satıcısından birer tane bu geleneksel Macar tatlısından alarak kalabalığın peşine takılıyor ve Matthias Kilisesi ile Balıkçı Tabyası’nın (Halászbástya) bulunduğu bölgeye yürüyoruz.

  

Macar Kralı 1.Stefan tarafından 1015 yılında yaptırılan ve bugünkü haline 15. yüzyılda yapılan inşaat çalışmalarından sonra kavuşan Matthias Kilisesi, Barok mimarisinin şehirdeki önemli örneklerinden sayılıyor. Kilisesinin ön tarafında bulunan Balıkçı Tabyası, eşsiz manzarası ile şehri kuşbakışı görmek isteyen turistlerin Budapeşte gezilecek yerler listelerinde kendisine yer buluyor. Mimar Frigyes Schulek tasarımı ile 1895-1902 yılları arasında inşa edilen yapının yedi kulesinden Tuna Nehri, Margaret Adası, Peşte ve Gellért Hill görülebiliyor. Şehri gezmeye gelen tatilcilerin yoğun ilgi gösterdiği tabya günün her saati gezilebiliyor.

   

Aşağılara doğru sahil şeridine bulabildiğimiz en kısa yoldan inip yukarıdan geldiğimiz yolu deniz kenarından dönüyor ve tekrar Zincirli Köprü’nün olduğu yere varıyoruz. Bugünkü planımızdaki tüm bu yolları yürüyerek katetmedik gerçi. Evet, yüksek oranda hep yürüdük ama aralarda bazen gideceğimiz istikamette işlediğini fark ettiğimiz tramvay hatlarına da doğaçlama bir şekilde atlayıp bir iki durağı toplu taşıma ile geçtiğimiz de çokça oldu.


Toplu taşıma demişken kısaca ondan da bahsedeyim. Tek kullanımlık biletleri BKK kioskları, Relay gazete dükkânları, postane ve otomatlardan 350 Forint ya da araç içerisinde şoförden 450 Forint’e alabilirsiniz. Bunun haricinde 10 kullanımlık toplu biletler de var ya da planlarınıza göre 24 saat ve 48 saatlik toplu taşıma kartlarından da edinebilirsiniz. Biletlerimizi araç içerisindeki makinelerde onaylatmayı unutmuyoruz.

Bugün çokça yürüdük ve erken de olsa güzel bir akşam yemeğini hak ettik. Füniküler ve Zincirli Köprü’ye çok yakın bir mesafedeki ve Tuna Nehri’nin harika manzarası eşlinde yerel Macar yemeklerini yiyebileceğiniz ufak bir aile işletmesi olan Marvelosa Kavezo’dan bahsediyorum. Enfes gulaşları mideye indirirken diğer yandan da günün yorgunluğunu atıyoruz.

  

Enerjimizi toplamamız ile birlikte Zincirli Köprü üzerinden karşıya geçip Parlamento Binası ve sabah gezdiğimiz Saint Istvan Bazilikası’nın akşam ışıkları altında parıldayan görüntüsüne bir kez daha hayran oluyoruz. Bu arada Tuna üzerindeki sekiz köprüden en eskisi olan Zincirli Köprü’den de bahsetmeden olmaz. 1849 yılında inşa edilen ve girişindeki aslan figürleri nedeniyle Aslanlı Köprü olarak ta bilinen yapının bir efsanesi var.

 

Köprünün mimarı, inşaat bittiğinde eğer bir hata bulunursa kendini öldüreceğine yemin eder. Köprü açılır ve her şey sorunsuzdur ama bir gün köprünün yapımında çalışan işçilerden biri, aslan figürlerinin dili olmadığını söyler ve köprüde bir hata olduğu anlaşılır. Bunun üzerine köprünün mimarı söz verdiği gibi kendini Tuna’nın soğuk sularına bırakarak intihar eder.

Budapeşte sokaklarında avare avare dolaşarak gene ettik gece yarısını. Akşam yemeğini de güzel yemiştik ama biraz erken bir saatti o nedenle acıkır gibi olduk. E, elin Budapeşte'sinde gecenin bir saati kokoreççi bulamayacağımıza göre ona en yakın olan alternatifini ziyaret ediyoruz. Yahudi bölgesi ve tüm Budapeşte'nin en popüler sandviç yapan yerlerinden olan ve her daim kapısında kuyruk beklediğiniz Bors Gasztro Bar derdimize ilaç oluyor.

  

5.GÜN:  BUDAPEŞTE

Merkezi bölgenin çoğunu bitirdik bir buçuk günde. Biraz dışarılara çıkalım bugün. Öğleden sonra kalan vaktimizde gene bu civarlarda olacağız. Dışarılara dediysem öyle uzaklara falan değil. Sarı renkli M1 metro hattına atladığımız gibi birkaç durak sonra bulunduğu meydan ile aynı isme sahip olan Hösök tere durağında iniyoruz.


Hösök tere yani Kahramanlar Meydanı, Macar tarihinde önemli sayılan kişilerin heykelleri başta olmak üzere birçok heykele ve bir anıt mezara ev sahipliği yapıyor. Macarların yurt edinmelerinin 1000. yılı anısına 1896-1929 yılları arasında inşa edilen ve yerel adı Hősök tere olan meydanın etrafında termal tesisler ve hayvanat bahçesi bulunuyor.

  

Termal tesis derken bahsettiğim ise Avrupa’nın en büyük termal tesisleri arasında sayılan Széchenyi Termal Hamamı (Széchenyi-gyógyfürdő), Mimar Győző Czigler tarafından tasarlanıp 1913 yılında inşa edilen yapı, sularının sakinleştirici ve tedavi edici etkisinin yanı sıra mimarisiyle de tatilcileri kendisine çeken bir yer. Keşke bir tam günümüz daha olsaydı da buranın şifalı sularından faydalanabilseydik.

Meydandan içerilere ilerlediğimizde alışıldığın dışında bir kalabalıkla karşılaştığımıza kanaat getiriyoruz ve Bingo!..

  

Yani bir yere gittiğimizde hiç hesapta yok iken o şehir ya da o bölgenin yerel veya geleneksel bir festivaline denk geliyoruz ya bazen, insan mest oluyor. Kalabalığın iyice arttığı Vajdahunyad Kalesi (Vajdahunyad vára) civarına ulaşmadan evvel sıra sıra dizilmiş sokak satıcılarının birinden dün Budin Kalesi’nde yediğimiz şu tatlıdan alıyoruz. Macarların yurt edinmelerinin 1000. yılı anısına yapılan Vajdahunyad Kalesi, Kahramanlar Meydanı’nın hemen arkasında yer alıyor. Roma, Gotik, Rönesans ve Barok mimari stillerinin izlerini taşıyan kalenin bahçesinde yaz aylarında konserler ve müzik festivalleri düzenleniyor. Günümüzde tarım müzesi olarak kullanılan binanın bahçesi 7/24, müze bölümü pazartesi hariç her gün ziyaret edilebilir.

  

Harika bir hava ve bol güneşten yararlanıp Budapeşte Şehir Parkı (Varosliget) içerisinde bolca yürüyoruz. Bir tarafta bu akşam başlayacak ve birkaç gün daha sürecek konserler için kurulan sahnenin hazırlıkları devam ediyor. Termal tesislerin olduğu bölgeye kadar yürüyüp geri dönüyoruz. Kalenin etrafında kurulu ızgara tezgahlarının birinden yemeklerimizi alıp banklarda dinleniyor ve karnımızı doyuruyoruz. Vallahi, akşama kadar bu curcunalı ve cıvıl cıvıl alanda kalabilirdik ancak geri dönmemiz lazım keza daha görülecek yerler var.

  

Merkez bölgeye dönmemizle beraber ilk durağımızı Gül Baba Türbesi olarak belirliyoruz. Türbenin şu anda onarımda olduğunu ve büyük ihtimalle hiçbir şey göremeyeceğimizi bilmemize rağmen o bölgenin dokusunu, türbeye çıkan sokak olan Gül Baba utca ve altındaki Török utca’yı görebilmek için atıyoruz adımlarımızı. Kanuni Sultan Süleyman’ın daveti ile Budin seferine katılan ve şehirde 10 yıl yaşayan Gül Baba’nın türbesi, 1543-1548 yılları arasında Budin Beylerbeyi Mehmet Paşa tarafından yaptırılmış ve Orta Avrupa’daki önemli Osmanlı eserleri arasında sayılıyor. Macarca ismi Rózsadomb olan Gültepe’de bulunan türbe sessiz ve sakin ortamı ile ziyaretçilerine huzur veriyor.

  

Gültepe’den Tuna kıyısına iniyoruz. Bir ayağı Avrupa’nın en büyük müzik organizasyonlarından biri olan Sziget Festivali’nin yapıldığı Margaret Adası’nda olan Margrit hid’e (Margrit Köprüsü) uzaktan selam vererek sahil boyunca yürümeye başlıyoruz. İki gündür nehrin karşı yakasındaki Parlemento Binası’nın etrafından bu yakaya bakarken iki kilise çarpmıştı gözüme. İlk olarak bunlardan biri olan Szent Anna Kilisesi’ne dışarıdan bakıyoruz. Biraz daha ilerisinde ise çatısı renkli kiremitlerle kaplı olan Kalvinist Kilisesi var. Kilisenin içinde diğerlerinde görmeye alıştığımız heykeller ve resimler bulunmuyor. Döndükten sonra merak edip araştırdığımda kalvenizmin, protestanlık mezhebinin ikinci bir kolu olduğunu ve toplumsal kurumları gelenekçi din anlayışına göre değil de Hristiyanlığın başlangıcındaki özüne göre düzenlemeyi savunduğunu öğrenmiştim.

