Gene
bir Ekim ayı, gene yollardayız… Yılın bu
zamanı şansımız hep yaver gidiyor havadan dolayı, bakalım bu sefer nasıl
olacak. Bu seferki gezinin ilk durağı olan Como’da zaten beklemiyoruz bir
sıkıntı ama sonraki günlerde kuzeye çıktıkça nasıl olacak göreceğiz bakalım.
Aslında adı üstünde Orta Avrupa turu olan programımızda Como’nun olmaması lazım
ama sağ olsun Pegasus, Milano’ya ucuz biletleri buldurunca dayanamayıp burayı
da ekleyiverdik gezimizin başına.
1.GÜN: İSTANBUL – MİLANO – COMO GÖLÜ
Euro
bölgesi içerisinde en ucuz uçak bileti bulabildiğimiz başlıca şehirlerden biri
olan Milano’yu gezilerimizin bir yerinde illaki ayak olarak kullanmaktan biz
sıkıldık, Milano bizden sıkılmadı… Ama bu sefer vaktimiz yok merkezde
oyalanmaya, belki Como dönüşü biraz turlarız.
Uçuşumuz
yerel saat ile 13:30 gibi Bergamo havalimanına inmemiz ile son buluyor. Hiç
vakit kaybetmeden havalimanındaki ATB
shuttle (2,30 Euro/kişi) hizmetinden faydalanarak kısa bir sürede Bergamo
tren istasyonunda buluyoruz kendimizi. Yüksek sezonda olmadığımızdan tren
biletlerimizi bu sefer online almamıştık ancak yılın kalabalık zamanlarında
Trenitalia web sitesinden biletleri almakta fayda var. Kişi başı 4 Euro’ya
aldığımız biletlerimizle önce Monza’ya ve oradan aktarma yaparak (3,80
Euro/kişi) Como San Giovanni tren istasyonuna varmamız iki saat kadar sürüyor.
Milano
Bergamo havalimanı ya da nam-ı diğer Orio
al Serio’dan Como’ya gitmenin elbet farklı yolları var ama biz en uygununu
seçmiştik. Mesela alternatif yollardan
bir tanesi havalimanından Orio Shuttle
isimli servis ile dilerseniz Milano Centrale’ye (kişi başı 5 Euro civarı) ya da
Monza’ya (kişi başı 8 Euro civarı) ulaşım sağlayıp bunların birinden tren ile
Como’ya (kişi başı 4 Euro civarı)
gidebilirsiniz. Havalimanından araba kiralamak ta güzel bir alternatif olabilir
ancak yüksek sezonda pek tavsiye etmem. Göl etrafındaki yollar bazen tek şeride
kadar düşebilecek darlığa inebiliyor ve o kalabalıkta biraz can sıkıcı olabilir
araç kullanmak. Bizim bulunduğumuz Ekim
ayında ise gayet rahat kiralanabilirmiş araba.
Dünyaca
ünlü Como’nun en popüler yerleşim bölgeleri, Bellagio, Varenna ve Menaggio isimli kasabaları. Bunların dışında
daha yukarıda kalan ve son yıllarda popülerliğini arttıran başka kasabalar da
var ancak çok mecbur değilseniz daha kuzeye çıkmanızı tavsiye etmiyoruz. Biz
ise, araç kiralamadığımızdan ve kısıtlı zaman içerisinde gezmek istediğimiz
yerlere rahat ulaşabilmek için toplu taşımanın başlangıç-bitiş noktası olan
Como merkezinde kalmaya karar vermiştik.
İyi ki de böyle yapmışız. Tek tam günümüzü o
kadar verimli geçireceğiz ki… Como San Giovanni tren istasyonundan kalacağımız otel
olan In Riva al Lago’ya yürüyüşümüz
yarım saat kadar sürüyordu. Aslında yarım saat kadar sürerdi demem lazım çünkü
Como eski şehir merkezinden yürümek durumunda olduğumuz için sağa sola
bakınmaktan bir saate yakın geçmiş. In Riva al Lago, düşük bütçeli gezginlere
belli standartlarda konaklama hizmeti veren kendi halinde bir otel gibi. Konum
olarak Como’nun ana meydanlarına, otobüs terminaline, rıhtım ve göl çevresini
gezen teknelere, diğer tren istasyonu olan Como
Nord Lago’ya ve meşhur fünikülere iki dakika uzakta olmasından mütevellit
daha ne kadar merkezi bir yer seçebilirdik bilemedik.
Bugün
zaten akşamı ettik yollarda. Günümüzün kalanını Como merkezini keşfetmek için
harcayacağız. Yarın ise tüm gün göl etrafını ve meşhur kasabaları gezeceğiz.
Hotele yerleşir yerleşmez atıyoruz kendimizi dışarı. Hava kararmadan yükseklere
çıkmamız lazım…
İlk
durağımız meşhur Como füniküleri ile çıkılan Brunate köyü. Nostaljik füniküler (5,50 Euro/kişi) ile harika
manzaralar eşliğinde tepeye çıkmamız yedi dakika kadar sürüyor. Başka bir gün
olsaydı tepeye çıkar çıkmaz keçi gibi yukarılara tırmanarak en yüksekteki Faro Voltiano isimli deniz fenerine
çıkardık ancak yol yorgunuyuz. Fünikülerden dışarı adım atar atmaz karşımıza
çıkan kafeteryada içeceklerimizi alarak güneşi batırmak daha cazip geliyor.
Kısa molanın ardından biraz da etrafı turlayıp aşağı iniyoruz.