  

İster Aslanlı Köprü deyin, ister Zincirli Köprü… Bize göre Budapeşte’deki en etkileyici köprü olan Szechenyi lanchid üzerinden karşıya geçerek Parlamento’ya doğru yürüyoruz. Maalesef Parlamento’nun içini gezmeye vakit ayıramadık ve harika geçen Budapeşte turumuzun tek önemli eksikliğinin bu olduğunu düşünüyoruz. İki buçuk gün gibi kısa bir sürede planlı olmamızın faydasını görerek gayet verimli bir tur geçirdik ancak ne olursa olsun bizce bu büyülü şehrin hakkı en az üç hatta dört tam gün.

  

Neo-Gotik mimari tarzı ile 1884’te yapımına başlanıp, 1902’de tamamlanan Parlamento Binası’na (Országház) varmadan hemen önce Tuna kıyısındaki ayakkabılar veya Tuna Ayakkabıları olarak bilinen holokost anıtını ziyaret ediyoruz. 2.Dünya Savaşı sırasında Oklu Haç Partisi'nin izlediği politikalar sonucunda ölen Yahudiler anısına Tuna Nehri'nin batı yakasına yerleştirilen anıt, yönetmen Can Togay ile heykeltıraş Gyula Pauer tarafından tasarlanmış ve 16 Nisan 2005 tarihinde açılmıştır.

  

Hava karardı sayılır. Sorunsuz geçen Budapeşte gezimiz için kendimizi ödüllendirmemiz gerekiyor. Yürüyerek kendi mahallemize döneceğiz. Yol üzerinde artık mola noktamız olan St.Istvan Bazilikası’nın banklarında biraz dinleniyoruz. Akşam ayininin başlamasıyla içerisi kalabalıklaşıyor ve yürüyüşe devam ediyoruz. Akşam yemeği için tercihimiz, Budapeşte’nin Yahudi bölgesinin gözde sokak yemeği alanlarından olan Karavan. Karnımızı doyurduktan sonra yakınlardaki Szimpla Kert isimli mekana geçiyoruz.

  


Burası, özellikle Orta Avrupa ülkelerinde çok popüler olan ‘ruin pub’ yani harabe bar konseptindeki mekanlardan Budapeşte’de olanlarının en ünlüsü diyebilirim. Bitişik nizam binaların arasında yıllardır atıl kalmış bir harabe bina düşünün çatısı bile olmasın ve bu alanda kurulu, içerisinde birçok işletme olan, duvarlarından sıvaları dökülmüş, oturmak için eski püskü koltukları olan, masalar yerine varillerin, dekorasyon için eski arabaların kullanıldığı bir mekandayız. İçerisi her daim kalabalık ve insanlar iş çıkışı eve gitmeden buralara uğrayıp sosyalleşiyor. İlerleyen saatlerde ise müzik ve eğlencenin dozu artıyor.


6.GÜN:  BUDAPEŞTE – BRATISLAVA  - VİYANA

Bugün Viyana’ya geçiyoruz ama madem yolumuzun üstü o zaman yarım günlüğüne Bratislava’ya da neden uğramayalım? Bu arada seyahatimizin şehirlerarası ulaşımı ile alakalı konuyu nasıl çözdüğümüzü anlatayım. Neredeyse tamamını otobüs ile ve son derece uygun fiyatlarla halletmek mümkün hele bir de biletlerinizi bir iki ay erkenden alırsanız. Orta Avrupa şehirleri arasında ulaşımın can damarı sayılan Çek firması Regiojet ve kardeş kuruluşu Student Agency, Alman firmaları Flixbus ve Eurolines otobüsleri ile bir şehirden diğerine 5-10 Euro gibi ücretler ile konforlu seyahat etmek olağan. Öyle ki bugün ziyaret edeceğimiz Bratislava’dan akşam geçeceğimiz Viyana’ya olan biletlerimizi kişi başı 1 Euro’ya almıştık.

Neyse efendim, biz bütün yolculuklarımız için Regiojet’i tercih ettik. Bu firmanın otobüsleri enteresan bir şekilde Nepliget otobüs garından değil, garın hemen dışındaki kavşaktan kalkıyormuş. Bizim de işimize geldi zaten, M3 hattındaki Nepliget durağında inip gökyüzünü gördüğümüz anda otobüsümüz de karşımızdaydı. Üç saatten biraz fazla yolculuğumuz sonunda öğle vakti AS Mlynske Nivy otobüs terminaline varıyoruz.

Terminalden Bratislava merkezine yürümek yarım saatten biraz daha fazla vaktimizi alıyor. Slovakya ve Bratislava’nın tarihinden burada bahsetmeyeceğim keza ilginizi çekiyorsa araştırabilirsiniz ama şu kadarını söylemeliyim ki tipik bir ufak Orta Avrupa şehri olan Bratislava’da konaklamanın pek lüzumu yok bize göre. Budapeşte – Viyana arasında yolculuk ederken durup bir yarım gün gezilse kafidir.

Diğer Avrupa şehirlerinde de olduğu gibi, Bratislava'da da tarihi bir şehir merkezi var. Staré Mesto olarak adlandırılan bu şehir merkezinde daha çok barok tarzı yapılar hakim. İlk gözümüze çarpan Michael Kapısı (Michalska brana) ve St.Michael Kulesi oluyor.

  
  

Bratislava denilince, akla gelen ilk şey, çeşitli hareket tasvirleri yapar durumdaki insan heykelleri olsa gerek. Bir rögar kapağından poz veren Cumil adlı kanalizasyon işçisi heykeli ve etrafa gülümseyerek bakan şapkalı bir insanı tasvir eden heykel (Schoener Naci) bunlardan en bilinenleri.  Bu tür heykeller şehir merkezinin hemen her yerine serpilmiş durumda. Meşhur Cumil heykeli, eski şehrin tekrar gün yüzüne çıkarılmasını tasvir etmekte. Napolyon heykeli ise 1805'teki istilaya dair anıları canlı tutmak gibi bir amaç taşıyor.

  

Eski şehir içerisindeki Hviezdoslavovo Námestie caddesini boydan boya yürümeden evvel McDonalds’da öğle yemeği yiyoruz. Bu yolun başındaki Ulusal Slovak Tiyatrosu (Slovenské Národné Divadlo) hemen dikkatimizi çekiyor.

  

Bratislava'daki tarihi yapıların başında, şehir merkezinin biraz dışında, ama yürünebilecek bir mesafede olan bir tepe başında inşa edilmiş Bratislava Kalesi (Bratislavský Hrad) gelmektedir. Bu kaleye çıkarak, tüm şehri tepeden izleyebilir ve bol bol fotoğraf çekebilirsiniz. Ayrıca kalenin içinde Slovenské Národné Múzeum Historické adlı bir de tarih müzesi bulunmaktadır. Dilerseniz burayı da görebilir ve Slovak tarihine dair bilgiler edinebilirsiniz.

Bunların yanı sıra, Tuna nehri boyunca hareket eden otobüslerle tarihi Devin Köyü'ne (Devínska Hradná Skala) de ulaşabilirsiniz. Burada tarihi kalıntılar, bir kale (aslında kaleden arta kalanlar) ve müzeler bulunmakta. Şehre yukarıdan bakmak isteyenler için en iyi seçenek ise UFO Observation Deck. Yeni Köprü (Novy Most) üzerine inşa edilmiş ufo görünümlü bu restoran şehrin hemen her noktasına hakim. Bu köprünün üstünden ve civarından Tuna nehrini de seyredebilirsiniz. Değişik bir yapı arayanlar ise, şehir merkezinin biraz yukarısındaki Slovak Radyosu (Slovenský rozhlas) binasını görebilirler. Ters dönmüş bir piramidi andıran bu bina, gerçekten ilgili çekici görünüyor.

  
  

Biz ise yemeğin verdiği ağırlık ile Ulusal Tiyatro’yu arkamıza alarak Hviezdoslavovo Námestie caddesini bitiriyor ve St.Martin’s Katedrali’ni (Dom svateho Martina) görmekle yetindikten sonra yavaş adımlarla dönüş yoluna koyuluyoruz. Yolumuzun üstünde ilginç mimarisi ve renkleri ile Blue Church (Kostol svatej Alzbety) mola noktamız oluyor. Çok geçmeden 17:30’daki Viyana otobüsüne yetişmek için terminale dönüyor ve bir buçuk saatlik yolculuğun ardından Viyana U2 Stadion otobüs terminaline varıyoruz. Meininger Hotel Wien Downtown’a  yerleştikten sonra gece turuna çıkacağız. Gezeceğimiz şehirlerde, esas olan günlük turumuzdan önceki gece bir ön keşif yapmadan rahat edemediğimizi söylemiş miydim?
 

7.GÜN:  VİYANA

Bir tam günümüz var Viyana için ve evet, biliyoruz ki yetersiz ama bu seferlik böyle oldu. Her yerinden tarih akan bu güzel şehri gezmeye en az 3 gün ayırmak lazım aslında. Zaten görülmesi elzem iki başlıca saray olan Schönbrunn Sarayı ile Belvedere Sarayı yarımşar gün alır hakkını vererek gezilirse. Dün gece vakitsizlikten zaten içerisini gezemeyeceğiz bazı tarihi yapıları, bari gece ışıklandırması altında görelim diyerek ziyaret etmiştik.

Bunlardan ikisi, karşılıklı konumlanmış olan Sanat Tarihi Müzesi ile Doğa Tarihi Müzesi idi. Zaten iki bina da aynı mimarın eseri ve bu yüzden görünüm olarak birbirlerine çok benziyorlar. Viyana gezilecek yerler listesindeki en önemli müzelerden olan Kunsthistorisches Museum yani Sanat Tarihi Müzesi, 1891 yılında Avusturya-Macaristan İmparatoru I. Franz Joseph tarafından açılmış. Müze koleksiyonları büyük ölçüde Habsburg hükümdarlarının yüzyıllar içerisinde topladığı eserlerden oluşuyor. Müzeyi hakkıyla gezebilmek için bir günden fazla zaman ayırmanız gerekebilir.


Müzeler şehri Viyana’da görülmesi gereken bir diğer önemli müze de Doğa Tarihi Müzesi ya da orijinal adıyla Naturhistorisches Museum. 1889 yılında açılan müze, arkeoloji, antropoloji, mineraloji, zooloji ve jeoloji alanlarında sergileri, dünyanın en değerli taş koleksiyonlarından birini, dinozor iskeletlerinin modellerini barındırıyor. Hallstatt Arkeoloji Buluntuları ve Willendorf  Venüsü, müzede gezip görmeniz gereken en önemli eserler.

Gece vakti ziyaret ettiğimiz diğer önemli yapılar ise demin bahsettiğim müzelerin yakınında bulunan Hofburg Sarayı ve Viyana Devlet Opera Binası (Wiener Staatsoper) oluyordu.

Dünyanın en iyi salonuna sahip olduğu kabul edilen Viyana Devlet Opera Binası, aynı zamanda şehrin simge yapılarından biri. 1861-1869 yılları arasında İmparator Franz Joseph için inşa edilen Neo-Rönesans tarzdaki yapı ilk yapıldığı dönemde kent sakinleri tarafından pek benimsenmemiş. 1945’te yani 2. Dünya Savaşı sırasında bombalanan yapı büyük ölçüde yıkılsa da sonrasında tekrar yenilenmiş olup günümüzde şehrin en önemli binalarından biridir.


Hofburg Sarayı ise Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun daha çok kışlık sarayı olarak kullanılan yerleşkesi olup imparatorluk daireleri, müzeler, şapel ve kilise, Avusturya Ulusal Kütüphanesi, İspanyol Binicilik Okulu ve Avusturya başkanlık makamları gibi bölümleri bulundurur. Bunlar dışında saray içinde yer alan Sisi Müzesi, İmparatorluk Gümüş Eşya Koleksiyonu ve dışarıdaki bahçenin (Burggarten) köşesinde yer alan Kelebekler Evi görülmesi gereken yerlerden.

  

Viyana Sanat Tarihi Müzesi’nin hemen arkasında Avusturya Parlamento Binası ve biraz ilerisinde de dış cephesinde mimar Gottfried Semper'in İtalyan rönesans tarzını, iç mimaride ise Carl Hasenauer'in yeni barok üslubunu yansıtan, Avusturya Ulusal Tiyatrosu namıyla da bilinen Burgtheater bulunmaktadır.


1872 yılına kadar Burgtheater'in bugünkü yerinde, Türklerin 2. Viyana Kuşatması esnasında şehre ana saldırı noktalarından ve en kanlı çarpışmaların geçtiği mekanlardan biri olan Lövel Burcu bulunmaktaydı. Binanın arka duvarında o günlerin anısına konulan kitabede "Türklerin 8-11 Eylül 1683 tarihindeki şiddetli ve son saldırıları cesur Viyana savunucuları tarafından burada püskürtüldü" yazmaktadır.


Burgtheater’ın hemen karşısındaki meydanın ardında bir başka ihtişamlı yapı dikkatimizi çekmişti. Viyana Belediye Binası (Wiener Rathaus) ile Burgtheater arasında kalan bu meydanda gene festivale denk gelmedik mi? Saatlerdir yürüyor olmanın verdiği yorgunluğu burada kurulu yemek tezgâhlarının birinden aldığımız şnitzellerimiz ve içeceklerimiz ile attıktan sonra hostelimize dönmüştük. Bu arada farkındayım, sizi biraz fazla tarihi bilgiye boğdum az evvel ama ne yapayım? Ucundan köşesinden bu detayları vermeden de nasıl anlatayım Viyana’yı?

 

Biraz evvel sözü geçen bütün binalar ve bu tarihi yapıların arasında kalabilmiş yemyeşil parklar birbirine o kadar yakın ki. İyi ki gece turuna çıkmışız yoksa biz bir tam günlük program ile hiçbir şey göremeden ayrılacakmışız Viyana’dan. Bugünkü programımızı anlatmadan evvel son olarak dün geceki keşif turumuzun ilk durağı olan Stephansplatz ve bu meydandan resmen göğün bilmem kaçıncı katına uzanan Aziz Stefan Katedrali’nden (Stephansdom) bahsetmeliyim.

 

Viyana’nın simge yapılarından olan Aziz Stefan Katedrali, şehrin tam kalbinde yer alıyor. 12.yy’dan kalma ana orta yapı 1304-1433 yılları arasında gotik tarzda yenilikler geçirmiş. Katedralin kuzeyde yer alan kulesi, 1579’da Rönesans estetiğine göre yeniden tasarlanmış. Yıllar süren eklemeler sonucunda muhteşem bir mimariye dönüşen yapının görülmesi gereken en önemli bölümleri; Devler Kapısı ve Putperest Kuleler, Kule Külahı, Çinli Çatı, Singer Kapısı, Vaiz Kürsü ve Yüksek Altar. Dilerseniz katedralin Güney Kulesi’ne asansörle çıkarak Viyana’nın muhteşem manzarasını da seyredebilirsiniz.

Viyana metro ulaşım ağının kalbi sayılabilecek Stephansplatz’a uzanan ve araç trafiğine kapalı caddelerin en ünlüsü ise Graben Caddesi diyebilirim. Katedralden Hofburg Sarayı’na doğru giden Graben Caddesi üzerinde birçok mağaza ve dükkan yer alıyor. Caddenin en önemli noktası ise ortasında yer alan Veba Sütunu. 1679 yılında yaşanan Veba Salgını üzerine I. Leopold tarafından adanan sütun, 1693 yılında tamamlanmış muhteşem bir mermer anıt. Gece gündüz hareketli olan caddede gezebilir, çevredeki mağazalardan alışveriş yapabilirsiniz. Graben Caddesi üzerinde ilgimizi çeken bir diğer önemli yapı ise St.Peter Kilisesi olmuştu.

  

Güya bugünü anlatacaktım ama dün gecenin raporunu yazmaktan anca sıra geldi. İlk durağımız Avrupa’nın en güzel saraylarından olan Schönbrunn Sarayı oluyor. Zaten kısıtlı vaktimiz için düşündüğümüz program dün gece diğer tüm önemli yapıları görüp tek tam günümüzü Schönbrunn Sarayı ve Belvedere Sarayı arasında paylaştırmaktı.

  

İmparatorluğun yazlık konutu olarak kullanılmış olan Schönbrunn Sarayı’nın tarihi 16.yy’a kadar dayansa da yüzyıllar boyunca yapılan eklemelerle günümüz görünümüne ulaşılmış. Saray kadar sarayın ağaçları, patikaları, çeşmeleri ve heykellerle süslenmiş bahçeleri de ünlü. Gloriette adındaki Neo-klasik sütunlar, palmiye evi, labirent, hayvanat bahçesi ve Neptün Çeşmesi, bahçe çevresinde görebileceğiniz en önemli yapılar. Imperial Tour 30-40 dk sürüyor ve 22 odayı geziyor. Grand Tour ise 50-60 dk sürüp 40 oda geziyor.

  

Saraya giriş için bilet kuyruğu beklemedik çünkü Grand Tour biletlerimizi daha Türkiye’deyken online almıştık. Gezerken bir yandan da kulaklık ile sesli olarak anlatım yapan ‘audioguide’ isimli cihazda Türkçe dil seçeneği görmem ile beraber mest oluyorum. Çünkü bugüne kadar hep bir yandan audioguide’dan İngilizce olarak dinleyen ve aynı anda Berna’ya Türkçe çevirisini yapmaya çalışan ve bu arada olaya da konsantre olmaya çalışan benim için de iyi bir kolaylık olacak.

Tahminimizden fazla ama dolu dolu geçirdiğimiz saatlerin ardından Schönbrunn Sarayı’na gelirken kullandığımız U4 yeşil metro hattı ile Viyana’nın merkezi olarak bellediğimiz Stephansplatz’a bir durak mesafede olan Karlsplatz’a geçiyoruz. Burada görülecek önemli yapı olan Karl Kilisesi’ni (Karlskirche) bulmamız hiçte uzun sürmüyor.

 

Karl Kilisesi, İmparator VI. Karl tarafından 1716-1737 yılları arasında yaptırılmış muhteşem bir kilise. 1713 yılında veba hastalığı Avrupa’yı ele geçirdiğinde imparator bu hastalığın bitmesi halinde İtalyan piskopos, Kardinal Karl Borromaus adına bir kilise inşa etme sözü verir ve hastalık bittikten sonra bu kiliseyi inşa ettirir. Kilisenin iki sütunu Roma’daki Trajan Sütunu’ndan esinlenerek yapılmış olup soldaki sütun “Sadakat”, sağdaki sütun ise “Cesareti” betimler.