Kalan
saatlerimizi Como Katedrali’nin de
bulunduğu Piazza Duomo, Como’nun
bilinen diğer meydanlarından biri olan Piazza
Cavour ve ismini pilin mucidi Como’lu fizikçi Alessandro Volta’dan alan Piazza Volta arasında gezinerek
geçiriyoruz. Akşam yemeği için ise her zaman olduğu gibi yolculuktan evvel
belirlediğim restoranların arasından Il
Pomodorino’ya denk gelmemiz uzun sürmüyor ve tercihimizi buradan yana
kullanıyoruz. Kasvetli dekorasyonu ile içimizi karartsalar da pizzaları
hakikaten güzeldi.
2.GÜN: COMO GÖLÜ
Bugün
tam gün Como’nun en popüler kasabalarını ve villalarını gezeceğiz. Otelden
dışarı çıkar çıkmaz kahvaltı yapacak bir yer arıyoruz. Yeşil tabelası ve sempatik
sahibi ile Golosita isimli fırına
komşuymuşuz neredeyse. Fırından yeni çıkmış taptaze börek ve kruvasanlar ile
harika bir kahvaltı yaparak otobüs terminaline gidiyoruz. Günlük planımız şu
şekilde;
İlk
olarak C10 otobüsü ile Tremezzo’ya
gideceğiz. Burada bulunan Villa Carlotta’yı
görmeden Como’dan ayrılanları dövüyorlarmış o nedenle buradan başlayalım
dedik. Göl etrafındaki otobüs
seferlerinin detaylarına http://www.sptlinea.it/content/en/home adresinden ulaşabilirsiniz. Ayrıca
göl çevresi otobüs ulaşımıyla alakalı birçok pratik bilgiye http://comolakecomo.com/travelling-by-bus/ adresinden
göz atmakta fayda var.
Günlük
ulaşım için ihtiyacınız olan ‘extra urban’ otobüsler genellikle mavi ya da
turuncu renkliler ve gezmeye, bizim gibi gölün batı yakasından başlayacaksanız en
lazım olacak olan hatlar C30 ve C10 olacak. On kullanımlık çoklu biletler 13,50
Euro, tek kullanımlık biletler ise 3-4 Euro arasında.
Villa
Carlotta’dan ayrıldıktan sonra biraz yukarı yürüyüp Cadenabbia kasabasından feribot ile karşı kıyıdaki Bellagio’ya geçebilirdik ama
Bellagio’yu sona bırakmıştım. Hem dün tepedeki deniz fenerine yürümemenin
vermiş olduğu kan kaynaması hem de havanın güzelliğine aldanıp ta Menaggio’ya
kadar yürümeye karar verdik. Evet, deniz kıyısından harika manzaralar eşliğinde
yürüdük ama bu yolun 5 km kadar olduğunu hiç tahmin etmemiştim. Günlük
gezilerimizde akşama kadar 15-20 km’ler yapmaya alışığız ama ilk günden bu
kadar yüklenince yorulduk tabi.
Menaggio
iskelesinden aldığımız biletler (4,60 Euro/kişi) ile Varenna feribotunu beklerken kafeteryada uzun yürüyüşün
yorgunluğunu atıyoruz soğuk bir şeyler içerek. Ardından feribotumuz geliyor ve
kısa bir sürede gölün diğer yakasına geçiyoruz. Varenna rıhtımı etrafında kısa
bir tur atarak kaleye tırmanmaya başlıyoruz. Sanki buraya gelene kadar az
yürümüşüz gibi…
Bir
saati aşkın süren yürüyüşün ardından kaledeyiz. Yer yer patika orman yolları,
yer yer şirin köy evleri arasından ulaştık tepeye. Oldukça keyifli bir
yürüyüşün ardından kişi başı 4 Euro’ya biletlerimizi alıp içeri atıyoruz
kendimizi. Daha adım atar atmaz kocaman bir baykuş karşılıyor misafirleri.
Yaşayan nadir orman baykuşlarından biri olan Artu’ya selam verdikten sonra ilerliyoruz. Oldukça eski bir tarihi
olan Castello di Vezio’nun
bahçesinde çeşitli şahin, kartal, doğan gibi yırtıcı kuşlar görmek mümkün.
Kalenin manzarası ise tabi ki çok etkileyici görünüyor. Buraya kadar çıkmışken San Giorgio Kilisesi’ne de bir göz
atıyor ve ağır adımlarla aşağılara iniyoruz.
Varenna’da
görülmesi gereken bir diğer önemli yapı ise Villa Monastero ancak bizim gittiğimiz gün kapalıydı. Her villa
farklı bir günde temizlik, bakım vs. amaçlı kapalı oluyor ve gitmeden bunlara
dair bilgi edinmek elzem. Biz kapalı olduğunu biliyorduk ancak Como’da bir günümüz
daha olsaydı Villa Monastero’yu da görebilmek için Varenna ve tüm doğu
yakasındaki diğer irili ufaklı kasabaları sonraki güne bırakırdık.
Rıhtıma
iniyor ve sahil boyundan kasaba içlerine doğru yürüyoruz. Daracık sokaklar,
sanat galerileri ve hediyelik eşya dükkânları ile cezbedici bir havası var
Varenna’nın. Merkezde kalmasaymışız burayı tercih edebilirmişiz. Akşamının da
çok keyifli olacağı gibi bir izlenim bıraktı bende. Yürüyüşümüz esnasında
11.yy’dan kalma St.John the Baptist
Kilisesi’ni de geziyoruz.14.yy’dan kalma freskler halen canlılığını
koruyor.