Sıradaki durağımız ise Belvedere Sarayı oluyor.  1683 yılında Osmanlı kuşatmasının sona erdirilmesinde önemli bir rolü bulunan kumandan Prens Eugene için 1668-1745 yılları arasında yaptırılmış olan saray, Barok stilde olup Yukarı ve Aşağı Beldevere olmak üzere iki parçadan oluşmaktadır. Yazlık konut olarak kullanılan sarayın dış bölümünde yer alan bahçeler ise bugün dahi Avrupa’nın en güzellerinden biridir. Dünyanın en eski Alp Bahçesi olarak bilinen yerde Alpler’e özgü 4000 çeşit bitki türünü, hemen yakın konumda yer alan Botanik Bahçesi’nde ise yerel ve egzotik bitki türlerini inceleyebilirsiniz. Günümüzde müze olarak kullanılan sarayda birbirinden önemli tabloları da görebilirsiniz.

  

Viyana’da daha gezilecek yer çok ama bir tam gün ve birkaç saatlik bir akşam turunun ardından bu kadar fazla yeri kafalarımız bulanmadan ve anlayarak gezebilmenin mutluluğu ile her gittiğimiz şehirde olduğu gibi işin ödül kısmına geçiyoruz. Akşam yemeği için adresimiz, Stephansplatz’ın dibinde bulunan ve artık Viyana’ya gelen her turistin uğrak mekanı olan Figlmüller isimli restoran olacaktı. Şnitzel ve yanında olmazsa olmazı patatesli salata ile içilen buz gibi biralar ile günümüzü sonlandırarak otelimize dönüyorduk.

  
  
  
  
Burada bir dipnot vermek istiyorum. Viyana’daki konaklamamızı şehir merkezinin biraz dışında olan Meininger Hotel Wien Downtown’dan yana kullanmıştık ve son derece memnun kaldık ama ben bu bölgede benim oldukça ilgimi çekebilecek bir yapı olduğunu bu tatil dönüşünden çoook ama çok sonraları öğrenecektim. Takıntılı bir 1. ve 2. Dünya Savaşı meraklısı olarak kaldığımız otelin dibindeki Augarten isimli parkta bir ‘flaktürme’ yani Hitler’in şu meşhur uçaksavar kulelerinden birinin olduğunu bilseydim anında soluğu orada alırdım ama işte ne kadar hazırlıklı da gelsek, kısıtlı zamana her şeyi sıkıştırmanın maalesef böyle bir dezavantajı oluyor.


Viyana’ya hak ettiği zamanı ayırarak gezecek olanlara 2.Viyana Kuşatması’nda şehri kuşatmak için Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın otağını kurduğu Kahlenberg Tepesi’ni de görmeleri gerektiğini hatırlatıyoruz. Viyana, her bir yanında bulunan Osmanlı hatırası eserleri, şehrin en aykırı yapılarından olan Hundertwasserhaus ve Viyana’da alışverişin önemli noktalarından olan Mariahilfer Caddesi (Mariahilferstrasse) gibi birçok farklı ziyaret noktası ile de turistlerin ilgisini çekiyor. 

8.GÜN:  VİYANA – CESKY KRUMLOV

Bugün Viyana’ya erken elveda diyerek kuzeye, Avusturya sınırına çok yakın olup Almanlar’ın kurmuş olduğu ancak şu anda Çek Cumhuriyeti’ne ait olan, masallardan kalma bir ortaçağ şehrine gidiyoruz; Cesky Krumlov.

Viyana’dan Cesky Krumov’a ulaşım konusuna ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Önceki bölümlerde sözünü ettiğim otobüs firmaları ile kişi başı 20 Euro civarlarında ulaşım mümkün ama Prag üzerinden aktarma yaptıkları için bu yolculuk 9 saatten fazla sürüyor ve bizim için zamanın değeri altın kadar kıymetli. Sabahın bir köründeki Prag aktarması olmasa gece yarısı otobüsüne binip geceyi uyuyarak otobüste geçirmek bir nebze kabul edilebilir olabilir ancak gündüz vakti yapılacak 9 saatlik bir yolculuk ile tam bir günümüzü yollarda heba etmenin anlamı yok. Biraz daha fiyatlı olmasına rağmen çok daha kısa ve daha konforlu bir alternatif var.

Ufak minibüsler ile maksimum 7-8 kişilik paylaşımlı transferler yapan firmalar mevcut. Minibüs dediğimizde VW Transporter ya da Caravelle gibi konforlu araçlar. Kişi başı 30 Euro’dan başlayan fiyatlar ile 3,5 saat gibi kısa bir sürede Viyana’dan Cesky Krumlov’a varmak mümkün. Hem de otelinizin kapısından alınıp gene kalacağınız yerin kapısına kadar bırakılarak.


Arama motoruna ‘Cesky Krumlov bus shuttle’ yazarsanız çokça sonuca ulaşacaksınız. Kısa bir araştırma sonucunda fiyat/firma profili dengesinde içime sinen hizmeti CK Shuttle’dan alabileceğimizi kararlaştırmıştım. Yanılmadık da. 08:30’da otelin kapısından bizi alan şoförümüz Jacob ile saat 12:00 gibi kalacağımız pansiyon olan Penzion Kapr’a ulaştık. Minibüste bizden başka 3 kişilik bir Uzakdoğulu grup vardı ve en arka koltuğa ikimiz yayıla yayıla gittik vallahi.

Yazının başında dedim ya ortaçağ şehri diye, yani sadece mimari dokusu ve genel havası ile değil tüm detaylarıyla da öyle burası. Yemek yediğiniz restorandan tutun kaldığınız pansiyona kadar her şey sizi uzun zamanlar öncesine götürüyor.

Evden bozma bir işletme olduğu belli olan Penzion Kapr’daki odamızın mobilyaları da keza aynı şekilde. Çok eski olduğunu tahmin ettiğimiz masif ahşaptan imal ‘süper king size’ yatak ve gardırop ile diğer eşyalar üzerindeki oymalar ve el işlemeleri ile bir anda kendimizi bir ortaçağ şatosunun bir odasındaymış gibi hissettik. Odamızın penceresinden ise Prag’dan başlayıp Elbe Nehri’ne akan ve Çeklerin en önemli turizm kaynaklarından biri olan Vltava Nehri’ne bakıyorduk.

  

Hafif puslu, ara ara yağmurun çiselediği, kapalı ve biraz kasvetli olmasına rağmen soğuk olmayan bir hava var dışarıda. Hava bile uymuş bulunduğumuz şehrin atmosferine. Şehir dediğimize bakmayın, her yere kısa sürede yürüyebileceğiniz bir kasaba burası.

 

Karnımız acıktı ve aç ayı oynamayacağı için ilk iş olarak biraz döviz bozduruyor ve Cesky Krumlov’un popüler restoranlarından biri olan Papa’s Living Restaurant’a gidiyoruz. Vallahi yarım saat evvel pansiyonun odasında bıraktığımız dekor nasıl idiyse burada da aynı şekilde devam ediyor.

  

Doyduğumuza göre artık gezinti vakti. İlk olarak kaleye çıkacağız ama gözümüze Budapeşte’den hatırladığmız o tatlının satıldığı dükkân takılıyor. Macaristan’da bize ‘kürtoskalacs’ ismiyle ve Macar tatlısı olarak satılan zat-ı muhtereme burada da ‘trdelnik’ ismi ile ve Çek tatlısı olarak rastladık. Biraz daha altını deşsek bu iş bizimle Yunanlar arasında paylaşılamayan baklavanın hikâyesine benzeyecek diye tahmin ediyoruz.

Cesky Krumlov Kalesi, zamanında Salzburg’dan çıkan tuzların ticaret yolu üzerinde bulunması nedeniyle bu ticaret yolunun güvenliğini sağlamak için yapılmış ve Prag kalesinden sonra Çek Cumhuriyeti’nin ikinci büyük kalesi.

  

Kale, 1250’li yıllarda Rosenberg ailesinin yakın bir akrabası olan Witigonenler tarafından gotik tarzda inşa edilmiş. Witigonenler’in simgesi olan 5 yapraklı gül o dönem ve sonrasında Cesky Krumlov’un simgesi haline gelmiş. Bunun yanında Rosenbergler’in kullandığı ayı figürü ve döneminde kalede bakılan ayılar şehrin simgelerinden olmuş.

  
 

Kale içinde 5 avlu, 40’dan fazla bina, 165 oda ve 140 bacası bulunuyor. Özellikle kalenin kulesi şehrin simgesi ve uzaklardan bile görünebilecek şekilde şehrin silüetini oluşturuyor. Biz de kalenin müze kısmını ve kulesini ziyaret ederek tekrar aşağılara iniyoruz.

 

Cesky Krumlov’un şu müzesini bu sarayını gezmek gerek demek yersiz. Keza ismen illa da görülmesi gereken birkaç yerden sonra kendinizi şehrin doğal akışına bırakmanız en güzeli.


Uzun yıllardır çok güzel bir şekilde korunan ve UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne de girmiş olan bu şehrin sokakları ve binaları hala orta çağın gizemli ve ağır tarihini hissettiriyor.


Tarihi ve ticari öneminden dolayı Almanlar ve Çekler’in devamlı ilgisinde olan şehri en son Çekler alınca, adının başına Cesky yani Çeklere ait anlamına gelen kelimeyi eklemişler.

Krumlov ismi söylentilere göre Almanca’daki “Krumme Aue”den geliyor. “Eğri ova” olarak Türkçeleştirilecek bu ifade, şehrin coğrafi yapısından kaynaklanıyor. Vltava Nehri’nin keskin kıvrımlar yaptığı bir vadide, bu kıvrımlar arasında kalan yarımadalar üzerine kurulan Český Krumlov’daki ilk yerleşimler Neolitik döneme kadar gidiyor ama tarihte adının geçmesi 1200’lerin ortalarını buluyor. 1300’lerin başından 1620’lere kadar şehri Rosenberg ailesi yönetiyor. Şehrin kale, kilise, manastır gibi belli başlı binaları da bu dönemde inşa ediliyor. 18. yüzyılın ilk yarısında Schwarzenberg Ailesi kontrolü ele geçiriyor. Bu dönemde kentin görünümüne barok mimari hâkim oluyor. 20. yüzyılın başında şehir biraz gözden düşüyor. 1963 yılında kent koruma altına alınıyor ve 1992’de UNESCO Dünya Mirası’na dâhil oluyor.

  

Cesky Krumlov’u bizim Bratislava’da yaptığımız gibi sadece günübirlik olarak, geçerken bir uğrayalım tadında gezenleri şiddetle kınıyoruz. Zira bu şehrin gece atmosferi de en az gündüzü kadar heyecan verici.

Gezi noktalarımızı özetlemek gerekirse, eski kent merkezinde St.Vitus Kilisesi ile hemen yanındaki  The Chaplain’s House (Kaplanka) ve Krumlov Meydanı’ndaki Plague Sütunu ile Town Hall yani Belediye Binası’na zaten siz istemeseniz de denk geleceksiniz. Vakit durumuna göre Panska Sokağı’ndaki Moldavite Museum veya Town Hall yakınındaki Regional Museum görülebilir.

St. Vitus Kilisesi (Kostel Sv. Víta) 15. yüzyıla tarihlenen bir Gotik kilise ve aynı yüzyıldan kalma freskleriyle dikkat çekiyor. Dar sokaklardan yokuş aşağı inerek eski belediye binasının ve 1716’da dikilen Marian Veba Sütunu’nun (Mariánský sloupek) bulunduğu eski şehir meydanı Náměstí Svornosti ise her daim hareketli. Meydana açılan sokaklarda ve meydanda cephesi duvar resimleriyle süslenmiş binalar vardı.

Kentin iki yakasını birleştiren ahşap Berberin Köprüsü ise fotoğraf çektirmek için ideal yerlerden biri. Köprünün yanında eskiden St. Jost Kilisesi (Kostel Sv.Jošta) olan yapının ilginç çan kulesi vardı. Kilise artık kullanılmasa da kulesi şehrin manzarasında önemli bir rol oynuyordu.


  

   

Gezi rotamız dâhilinde Minorite Manastırı’nın (Minoritský klášter) içine girmesek de bahçesini ziyaret edip söyle bir dışarıdan bakmayı ihmal etmedik.

  

Akşam yemeği için listemizde bulunan restoranlardan Krcma v Satlavske Ulici’ye gitmeyi çok istedik ancak mahzenden bozma bu ufacık restoranın sınırlı sayıda masası ve tam tersi oranda talibi olduğu için sıra beklemek istemedik ve öğle yemeğini yediğimiz Papa’s ın birkaç adım ötesindeki Svejk Restaurant’ta karar kıldık. Buradaki yemek ve servisten de son derece memnun kaldığımızı söyleyebiliriz. Her iki restoranda da çorba veya başlangıcından ana yemeğine, salatasından şarabına ve tatlısına kadar yememize rağmen hesaplar iki kişi için 1000 CZK’yı geçmedi.

  

Yorulmuş olmamız lazım ama bu masal diyarı şehre öyle bir tutulduk ki pansiyona dönmek aklımızdan bile geçmiyor. Gecenin geç saatlerine kadar aynı sokakları tekrar tekrar yürüyerek keyfini çıkarıyoruz.

 

9.GÜN:  CESKY KRUMLOV - PRAG

Sabahın erken saatlerinde pansiyon sahibemizin hazırladığı enerjik kahvaltının ardından kendisi ile vedalaşıyor ve 09:00’da Cesky Krumlov AN otobüs terminalinden Prag’a hareket ediyoruz. Yine Regiojet firmasının otobüsündeyiz ve Na Knizeci otobüs terminaline varmamız 12:00’i buluyor. Metro ile kalacağımız hostel olan Limes Apartments’a varıyoruz.

Limes Apartments, şehrin biraz dışında kalmasına rağmen yeni tadilat görmüş tertemiz odaları ile bizden tam puan alıyor. Prag, rakamlar ile bölgelere ayrılmış bir şehir ve yerel dilde ‘Stare Mesto’ olarak adlandırılan eski şehir bölgesine 1 numarayı vermişler. Biz ise tarihi tren garı olan Hlavni Nadrazi’nin 1 numaradan ayırdığı 3 numaralı bölgede kalacağız. Toplu taşıma yaygın ve ucuz, yürüyerek ise yarım saatten kısa sürüyor merkeze varmamız. Bu bölgeyi seçmemizin bir diğer nedeni ise Dresden’e gideceğimiz otobüsün Prag’ın diğer bir otobüs terminali olan Florenc’e yakın olması idi.


 

Yarım günden fazla vaktimiz var ve soluğu Prag’ın kalbi olan Stare Mesto meydanında alıyoruz. İçerisinde birçok tarihi yapının yer aldığı ve en güzel Ortaçağ kentlerinden biri olarak gösterilen Prag’da gezilecek onlarca yer var. Vltava Nehri’nin ortasından geçtiği bu şehir, köprüleri, kanalları, mistik havası, mimari eserleri ve Ortaçağ yapıları ile gezginlere birçok gezi alternatifi sunuyor.

Meydanda etrafımızı incelediğimizde hemen gözümüze çarpan yapıtlar Astronomik Saat (Staromestska Radnice ) ve Eski Belediye Sarayı (Obecni Dum), Tyn Kilisesi, ve St.Nicholas Kilisesi, Kinsky Sarayı ve Jan Hus Anıtı oluyor. Çevresinde birçok hediyelik eşya satan dükkân ve restoranın da olduğu meydan, gece gündüz şehrin en hareketli noktalarından.


  

Stare Mesto’nun en önemli yapılarından olan Astronomik Saat, her saat başı gerçekleşen ufak gösterisi ile turistler tarafından oldukça ilgi görüyor. Saatin üzerinde yer alan kuleye çıkarak muhteşem Prag manzarasını seyretme ritüelini yarına bırakarak Karl Köprüsü’ne ilerliyoruz.


  

1357 yılında inşa edilen Karl Köprüsü (Karluv most), Prag Kalesi ve Mala Strana ile Stare Mesto bölgelerini birbirine bağlayan güzel bir yapı. 516 metre uzunluktaki köprü üzerinde otuza yakın heykel bulunuyor. Şehrin simge yapılarından olan köprü üzerinde performans sergileyen sokak sanatçıları köprüye ayrı bir hava katıyor.


 

Köprünün üzerinde panoramik Prag manzaralarının tadını çıkararak bir hayli vakit geçirdikten sonra karşıya yani Mala Strana’ya geçiyoruz. Karşı yakaya adımınızı atar atmaz sağ tarafta Franz Kafka Müzesi var ancak burayı da sonraki bir güne bırakacağız.


 

Biraz daha ileride şehrin ikinci St.Nicholas Kilisesi (Kostel sv.Mikulase) var. Meydandaki St.Nicholas Kilisesi’nin yerel dildeki ismi ise Chram svateho Mikulase’dir. Bu arada aklıma gelmişken değineyim. Meydana komşu olan St.Nicholas Kilisesi’nin arkasından itibaren Prag’ın Yahudi mahallesi (Josefov) başlıyor. Bu bölgede irili ufaklı birçok sinagog görebilirsiniz. Özellikle Vezenska Sokağı’nda bulunan İspanyol Sinagogu (Spanelska Sinagoga) görülmeye değer. Biz ise, yıllar süren sinagog hasretimize Budapeşte’de son verdiğimiz için bu bölgeyi kısa bir turlamakla yetindik.


  

Josefov, Prag’ın en eski ve önemli yerleşim alanlarından biri. Şehre ilk Yahudilerin ne zaman geldiği tam olarak bilinmese de 13. yüzyılda bu bölgede ilk Yahudi yerleşim alanlarının oluşturulduğu düşünülüyor. Bölgede birçok tarihi yapı yer alıyor. Bohemyalı Azize Agnes Manastırı, Eski Yeni Sinagog, Eski Yahudi Mezarlığı, Pinkas Sinagogu ve İspanyol Sinagogu burada görebileceğiniz en önemli yerlerden bazıları.