Vallahi
Varenna’dan ayrılasımız hiç yok ama vakit de geçiyor, daha Bellagio’yu
göreceğiz. Kapanmadan Villa Melzi’yi
görmemiz lazım o nedenle feribota atladığımız gibi ver elini Bellagio. Feribot
seferlerinden de çok kısa bahsedeyim. En popüler üç kasaba olan Menaggio,
Varenna , Bellagio ve hemen yakınlarındaki
Cadenabbia aralarında bulunan feribot seferleri genelde kişi başı 4,60 Euro
olarak ücretlendiriliyor. Bunun yanında arabalı vapur seferleri de var.
Detaylar ve tarifeler için http://www.navigazionelaghi.it/eng/c_orari.asp adresinden bilgi
alabilirsiniz.
Bellagio’ya
ayak basmamız ile kısa bir rıhtım çevresi keşfi ardından Villa Melzi’ye
yürümeye koyuluyoruz. 15 dakikalık bir yürüyüşün ardından kişi başı 6,50
Euro’ya biletlerimizi alıp Villa Melzi’nin etkileyici bahçesinde bir saatten
fazla vakit harcıyoruz. Bellagio’yu da beğendik ama aklımız Varenna’da kaldı.
Artık akşam olmak üzere ve Como’ya dönüş vakti. C30 otobüsüne atladığımız gibi
harika manzaralar eşliğinde güneşi batırıyor ve merkeze dönüyoruz. Bu akşamki
yemek tercihimizi otelin çok yakınında bulunan L’orologio Restaurant’tan yana kullandık. Deniz ürünleri makarnası,
salata ve şaraptan oluşan hafif akşam yemeğimizden memnun kaldık.
Yarın
öğleden sonra uçuşumuz var. Erkenden
otele dönüp ılık bir duşun ardından atıyoruz kendimizi yatağa ve uykuya
dalmamız uzun sürmüyor. İyi yorulmuşuz. Yalnız öyle böyle değil, bayağı iyi
yorulmuşuz.
3.GÜN: COMO GÖLÜ – MİLANO – BUDAPEŞTE
Dün
iyi yorulmuş olduğumuzu söylemiş miydim? Kafayı yatağa koyar koymaz deliksiz
uykuya dalan sadece benmişim ama. Biraz fazla yürümüşüz ve hamlık Berna’yı fena
vurmuş. Gece boyu kalça kemiği ağrısından doğru düzgün uyuyamamış ve sabah ta
hala ciddi ağrısı vardı. Demek ki ‘biz nasıl olsa alışığız’ diyip ilk günden bu
kadar yüklenmemek lazımmış. Bir ders daha öğrenmiş olduk.
Golosita’da
hızlı bir kahvaltının ardından evvela tren ile Milano’ya ulaşıyoruz. Bu sefer bizim
bulunduğumuz konuma göre şehrin diğer ucundaki Como San Giovanni’den değil,
burnumuzun dibindeki Como Nord Lago’dan biniyoruz trene Allah’tan da sabah
sabah o ağrıyla yürümek zorunda kalmıyor kızcağız.
Milano’da
kendimi Luini Panzerotti’nin sıcacık ve leziz hamur işleri ile affettiriyorum
Berna’ya. Artık bizim için bir klasik oldu her Milano’ya geldiğimizde o devasa
ve ihtişamlı katedrale bile kafamızı kaldırıp bakmadan önce bu fırının yolunu
tutmak.
Kısa
bir turun ardından Bergamo trenine biniyor ve vaktinde havalimanına varıyoruz.
Ryanair ile Budapeşte’ye olan uçuşumuz bir buçuk saatten az sürüyor ve
akşamüzeri şehre varıyoruz. İlk şaşkınlığımız daha dün günlük güneşlik halde
tişört ile gezerken bugün soğuk ve yağmurlu bir havaya merhaba dememiz ile oluyor.
Merkeze
bizi götürecek kadar döviz bozduruyoruz keza artık oldukça tecrübeli sayılırız
bu işlerde, öyle havalimanında üç paralık kura döviz bozdurmak yok. Terminalin
dışından 200E otobüsüne atladığımız gibi Köbanya-Kispest
durağı ve M3 metro hattına ulaşıyoruz. Mavi renkli M3 hattı, kırmızı M2 ve
sarı M1’in kesiştiği tek metro durağı olan Deak
Ferenc ter için şehrin kalbi desek
doğru olur diye düşünüyorum. Biz ise iki durak uzaklıkta ancak şehre gene
yürüme mesafesinde olan Yahudi bölgesinde kalacağız.
Kiraladığımız
dairenin bulunduğu apartmana varmaya yakın ev sahibimiz Arnold’u arıyorum.
Beklerken dikkatimi yol boyunca da çekmiş olan hasarlı binalara gözüm
takılıyor. Kurşun ve şarapnel izleri birçok binada halen mevcut ve 2.Dünya Savaşı’ndan
kalmış olabileceklerini düşünüyorum. Arnold ve eşi Eva ile tanışır tanışmaz ilk
sorduğum da bu oluyor. Meğerse bütün bu izler 1956 Macar Devrimi’nden
kalmaymış.
Kalacağımız
daire ve Arnold ile eşinin aynı apartmanda bulunan diğer daireleri yeni tadilat
görmüş ve harika durumdalar ancak bina oldukça eski. Bizim için tabi ki sorun
teşkil etmiyor hatta apartmanın gökyüzünü görmemize müsaade eden iç avlusu,
dairemizin dış kapısı önünde bu avluya bakan balkonumuz ve korku filminden
fırlamış gibi duran asırlık asansörümüz hoşumuza bile gidiyor. Tanışır tanışmaz
sohbete koyuluyoruz kendileri ile. Ellinin üzerinde şehir gezdik bugüne kadar
ama bu kadar tatlı insanlara Balkanlar haricinde nadir rastladık.