Evet, en son neredeydik? Mala Strana’daki St.Nicholas Kilisesi’nden Vltava Nehri’ne paralel olarak güney yönünde yürümeye başlıyoruz. Karmelitska Caddesi’nde bulunan Church of Our Lady of Victory Kilisesi’ne (Kostel Panny Marie Vítězné Praha) varmamız uzun sürmüyor. Kilisenin arkasından itibaren gördüğüm yüksek alan ise 300 metre rakımda bulunan Petrin Tepesi, Prag’a hâkim güzel noktalardan biri. 15. yüzyılda üzüm bağları ile ünlü olan tepe günümüzde birçok turistik yapıya ev sahipliği yapıyor. Petrin Gözlem Kulesi, Aynalar Labirenti, Stefanik Gözlemevi, Strahov Manastırı gibi yapıları görebilmek için füniküler ile tepeye ulaşım mümkün. Kısa bir molanın ardından aşağılara yürümeye devam ediyoruz.


  

Her ne kadar anakara ile bütünleşik gibi gözükse de Vltava Nehri’nin Şeytan Deresi kolunun oluşturduğu ada olan Kampa Adası’ndayız. Geçmişten günümüze birçok işletmeciliğe ev sahipliği yapsa da bugünlerde sessiz ve sakin bir yer olan Kampa’da bir mola daha vererek bol bol fotoğraf çekiyoruz.


  

Sürgün yıllarının 1956-58 arasındaki dönemini Prag’da geçiren Nazım Hikmet’in bir şiirine de konu olan Lejyonerler Köprüsü (most Legii) üzerinden mağrur ve asil Vltava’yı geçiyorken hemen karşımızdaki binanın Prag Ulusal Tiyatrosu (Narodni Divadlo) olduğunu fark ediyorum. Tiyatronun karşısında ise Nazım’ın Prag günlerinde sık sık uğradığı mekân olan Cafe Slavia (Kavarna Slavia) var.


 

Nehir boyunca devam eden yürüyüşümüzde bu sefer bizi karşılayan yapı ise Prag’ın turistik noktalarından Tancici Dum yani Dans Eden Ev oluyor. Aslında bu bina turistik de sayılmaz ama her Prag ziyaretçisinin yaptığı gibi biz de sahip olduğu farklı mimari ile dünya çapında üne sahip olan bu binanın önünde fotoğraf çektirmeyi ihmal etmiyoruz.


  

Yakınımızdaki metro durağına yürüyerek Muzeum durağına gitmek için yer altına iniyoruz. Prag’ın iyi bir metro ağı ve şehrin her tarafını saran harika bir tramvay ağı var. 2016 sonu itibariyle yarım saatlik tek kullanımlık toplu taşıma bileti 24 CZK, doksan dakika olanlar ise 32 CZK idi. Tabak/Trafika büfelerinden, gazete bayilerinden ya da duraklardaki otomatlardan kolaylıkla edinebileceğiniz biletlerin 110 CZK’ya 24 saatlik olanı da mevcut. Biletlerinizi sarı makinelerde onaylatmayı unutmayın.

Akşam saatleri yaklaşırken günümüzün son durağı ise tarihi önemi ile sembolik bir meydan olan Vaclav Meydanı (Vaclavske Namesti) olacak. Yeraltından gün yüzüne kendimizi atar atmaz tadilat nedeniyle kapalı olan Prag Ulusal Müzesi (Narodni Muzeum) ve hemen önündeki kaldırımda bulunan Jan Palach ve Jan Zajic Anıtı’nı fark ediyoruz. Budapeşte’deyken Macar Devrimi hakkında ne kadar az bilgi sahibi olduğumu fark ettikten sonra bari birkaç gün sonra göreceğimiz Prag’da aynı durumda kalmayayım diye Prag Baharı’nı okumuştum biraz.

Prag Üniversitesi’nde felsefe öğrencisi olan Jan Palach, siyasi liberalleşme reformlarından biri olan Prag Baharı‘nın destekçilerindendi. 20-21 Ağustos 1968 tarihlerinde Prag Baharı reformlarını durdurmak için Varşova Paktı Çekoslavakya’yı işgal etti. Bu müdaheleyi protesto etmek üzere Jan Palach, 16 Ocak 1969’da kendini Venceslas Heykeli’nin önünde ateşe vermiş ve kaldırıldığı klinikte 19 Ocak tarihinde hayata veda etmiştir.

Ölümünden bir ay sonra 25 Şubat’ta Jan Zajic adlı başka bir Çek genci, aynı yerde Palach adına düzenlenen anma töreninde kendini yakar. Ancak ne yazık ki komünist rejim iki genç için de cenaze töreni düzenlenmesini ve Prag’a defin edilmelerini yasaklar. Komünist rejimin yıkılmasından sonra iki genç için bu anıt yapılır. Fotoğrafta da görebileceğiniz üzere Palach ve Zajic’in kendini yaktığı yer haç ile işaretlenmiştir.


  

Wenceslas Square ya da bilinen diğer adı ile Vaclav Meydanı, Prag’ın en merkezi ve önemli meydanlarından biri. Kurulduğu dönemde at pazarı olarak kullanılan ve tarih boyunca birçok önemli olaya sahne olan bu meydan, günümüzde otel, restoran, kafeterya ve kulüplere ev sahipliği yapıyor.


 

Uzunlamasına devam eden meydanın diğer ucundan, kısa bir sürede günümüzün başlangıç noktası olan Stare Mesto yani eski şehir meydanına geçilebildiğini fark ediyoruz. Meydandaki seyyar tezgâhlarda karnımızı doyurup gece karanlığında meydan ve Karl Köprüsü civarlarında bu büyülü şehrin ışıklarına hayranlıkla bakıyoruz.


 

Hostele dönüş yolunda rastladığımız Prag Belediye Sarayı, 1383 – 1485 yılları arasında inşa edilen ve Art Nouveau alanındaki örneklerinin en iyilerinden. Tarih boyunca askeri okul ve ilahiyat fakültesi olarak kullanılan yapıda günümüzde konser ve sergi salanları yer alıyor. Dilerseniz yapıyı gezip burada yer alan kafeterya ve restoranlarda bir şeyler yiyip içebilirsiniz.


 

10.GÜN:  PRAG

Dün hesapta yarım günümüz vardı ama iyi gezmişiz. Prag’ın başlıca noktalarının tamamı hakkında iyi bir fikir sahibi olmanın verdiği rahatlıkla başlıyoruz güne. Öğleye kadarki programımız Prag Kalesi ve civarı bölgeyi gezmek.

Malostranska metro durağında toplu taşımadan ayrılarak kaleye tırmanmaya başlıyoruz.  Prag Kalesi (Prazsky hrad), şehrin gerek tarihi gerekse turistik olarak en güzel yapılarından. Kale içerisinde yer alan, St.Vitus Katedrali, Eski Kraliyet Sarayı, Altın Yol, St.George Bazilikası, St.George Manastırı, Prag Kalesi Resim Galerisi ve Kraliyet Bahçeleri görülmesi gereken en önemli yerler arasında yer alıyor. Hazırlığımız iyi olduğundan rehberli tur almayarak kendimiz gezmeye karar veriyoruz.


  

Kişi başı 250 CZK’ya fiyat/fayda olarak bizi en çok tatmin edeceğini düşündüğümüz Circuit B biletlerimizi alarak gezmeye başlıyoruz. Kale bölgesinin en önemli yapısı sayılabilecek olan St.Vitus Katedrali (Katedrala St.Vita), 1344 yılında inşa edilmiş ve yapıldığı günden günümüze kadar Prag kral ve kraliçelerinin taç giyme yeri ve ebedi istirahatgahı olmuş. Gotik üsluba sahip şehrin bu en güzel katedrali içinde yer alan vitraylar da oldukça etkileyici.


   
  
   

St.George Bazilikası’nı da gezdikten sonra Altın Yol’a yürüyoruz. Burada gördüğümüz eski dönemlere ait eşyalar ve silahlar oldukça ilgi çekiciydi. Buralara kadar gelip Lobkowicz Sarayı’nı da görmeden aşağı inmek olmaz. Kişi başı 300 CZK’ya ziyaret edilebilecek sarayın büyük bir bölümü tadilatta olduğu için göremedik.


   

Aheste adımlar ile Karl Köprüsü’ne inerken ‘Prag’ın en dar sokağı’ olarak bilinen sokağa da göz atıyoruz ve gene her daim kalabalığı eksik olmayan köprüdeyiz. Köprüden meydana giden sokaklar ise daha da kalabalık. Meydandaki ziyaret durağımız Astronomik Saat olacak. Kişi başı 130 CZK’dan biletlerimizi alıyor ve kulenin tepesinden muhteşem manzaralara doyuyoruz.


  

Kuledeyken gözümüze daha bir heybetli görünen Tyn Kilisesi var sırada. İnşasına 14.yy’da başlanan ancak 1511 yılında bitirilebilen kilisenin dış mimarisinde gotik öğeler kullanılsa da iç mimarisi barok etkileri taşıyor. Ayrıca kilisenin ön tarafında Tyn School adı verilen bir bina bulunuyor ve kiliseye buradan giriş yapıyorsunuz. Dün biraz bakınmış ama bulamamıştık girişi, biraz daha dikkatli bakmak gerekiyormuş.



Tyn kilisesi, Protestan kilise olup şehre gelen yabancılar için inşa edilmiş. Kulelerin uzunluğu 80 metre ama bir yerde kulelerden birinin diğerinden çok az daha uzun olduğunu ve bunun özellikle bir sebepten dolayı böyle yapıldığını okumuştum. Şimdi biraz araştırdım ama o bilgiye ulaşamadım nedense.