Tipik
bir emekli hayatı yaşayan ve bu daireler ile geçimini sağlayan Arnold ile
Eva’dan kısa bir Macar tarihi dersi aldıktan sonra sokağa atıyoruz kendimizi.
Hava kararmış bile ancak bu bizim için sorun değil tam aksine bir keyif olacak
her zaman olduğu gibi. Bazı şehirler vardır ki gecesi de gündüzü kadar güzel ve
sıcaktır. Budapeşte’de ışıl ışıl görüntüsü ile bu şehirlerden biri. Gezerken
adet edindiğim bir huy var artık. Tarihi ve kültürel zenginliği dolgun
şehirlerde gündüz vakti detaylı gezmeden evvel vardığım akşam bir ön keşif yapmayı
bir alışkanlık haline getirdim. Böylece bizim gibi yürüyerek keşfetmeyi seven
gezginler için hem sonraki günlerde yön tayininde kolaylık oluyor hem de şehrin
büyülü dokusunu bir de karanlıkta hissetme şansına sahip oluyoruz.
Tripadvisor’dan
aldığım tüyolara dayanarak konaklama bölgemizdeki Cirkusz isimli restoranda karnımızı doyurduktan sonra aheste aheste
Tuna nehri kıyısına atıyoruz kendimizi. Yol üzerinde gündüz vakti detaylı
gezeceğimiz Dohany Sokağı Sinagogu
(Zsinagoga Dohany utca), Macar
Ulusal Opera Binası (Magyar Allami Operahaz), ihtişamlı görünümü ile Szent Istvan Bazilikası ve Tuna
Nehri’ne komşu Parlamento Binası
(Orszaghaz) ile Peşte yakasını etraflıca görmüş oluyoruz. Havanın serin
olmasına rağmen bazilikanın önündeki meydanı çevreleyen kafeler ve sokaklar
cıvıl cıvıldı.
Hazır
sözünü etmişken çok kısaca şehrin mazisinden de bahsedeyim. Tuna Nehri’nin iki tarafında bulunan Buda ve
Peşte’nin birleşmesi ile ortaya çıkan Budapeşte, hatırı sayılır süre Osmanlı
himayesinde de kalmıştır. Şehrin çeşitli yerlerinde Osmanlı ve Türk dilini
çağrıştıran sokak isimleri, türbeler ve eserlerden bunun izlerini görmek
mümkün. Tıpkı Polonya ve Çekoslovakya gibi savaşlar, ihtilaller ve iki kutuplu
dünyanın süper güçleri arasında sıkışıp kalmasıyla oldukça zengin tarihi izler barındıran
bir ülkenin başkenti burası. Tam da benim ilgimi çeken izler…
4.GÜN: BUDAPEŞTE
Vallahi
dün akşamki keşif turundan sonra gece heyecandan gözüme uyku girmedi desem
yalan olmaz. Erkenden ayaklanıp bir kahve yapıyorum kendime. Çoktan günlük rutinleri ile ilgilenmeye başlamış olan apartman sakinleri ile balkondan balkona selamlaşıyorum. Berna
hazırlanırken avlumuzda kahvemi yudumluyor, bir yandan da bu eski binayı
inceleyerek tarihe tanıklıklarını hayal etmeye çalışıyorum. Kim bilir ne
savaşlar ne devrimler, ne acılar ne hüzünler,
ne mutluluklar ve nasıl komşuluklar yaşandı bu avluda. Berna’nın
silkelemesi ile kendime geliyorum. Dalıp gitmişim bunları düşünürken.
Bizim
mahallenin fırınlarının birinden kruvasan ve meyve sularını kaptığımız gibi
başlıyoruz yürümeye sabahın bir köründe. 19.yy’a tarihlenen Opera Binası’na
daha detaylı bir göz attıktan sonra günümüzün ilk durağı olan Saint Istvan Bazilikası’na varıyoruz.
Girişi ücretsiz olan bazilikanın kubbesine çıkmak için ise kişi başı 500 Forint
ödemeniz gerekiyor. Kubbeden harika bir panoramik Budapeşte manzarası olduğunu
söylememe gerek yoktur sanırım. Ülkenin en kutsal hazinesine ev sahipliği yapan
Neo-klasik mimari örneği bazilikada yılın çeşitli dönemlerinde ücretli veya
ücretsiz konserler oluyor.
Bazilikanın
mermer sütunlar ile bezeli etkileyici iç mimarisi ve panoramik Budapeşte
manzaralarına doyduktan sonra Dohany
Sokağı Sinagogu var listemizde. Daha evvel farklı seyahatlerimizde, biri
Novi Sad diğeri ise Sofya’da iki sinagogun kapısından dönmüş olmam nedeniyle bu
sefer işi sağlama aldım. Sinagoglar ile olan şanssızlığımızı Avrupa’nın en
büyük, dünyanın ikinci büyük sinagogu ile kıracağız bu sefer. Hangi gün açıktır
hangi gün kapalıdır, hangi saatlerde ibadet maksadı ile ziyaretçi alınmaz ne
zaman alınır her şeyi biliyorum. Sonunda bir sinagogun içini de görme şansına
nail olacağız.
Giriş
için kişi başı 3700 Forint ödediğimiz sinagogun kapısında yoğun güvenlik
önlemlerinden geçerek içeriye adım atıyoruz. Maalesef geçmişten gelen acı
tecrübeler ve halen çok az bir kesim tarafından da olsa zaman zaman devam eden
ayrımcı tavırlar nedeniyle tedbirler her daim had safhada. İçeri girmemizle
beraber görevli bir amca kafama takıveriyor kartondan takkeyi. Mesela bir
sinagoga, turistik amaçlı bile olsa giren er kişinin bu takkelerden takma
zorunluluğu olduğunu bilmiyordum ben. Yeni bir şey daha öğrenmiş olduk ve
seyahat etmenin en güzel yanı da bu olsa gerek.
Sinagogun
iç mimarisi kadar müze kısmı, avlusu ve dış bahçesindeki anıtları da son derece
ilgi çekici. Yahudi tarihi ve soykırım ile ilgili fotoğrafları, belgeleri
incelerken insanın içi parçalanıyor.
Üzerimize
biriken kasvetli havayı atmanın en güzel yolu biraz daha tarihe gömülmek
diyoruz ve günün dördüncü durağı olan Macar
Ulusal Müzesi’ne (1600 Forint/kişi) gidiyoruz. İki saatten fazla vakit
ayırdığımız müze içerik olarak bizi tatmin ediyor ancak benim beklentim biraz
daha fazla 1. ve 2.Dünya Savaşı ile ilgili bölüm olması yönündeydi. 1956 Macar
Devrimi ile ilgili olan geçici sergi ise bu eksikliği bir nebze kapatıyordu.
Gün
ortasını etmişiz ama bayağı planlı gittik şu ana kadar. Budapeşte’nin ünlü ve
tarihi köprülerinden biri olan Szabadsag
hid yani Özgürlük Köprüsü’nden yürüyerek Buda yakasına geçmeden evvel öğle
yemeği için Büyük Kapalı Pazar’a (Nagyvásárcsarnok) uğruyoruz.
Yeni
bir şehri gezerken bir huyum daha var ki o da o şehrin en büyük kapalı pazarına
mutlaka uğramak. Hem o şehrin yerlisi insanları en doğal hallerinde gözlemlemek
hem de yerel yemeklere uygun fiyatlar ile ulaşabilmek için biçilmiş kaftan.
Budapeşte’de birçok şubesi bulunan Kolbice’de
Macar sokak yemeği kültürünün leziz dünyasına bırakıyoruz kendimizi.
Karnımızı
doyurduktan sonra şu demin bahsettiğim köprüye yürüyoruz. Szabadsag hid’in
tarihine kısaca değinmem lazım.
Tarih
kitaplarından okumuşsunuzdur Türkler ile Macarların benzerliklerini ve bizim
gibi Orta Asya’dan göç ettiklerini. Türk mitolojisindeki göç hikâyesinde Oğuz
Kağan’a yol gösteren gök yeleli bozkurttan bahsedilir. Macar mitolojisinde de
buna benzer bir göç hikayesi vardır. Bu hikayeye göre, Macarlara Orta Asya’dan
ayrılırken Tuğrul Kuşu yol gösterir. İşte Özgürlük Köprüsü’nün ayaklarının dört
sivri ucundaki kuşlar da bu kuştandır. Tıpkı Parlamento Binası ve Kahramanlar
Meydanı gibi Özgürlük Köprüsü de Macarların buraya gelişinin 1000.yıldönümü
şerefine yapılmış olup bu kuş figürleri ile bahsedilen göçe atıfta
bulunulmuştur.
Köprüden
Buda yakasına geçer geçmez karşımızda Gellert
Tepesi bizi selamlıyor. Gellert, Budapeşte’yi hristiyanlıkla tanıştıran
piskopos. Şehrin koruyucu azizi ilan edilen Gellert’in öldürüldüğü yer, bugün
Gellert Tepesi olarak biliniyor. Piskopos, halkı hristiyan yapmaya çalışırken
bunu istemeyen paganlar tarafından içi çiviler ve cam kırıkları ile dolu bir
varile konarak bu tepeden aşağıya yuvarlanmış. Mazisi ilginizi çekmese bile
sunduğu eşsiz Budapeşte manzarası için tepeye çıkabilirsiniz. Benzer manzarayı
kaleye çıktığımızda da göreceğimizi düşünerek buraya vakit ayırmak istemedik
biz.
Tuna
kıyısında yürüyerek pek tarihi bir özelliği olmayan Erzsebet hid’i (Elizabeth Köprüsü) pas geçiyor ve kısa sürede bir
diğer önemli köprü olan Szenchenyi
Lanchid’in (Zincirli Köprü)
karşısındaki Buda Kalesi füniküleri
(Budavari Siklo) sırasına giriyoruz.
Bu
tarz sıralarda beklerken enteresan tipler hep beni bulur. Bu sefer de önümüzde
bekleyen İskandinav aileyi, kendilerine salça olan çenesi düşük Amerikalı anne
ve kızından kurtarma görevine el atıyorum. Aileyi kurtarıyorum kurtarmasına ama
bu sefer ben gümbürtüye gidiyorum. Amerikalı anne ve kız geçen sene İstanbul’a
gelmiş olmasın mı? Aman Allah’ım, Sultanahmet’ten giriyoruz Ayasofya’dan
çıkıyoruz, kebaptan başlıyoruz baklavada bitiriyoruz. Neyse ki sıra çok değil
ve izimizi kaybettiririz derken bir de düştük mü aynı fünikülere? Oysa ki ben
çok güzel fotoğraflar çekecektim yukarıya çıkarken.