Kuleleri gerçekten çok ihtişamlı ve meşhur Disney şatosunun, Tyn kilisesinden ilham alınarak çizildiği söylenir. İlk gördüğümüzde ne kadar masalsı diye düşünmüştük. Dün akşam bu meydana geldiğimizde ilk gözümüze çarpan şey ise ışıklandırılması olmuştu.


  

Bilindik yerlerde gezinmeye devam ediyoruz. Şehrin biraz dışında Vysehrad Anıt Parkı bulunuyor ve Prag ziyaretçilerinin uğrak noktalarından sayılabilir. Aslında buraya da gitmeye vaktimiz kaldı ama eski şehir ve etrafı o kadar büyülü ki insanın ayrılası gelmiyor. Akşam yemeği için tercihimiz, meydana iki dakika uzaklıktaki Restaurace U Parlamentu oluyor. Dolu dolu bir akşam yemeğinin bize maliyeti 500 CZK kadar oluyor. Samimi bir ortamı var bu restoranın ve yemekleri de lezzetli. Zaten içeride fark edeceksiniz turistlerin de uğrak mekânı. Ah bir de Çekler şu içeride sigara içme işini tamamen yasaklasalar artık.


 


Hostele dönüş yolumuzda Prag’ın ana tren garı olan Hlavni Nadrazi’ye uğruyoruz. Prag’ın çeşitli umuma açık yerlerinde, gelen geçenin kullanımı için bırakılan piyanolardan biri de burada. Aslında benim gönlümde olan kuyruklu piyano peronların olduğu alt kattaki bekleme alanlarının birindeydi ama onu kaldırmışlar. Wilsonova Caddesi tarafında ve bir üst katta olan bina girişlerinden bir tanesinin avlusunda başka bir piyano var. Buradaki kafeteryadan asma kilidinin anahtarını alıyorum ve bir saate yakın gelen geçenin meraklı bakışları arasında piyano çalıyorum. Hep yapmak istemiştim bunu :)


11.GÜN:  PRAG – KARLOVY VARY – PRAG

Prag’a geldik, gezdik gördük bitirdik de bir de buradan günübirlik tur ayarlıyoruz kendimize. Bak bak, şımardık iyice… Kahvaltı bile yapmadan ayrılıyoruz hostelden. Kısa bir yürüyüş bizi iyiden iyiye uyandırıyor ve Florenc otobüs terminalindeyiz. 08:30 otobüsü ile Karlovy Vary’e hareket ediyoruz. Kullandığımız firma artık sizin de adını ezberlemiş olduğunu düşündüğümüz Regiojet oluyor gene. Regiojet’in bir güzel yanı da yolculuk sırasında çay, kahve, atıştırmalık şeyler ile ikramlarda bulunuyorlar bizim otobüs firmaları gibi. Koltuklarda multimedya ekranlar ve hızlı internet de var, daha ne olsun.

İki saatlik yolculuğun ardından varıyoruz Karlovy Vary’e. Merkezine doğru yürürken yolumuzun üstündeki Freedom Cafe’de güzel bir kahvaltı yapıyoruz ve yorucu, bol yürümeli bir güne daha hazırız. Karlovy Vary ile ilgili her okuduğunuz blogda rastlayacağınız ve birbirinin kopyası gibi duran bilgileri verip bu görevden bir kurtulayım evvela.

1350'lerde, IV.Karl bu bölgede avlanırken, bir geyiğin peşine takılır. Köpekler havlar, av uşakları ve diğer yardımcı ve yardakçılar Karl'ın peşinde bir kovalamaca başlar, garip geyik bir kayadan atlayıp kaçmaya çalışırken aşağıya uçar ve bir pınarın başına düşer. Karl, aşağıda geyiği yarı haşlanmış halde bulur ve düştüğü pınarın ısısından bu hale gelen geyik işte bu güzel kaplıca merkezinin de keşfine sebep olur.

İsmi de IV.Karl ‘dan gelen Karlsbad yani ‘Kral Karlın Banyosu’ olarak bilinen Karlovy Vary’nin kısa hikayesi bu şekilde. Coğrafi olarak her yanı yemyeşil yüksek tepelerin sınırladığı dar bir vadinin içinden akan üzeri dumanlı Tepla Nehri’nin içindeyiz.

Avusturya-Macaristan imparatorları ve aileleri sık sık uğrarlarmış buraya, Beethoven, Mozart, Kafka, Freud daha birçok filozof, meşhur film yıldızları, Rus Çarları müdavimi olmuşlar bu güzel kaplıcanın. Her yıl Temmuz ayında da bir de film festivali var.

İçerilere doğru yürüyerek başlıca pınarları tek tek ziyaret ediyoruz. İlk olarak Park Collonade yani adından da anlaşılacağı gibi Park Pınarı çıktı karşımıza. Güzel bitkilerle dolu, zevkli minik havuz ve gölcüklerin arasında çok zarif bir yer burası. Etrafta büyük olmayan ve eski yüzyılın otelleri var. Buranın güvercin ve ördekleri ile sohbet ettikten sonra devam ediyoruz.


  

Sırada Mill Colonnade yani Değirmen Pınarı var. 132 metre uzunluğunda Neo-Rönesans mimarisi ile 124 sütunun taşıdığı bir nefe sahip olan Değirmen Pınarı, girişlerinin üzerinde bulunan ve yılın 12 ayını temsil eden 12 figür ile dikkat çekiyor.


  

Biraz ileride ise beyaz ahşap yapısı ile göze çarpan Market Colonnade yani Pazar Pınarı, hemen arkasında ise eski şatonun eteklerinde yer alan Castle Colonnade yani Kale Pınarı bulunuyor.


 

Market Colonade’nin karşısında ise Hot Spring Colonnade yer alıyor yani Sıcak Pınar. 73 dereceye kadar ulaşan su, o kadar büyük bir basınçla fışkırıyor ki 14 mt. yükseğe kadar çıkabiliyor. Sıcak Pınar’ı gezerken gözünüze çarpan yapı ise 1730’lu yıllarda inşa edilen St.Mary Magdalene Kilisesi’dir.


  

Nehir kıyısından yürüyerek Karlovy Vary’nin simge yapılarından Grandhotel Pupp’a ulaşıyoruz. Biraz ilerisinde ve nehrin diğer yakasında ise Atatürk’ün bir ay kadar kaldığı bina var. O günlerde sağlığı yerinde olmayan Mustafa Kemal, Trablus-Bingazi'deki böbrek krizleri, Balkan savaşlarının sıkıntısı, Anadolu'daki harekâtlardan biraz ara bulunca kendini buraya atar. Muayene edilir, kendisine banyolar, çamur tedavisi ve günlük "içme" kürleri tavsiye edilir.


  

Paşa, burada Türk dostları ile de buluşur, kadınlı-erkekli 10-11 kişilik sofralar donatılır ama tedavi de tam bir disiplinle sürmektedir. Her sabah saat 07.00'da şehirdeki çeşmeler dolaşılır ve emzikli ağzı olan kupalardan çeşitli sıcaklıklardaki maden suları içilir. Geceleri evinde geçiren Paşa, gündüz sivil kıyafetle dolaşmakta, tedaviye gitmekte, akşamları, resmi üniformasını giyip, nişanlarını takmakta ve Grandhotel Pupp'da dostları ile buluşup memleket meselelerini konuşmaktadır. Bu arada, Almanca ve Fransızca dersleri de almayı ihmal etmez ve günlüğüne iki gün Fransızca yazar. İstirahat saatlerinde Fransızca Balzac okuduğunu, tahta yeni çıkan Sultan Vahdettin ile politikasının ne olacağını günlüklerine yazar. Tam bir ay kaldığı bu güzel şehirden çok güzel anılarla ayrıldığını anlıyoruz Ata’mın.


 

Grandhotel Pupp’ın hemen arkasındaki füniküler ile (45 CZK/kişi tek yön bilet) Diana Tepesi’ne çıkıyor ve buradaki gözetleme kulesinin tepesinden (Diana Lookout Tower) tüm Karlovy Vary’i ayaklarımız altında bir şekilde izliyorduk. Buradaki ufak hayvanat bahçesine de göz attıktan sonra kahvelerimizi alıp ormanın içerisinde ağır adımlarla yürüye yürüye sonbahar yaprakları ve toprağın kokusunun keyfini çıkarıyorduk.


  
  

Tekrar aşağıdayız. Yavaştan dönüşe geçeceğiz. Kağıt helvası ve çikolatası ile de ünlü olan Karlovy Vary’den  "Becherovka" almadan dönülmez. Bitki özlü bu güzel likör için şirin satış kulübelerini zaten görmüştük ve bir tanesinden alışverişimizi yaparak günün başlangıç noktası sayılabilecek Park Colonnade’ye geri dönüyoruz.


  

17:00’daki otobüsümüze hala vakit var ve iki seçeneğimiz var. Ya otogara dönüp hemen dışındaki Jan Becher Müzesi’ni ziyaret edeceğiz ya da bulunduğumuz parkın biraz yukarısındaki Rus Ortodoks Kilisesi olan St.Peter and Paul’s Katedrali’ni göreceğiz.

Mucidi olduğu Becherovka’sından yudumlarken Jan Becher amcamızı zaten bolca yâd edeceğimize kanaat getirip, beyaz duvarları, masmavi çatıları ve altın sarısı kubbeleri ile göz kamaştıran katedrale yürüyoruz. 2016 yılında kapsamlı bir tadilattan geçen katedralin inşasına 19.yy’ın sonlarında başlanmış.