Füniküler
biletlerimizi kişi başı 1600 Forint’e ve tek yön olarak aldık. Dönüşü farklı
bir yoldan yürüyerek yapacağız ama evvela kaleyi gezelim. Dilimizde Kızılhisar
ya da Budin Kalesi olarak bilinen Buda
Kalesi (Budavari Palota), 1987’den beri UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer
alıyor. 1265 yılında inşa edilen ve sonrasında birçok kez onarım gören kale,
Osmanlı kültüründen izler taşıyor. Şehre
hakim bir tepede olduğu için büyüleyici bir manzaraya sahip olan kalenin bir
bölümü günümüzde tarih müzesi olarak kullanılıyor. Kale içerisindeki eski saray
kalıntısı ve Osmanlı döneminde camiye dönüştürülen kilise tatilciler tarafından
ilgi çekiyor. Kalenin Gellert Tepesi’ne bakan kısmındaki bahçesinde ise Osmanlı
döneminden kalma bazı mezarlar var. Bu sokağa Kemal Atatürk setaut ismini vermişler.
Biz
ise bir dizi film setine denk geldik. Neden yaptığımı bilmediğim bir şekilde
oynanan sahneyi çekmeye çalışırken bir de yedik mi azarı set ekibinden bir
görevliden. Sanki bana Game of Thrones’un yeni bölümünü çekiyorsunuz! Ne
yapayım ben sizin kıytırık dizinizin kıytırık sahnesini çekip te internete mi
sızdıracağım? Neyse ki imdadımıza şu methini çok duyduğumuz tatlı olan kürtoskalacs yetişti. Kalenin
bahçesindeki sokak satıcısından birer tane bu geleneksel Macar tatlısından
alarak kalabalığın peşine takılıyor ve Matthias
Kilisesi ile Balıkçı Tabyası’nın
(Halászbástya) bulunduğu bölgeye yürüyoruz.
Macar
Kralı 1.Stefan tarafından 1015 yılında yaptırılan ve bugünkü haline 15.
yüzyılda yapılan inşaat çalışmalarından sonra kavuşan Matthias Kilisesi, Barok
mimarisinin şehirdeki önemli örneklerinden sayılıyor. Kilisesinin ön tarafında
bulunan Balıkçı Tabyası, eşsiz manzarası ile şehri kuşbakışı görmek isteyen
turistlerin Budapeşte gezilecek yerler listelerinde kendisine yer buluyor.
Mimar Frigyes Schulek tasarımı ile 1895-1902 yılları arasında inşa edilen
yapının yedi kulesinden Tuna Nehri, Margaret Adası, Peşte ve Gellért Hill
görülebiliyor. Şehri gezmeye gelen tatilcilerin yoğun ilgi gösterdiği tabya
günün her saati gezilebiliyor.
Aşağılara
doğru sahil şeridine bulabildiğimiz en kısa yoldan inip yukarıdan geldiğimiz
yolu deniz kenarından dönüyor ve tekrar Zincirli Köprü’nün olduğu yere
varıyoruz. Bugünkü planımızdaki tüm bu yolları yürüyerek katetmedik gerçi.
Evet, yüksek oranda hep yürüdük ama aralarda bazen gideceğimiz istikamette
işlediğini fark ettiğimiz tramvay hatlarına da doğaçlama bir şekilde atlayıp
bir iki durağı toplu taşıma ile geçtiğimiz de çokça oldu.
Toplu
taşıma demişken kısaca ondan da bahsedeyim. Tek kullanımlık biletleri BKK
kioskları, Relay gazete dükkânları, postane ve otomatlardan 350 Forint ya da
araç içerisinde şoförden 450 Forint’e alabilirsiniz. Bunun haricinde 10
kullanımlık toplu biletler de var ya da planlarınıza göre 24 saat ve 48 saatlik
toplu taşıma kartlarından da edinebilirsiniz. Biletlerimizi araç içerisindeki
makinelerde onaylatmayı unutmuyoruz.
Bugün
çokça yürüdük ve erken de olsa güzel bir akşam yemeğini hak ettik. Füniküler ve Zincirli Köprü’ye çok yakın bir mesafedeki ve Tuna Nehri’nin harika manzarası
eşlinde yerel Macar yemeklerini yiyebileceğiniz ufak bir aile işletmesi olan Marvelosa Kavezo’dan bahsediyorum.
Enfes gulaşları mideye indirirken diğer yandan da günün yorgunluğunu atıyoruz.
Enerjimizi
toplamamız ile birlikte Zincirli Köprü üzerinden karşıya geçip Parlamento
Binası ve sabah gezdiğimiz Saint Istvan Bazilikası’nın akşam ışıkları altında
parıldayan görüntüsüne bir kez daha hayran oluyoruz. Bu arada Tuna üzerindeki
sekiz köprüden en eskisi olan Zincirli Köprü’den de bahsetmeden olmaz. 1849
yılında inşa edilen ve girişindeki aslan figürleri nedeniyle Aslanlı Köprü
olarak ta bilinen yapının bir efsanesi var.
Köprünün
mimarı, inşaat bittiğinde eğer bir hata bulunursa kendini öldüreceğine yemin
eder. Köprü açılır ve her şey sorunsuzdur ama bir gün köprünün yapımında
çalışan işçilerden biri, aslan figürlerinin dili olmadığını söyler ve köprüde
bir hata olduğu anlaşılır. Bunun üzerine köprünün mimarı söz verdiği gibi
kendini Tuna’nın soğuk sularına bırakarak intihar eder.
Budapeşte sokaklarında avare avare dolaşarak gene ettik gece yarısını. Akşam yemeğini de güzel yemiştik ama biraz erken bir saatti o nedenle acıkır gibi olduk. E, elin Budapeşte'sinde gecenin bir saati kokoreççi bulamayacağımıza göre ona en yakın olan alternatifini ziyaret ediyoruz. Yahudi bölgesi ve tüm Budapeşte'nin en popüler sandviç yapan yerlerinden olan ve her daim kapısında kuyruk beklediğiniz Bors Gasztro Bar derdimize ilaç oluyor.
5.GÜN: BUDAPEŞTE
Merkezi
bölgenin çoğunu bitirdik bir buçuk günde. Biraz dışarılara çıkalım bugün.
Öğleden sonra kalan vaktimizde gene bu civarlarda olacağız. Dışarılara dediysem
öyle uzaklara falan değil. Sarı renkli M1 metro hattına atladığımız gibi birkaç
durak sonra bulunduğu meydan ile aynı isme sahip olan Hösök tere durağında
iniyoruz.
Hösök tere yani
Kahramanlar Meydanı, Macar tarihinde önemli sayılan kişilerin heykelleri başta
olmak üzere birçok heykele ve bir anıt mezara ev sahipliği yapıyor. Macarların
yurt edinmelerinin 1000. yılı anısına 1896-1929 yılları arasında inşa edilen ve
yerel adı Hősök tere olan meydanın etrafında termal tesisler ve hayvanat
bahçesi bulunuyor.
Termal
tesis derken bahsettiğim ise Avrupa’nın en büyük termal tesisleri arasında
sayılan Széchenyi Termal Hamamı
(Széchenyi-gyógyfürdő), Mimar Győző Czigler tarafından tasarlanıp 1913
yılında inşa edilen yapı, sularının sakinleştirici ve tedavi edici etkisinin
yanı sıra mimarisiyle de tatilcileri kendisine çeken bir yer. Keşke bir tam
günümüz daha olsaydı da buranın şifalı sularından faydalanabilseydik.
Meydandan
içerilere ilerlediğimizde alışıldığın dışında bir kalabalıkla karşılaştığımıza
kanaat getiriyoruz ve Bingo!..
Yani
bir yere gittiğimizde hiç hesapta yok iken o şehir ya da o bölgenin yerel veya
geleneksel bir festivaline denk geliyoruz ya bazen, insan mest oluyor. Kalabalığın
iyice arttığı Vajdahunyad Kalesi
(Vajdahunyad vára) civarına ulaşmadan evvel sıra sıra dizilmiş sokak
satıcılarının birinden dün Budin Kalesi’nde yediğimiz şu tatlıdan alıyoruz.
Macarların yurt edinmelerinin 1000. yılı anısına yapılan Vajdahunyad Kalesi,
Kahramanlar Meydanı’nın hemen arkasında yer alıyor. Roma, Gotik, Rönesans ve
Barok mimari stillerinin izlerini taşıyan kalenin bahçesinde yaz aylarında
konserler ve müzik festivalleri düzenleniyor. Günümüzde tarım müzesi olarak
kullanılan binanın bahçesi 7/24, müze bölümü pazartesi hariç her gün ziyaret
edilebilir.
Harika
bir hava ve bol güneşten yararlanıp Budapeşte
Şehir Parkı (Varosliget) içerisinde bolca yürüyoruz. Bir tarafta bu akşam
başlayacak ve birkaç gün daha sürecek konserler için kurulan sahnenin
hazırlıkları devam ediyor. Termal tesislerin olduğu bölgeye kadar yürüyüp geri
dönüyoruz. Kalenin etrafında kurulu ızgara tezgahlarının birinden yemeklerimizi
alıp banklarda dinleniyor ve karnımızı doyuruyoruz. Vallahi, akşama kadar bu
curcunalı ve cıvıl cıvıl alanda kalabilirdik ancak geri dönmemiz lazım keza
daha görülecek yerler var.
Merkez
bölgeye dönmemizle beraber ilk durağımızı Gül Baba Türbesi olarak belirliyoruz. Türbenin şu anda onarımda
olduğunu ve büyük ihtimalle hiçbir şey göremeyeceğimizi bilmemize rağmen o
bölgenin dokusunu, türbeye çıkan sokak olan
Gül Baba utca ve altındaki Török
utca’yı görebilmek için atıyoruz adımlarımızı. Kanuni Sultan Süleyman’ın
daveti ile Budin seferine katılan ve şehirde 10 yıl yaşayan Gül Baba’nın
türbesi, 1543-1548 yılları arasında Budin Beylerbeyi Mehmet Paşa tarafından
yaptırılmış ve Orta Avrupa’daki önemli Osmanlı eserleri arasında sayılıyor.
Macarca ismi Rózsadomb olan
Gültepe’de bulunan türbe sessiz ve sakin ortamı ile ziyaretçilerine huzur veriyor.
Gültepe’den
Tuna kıyısına iniyoruz. Bir ayağı Avrupa’nın en büyük müzik
organizasyonlarından biri olan Sziget Festivali’nin yapıldığı Margaret Adası’nda olan Margrit hid’e
(Margrit Köprüsü) uzaktan selam vererek sahil boyunca yürümeye başlıyoruz. İki
gündür nehrin karşı yakasındaki Parlemento Binası’nın etrafından bu yakaya
bakarken iki kilise çarpmıştı gözüme. İlk olarak bunlardan biri olan Szent Anna Kilisesi’ne dışarıdan bakıyoruz.
Biraz daha ilerisinde ise çatısı renkli kiremitlerle kaplı olan Kalvinist Kilisesi var. Kilisenin
içinde diğerlerinde görmeye alıştığımız heykeller ve resimler bulunmuyor.
Döndükten sonra merak edip araştırdığımda kalvenizmin, protestanlık mezhebinin
ikinci bir kolu olduğunu ve toplumsal kurumları gelenekçi din anlayışına göre
değil de Hristiyanlığın başlangıcındaki özüne göre düzenlemeyi savunduğunu
öğrenmiştim.