  

Çok güzel geçen günübirlik Karlovy Vary turumuzdan sonra Prag’a dönüyor ve gecenin ilerleyen saatlerine kadar iki gündür gezdiğimiz yerleri tekrar dolaşıyoruz.

12.GÜN:  PRAG – DRESDEN – ANTALYA

Gene sabahın 08:30’u, gene Florenc terminalindeyiz ama bu sefer istikamet önce Dresden, oradan da ver elini Antalya. Bu geziyi Prag’dan İstanbul’a dönerek bitirmeyi planlamıştık ancak Dresden’den Antalya’ya Involatus isimli Türk-Alman firmasından direkt bir charter uçuş bulunca programımızın sonuna ucundan bir Dresden eklemeye karar vermiştik.

Ekledik eklemesine, Dresden’e gitmek için öncekilerde olduğu gibi Regiojet firmasının otobüsüne de bindik ama daha bir saat geçmeden yol üzerinde gördüğüm tabela ile beynimden vurulmuşa dönüyorum.  Almanların 2.Dünya Savaşı’ndaki ünlü kamplarından olan Terezin Toplama Kampı bu yol üzerindeymiş. Tamam, orijinal programda ne Dresden ne de Terezin vardı ama bu kadar yakınında olup ta uğrayamamak bütün moralimi alt üst ediyor. Bunun acısını, tez zamanda organize etmeyi düşündüğümüz ve tamamen 2.Dünya Savaşı tarihi odaklı olacak Polonya ve güneybatı bölgeleri gezisinde telafi edeceğimize söz veriyorum kendi kendime.

İki saat gibi bir sürede varıyoruz Dresden’e ve eski şehir olarak adlandırılan Altstadt’ı görmek için Elbe Nehri’ni istikamet belirleyip başlıyoruz yürümeye.

Almanya denilince akla ilk gelen şehir olan Berlin’e iki saatlik bir mesafede yer alan Dresden, Almanya’nın Saksonya Eyaleti’nin başkentidir. Elbe Nehri’nin tüm ihtişamıyla ortasından ayırdığı bu şehir, yüzyıllardır Almanya’nın endüstri ve kültür alanlarında ön plana çıkmış. 2. Dünya Savaşı’nda bir hayli bombalanan ve neredeyse tamamına yakını yerle bir olan şehri, Almanlar kısa bir sürede yeniden ayağa kaldırarak günümüze kadar ulaştırmışlardır. 13 Şubat 1945 gecesinden itibaren müttefikler iki gün boyunca şehrin %75’ini bombalamış ve 18bin asker ile sivilin ölümüne yol açmıştır.

Bizi ilk karşılayan Altmarkt Meydanı ve Kutsal Haç Kilisesi (Kreuzkirche) oluyor. Saksonya’nın en büyük kilisesi olan bu yapının içerisine girdiğimizde şaşırıyoruz. İçerisini gezdiğimiz her dini yapının rengârenk freskleri ve çeşitli ikonalarına alışık olan biz, gri renkli duvarlar ile karşılaşınca bir an afalladık.


  

Sıradaki durağımız Martin Luther Heykeli’ne ev sahipliği yapan Neumarkt Meydanı ve bu güzel meydanı süsleyen, 1726-43 tarihli olup Almanya’nın en önemli Protestan kilisesi olan Meryem Ana Protestan Kilisesi (Frauenkirche) oluyor. 2.Dünya Savaşı’nda tamamen yerle bir olmuş, taş taş üstünde kalmamış bu yapıyı Dresden bombardımanı ile özdeşleşmiş o meşhur fotoğraftan hatırlayabilirisiniz. Uzun yıllar boyunca yıkıntılar anı olarak bölgede el değmeden korunsa da sağlam olan 3,539 taş ve bunlara yeni eklenen taşlarla birlikte kilise yeniden orijinal planına sadık kalınarak onarılmış ve 2005 yılında yeniden açılmış.


  

Bu etkileyici kilisenin içini dışını iyice inceledikten sonra Elbe Nehri kıyısına biraz daha yaklaşıyor ve Bruhl Terrace yani tabiri caizse Avrupa’nın balkonuna varıyoruz.  500 metre uzunluğundaki bu teras belki de şehrin en eski simgelerinden biri. Merdivenleri çıkıp bu balkona ulaştığımızda ağaçlarla dolu bir gölgelik alanda yürüyoruz ve Elbe’nin coşkusunu bu balkondan izlemek için kısa bir mola veriyoruz.


  
  

Nehir boyunca yürüdüğümüzde bizi Fürstenzug (Procession of Princes) duvarı ve bu duvarda, Saksonya eyaletini yöneten önde gelenlerin figürlerinin olduğu 102 metrelik resim karşılıyor. Porselenden yapılmış dünyanın en büyük mozaik resmi olan Fürstenzug, yirmi üç bin parça porselenden oluşuyor ve 1127 ila 1904 yılları arasında Saksonya Krallığı’nı yöneten kralları, lordları ve dükü tasvir ediyor. Bu resimde zaman içerisinde kıyafetlerin değişiminden yaşam stillerine, ulaşım araçları, silahlar gibi detaylara kadar birçok şeyi incelemeniz mümkün.


 

Kısa bir süre içerisinde Katholische Hofkirche yani Dresden Katolik Katedrali’ni buluyoruz. 1945 yılında bombardımanlar neticesinde ağır hasar alan kilisenin yapımına 1947 yılında tekrar başlanmış. 1971 yılında tamamlanan bu muhteşem eser mutlaka görülmeye değer.


 

Katedralin hemen arkasında ise Theaterplatz Meydanı ve bu meydana ismini veren Semper Opera Binası (Semperoper Dresden) var. Mimar Gottifried Semper tarafından yapılan bina, Rönensans ve Barok mimarisi özellikleri taşımakta. Dresden bombardımanında yıkılan bina, savaşta hasar gören diğer tüm binalar gibi aslına sadık kalınarak yeniden yapılmış ve 1989 yılında hizmete girmiştir.


 

Kafamızı diğer yana çevirmemizle tam bir barok panayır alanı olan Zwinger’in girişinde olduğumuzu fark ediyoruz. Almanların büyük yapılar yapma hastalığının bir diğer örneği olan yapı, saray olarak kullanılmaya elverişliliği ve mimari özellikleri sayesinde bir müze kompleksine dönüştürülmüş. Zwinger’ın kuzey batı tarafındaki merdivenleri kullanarak kralın balkonuna çıkabilirsiniz. Bu bölgede gezinirken Peri’nin Banyosu’na (Nymph’s Bath) ulaşabilirsiniz.


  

Zwinger’dan çıkıp Theaterplatz’a döndüğümüzde dikkat çekmemesi mümkün olmayan bir diğer yapı ise Schloss Dresden yani Dresden Kalesi ve hemen yanındaki Yeşil Kubbe (Grünes Gewölbe) oluyor. Kalede devlet sanat koleksiyonları yer alıyor ve içerisinde Osmanlı ve doğululaştırılan Avrupa sanat eserlerini içeren bir Türkische Cammer (Türk Odası) da bulunmakta.


  

Yeşil Kubbe’ye bilet alarak şehre ait tüm mücevherleri inceleyelim diyoruz ama biliyorum ben huyumu, en az bir saat geçirmemiz gerekecek orada ve ‘hadi o bölüme de bakalım, hadi şu eseri de görelim’ derken kaçırırız biz bu uçağı. O yüzden hiç bulaşmıyor ve efendi efendi Augustus Köprüsü’nden (Augustusbrücke) Elbe Nehri’ni geçerek Neustadt yani yeni şehir kısmına geçiyoruz.


  

Augustus, Saksonya için çok önemli bir tarihi karakter ve her yerde izlerini görebilirsiniz. Neustadt’ta bizi ilk karşılayan kendisini şaha kalkmış bir at üzerinde tasvir eden altın renkli heykeli (Golden Reiter) oluyor.


 

Havalimanına ulaşım sağlayacağımız tren garı olan Neustadt Bahnhof’a geçmeden ziyaret ettiğimiz son nokta ise Neustadt’ın en işlek noktası olan Albertplatz Meydanı oldu. 1883-1894 yılından kalma ‘Fırtınalı Dalgalar’ isimli fıskiyeleriyle meşhur meydana, Sovyetler Dresden’i ele geçirdiğinde kendi anıtlarını dikmişler.

Aslında biraz daha yukarıda kalan Kunsthofpassage’ı da görmeye vaktimiz kaldı ama hem çok acıktık hem de uçağı kaçırma riskini almak istemiyoruz.

Kunsthofpassage, içerisinde birbirinden değişik 4-5 tane ev bulunduran bir pasajın ismi. Pasajın, elementler avlusu olarak adlandırılmış bölümünde yer alan evlerin cephesinde bir elementi temsil eden figürler yer almakta. Burayı popüler kılan ise mavi binanın dış yüzünde gelişi güzel yerleştirilmiş gibi görünen olukların yağmur yağdığında uyumla çalışıp ürettiği seslerdir.


Tren garındaki Burger King’de karınlarımızı doyurarak havalimanına geçiyoruz. Uçağı beklerken duty free’ye gideyim diyorum. Ne göreyim, gidip ta membaından aldığım Becherovka burada daha ucuz. Sağlık olsun diyerek sorunsuz atlattığımız bu güzel gezinin hatıralarını şimdiden düşünmeye başlıyoruz.