İster
Aslanlı Köprü deyin, ister Zincirli Köprü… Bize göre Budapeşte’deki en
etkileyici köprü olan Szechenyi lanchid
üzerinden karşıya geçerek Parlamento’ya doğru yürüyoruz. Maalesef
Parlamento’nun içini gezmeye vakit ayıramadık ve harika geçen Budapeşte
turumuzun tek önemli eksikliğinin bu olduğunu düşünüyoruz. İki buçuk gün gibi
kısa bir sürede planlı olmamızın faydasını görerek gayet verimli bir tur geçirdik
ancak ne olursa olsun bizce bu büyülü şehrin hakkı en az üç hatta dört tam gün.
Neo-Gotik
mimari tarzı ile 1884’te yapımına başlanıp, 1902’de tamamlanan Parlamento Binası’na (Országház)
varmadan hemen önce Tuna kıyısındaki
ayakkabılar veya Tuna Ayakkabıları olarak bilinen holokost anıtını ziyaret
ediyoruz. 2.Dünya Savaşı sırasında Oklu Haç Partisi'nin izlediği politikalar
sonucunda ölen Yahudiler anısına Tuna Nehri'nin batı yakasına yerleştirilen
anıt, yönetmen Can Togay ile heykeltıraş Gyula Pauer tarafından tasarlanmış ve
16 Nisan 2005 tarihinde açılmıştır.
Hava
karardı sayılır. Sorunsuz geçen Budapeşte gezimiz için kendimizi
ödüllendirmemiz gerekiyor. Yürüyerek kendi mahallemize döneceğiz. Yol üzerinde
artık mola noktamız olan St.Istvan Bazilikası’nın banklarında biraz
dinleniyoruz. Akşam ayininin başlamasıyla içerisi kalabalıklaşıyor ve yürüyüşe
devam ediyoruz. Akşam yemeği için tercihimiz, Budapeşte’nin Yahudi bölgesinin
gözde sokak yemeği alanlarından olan Karavan.
Karnımızı doyurduktan sonra yakınlardaki Szimpla
Kert isimli mekana geçiyoruz.
Burası,
özellikle Orta Avrupa ülkelerinde çok popüler olan ‘ruin pub’ yani harabe bar
konseptindeki mekanlardan Budapeşte’de olanlarının en ünlüsü diyebilirim. Bitişik
nizam binaların arasında yıllardır atıl kalmış bir harabe bina düşünün çatısı
bile olmasın ve bu alanda kurulu, içerisinde birçok işletme olan, duvarlarından
sıvaları dökülmüş, oturmak için eski püskü koltukları olan, masalar yerine
varillerin, dekorasyon için eski arabaların kullanıldığı bir mekandayız.
İçerisi her daim kalabalık ve insanlar iş çıkışı eve gitmeden buralara uğrayıp
sosyalleşiyor. İlerleyen saatlerde ise müzik ve eğlencenin dozu artıyor.
6.GÜN: BUDAPEŞTE – BRATISLAVA - VİYANA
Bugün
Viyana’ya geçiyoruz ama madem yolumuzun üstü o zaman yarım günlüğüne
Bratislava’ya da neden uğramayalım? Bu arada seyahatimizin şehirlerarası
ulaşımı ile alakalı konuyu nasıl çözdüğümüzü anlatayım. Neredeyse tamamını
otobüs ile ve son derece uygun fiyatlarla halletmek mümkün hele bir de biletlerinizi
bir iki ay erkenden alırsanız. Orta Avrupa şehirleri arasında ulaşımın can
damarı sayılan Çek firması Regiojet
ve kardeş kuruluşu Student Agency,
Alman firmaları Flixbus ve Eurolines otobüsleri ile bir şehirden
diğerine 5-10 Euro gibi ücretler ile konforlu seyahat etmek olağan. Öyle ki
bugün ziyaret edeceğimiz Bratislava’dan akşam geçeceğimiz Viyana’ya olan
biletlerimizi kişi başı 1 Euro’ya almıştık.
Neyse
efendim, biz bütün yolculuklarımız için Regiojet’i tercih ettik. Bu firmanın
otobüsleri enteresan bir şekilde Nepliget
otobüs garından değil, garın hemen dışındaki kavşaktan kalkıyormuş. Bizim de
işimize geldi zaten, M3 hattındaki Nepliget durağında inip gökyüzünü gördüğümüz
anda otobüsümüz de karşımızdaydı. Üç saatten biraz fazla yolculuğumuz sonunda
öğle vakti AS Mlynske Nivy otobüs terminaline varıyoruz.
Terminalden
Bratislava merkezine yürümek yarım saatten biraz daha fazla vaktimizi alıyor. Slovakya
ve Bratislava’nın tarihinden burada bahsetmeyeceğim keza ilginizi çekiyorsa
araştırabilirsiniz ama şu kadarını söylemeliyim ki tipik bir ufak Orta Avrupa
şehri olan Bratislava’da konaklamanın pek lüzumu yok bize göre. Budapeşte –
Viyana arasında yolculuk ederken durup bir yarım gün gezilse kafidir.
Diğer
Avrupa şehirlerinde de olduğu gibi, Bratislava'da da tarihi bir şehir merkezi
var. Staré Mesto olarak adlandırılan
bu şehir merkezinde daha çok barok tarzı yapılar hakim. İlk gözümüze çarpan Michael Kapısı (Michalska brana) ve St.Michael
Kulesi oluyor.
Bratislava
denilince, akla gelen ilk şey, çeşitli hareket tasvirleri yapar durumdaki insan
heykelleri olsa gerek. Bir rögar kapağından poz veren Cumil adlı kanalizasyon işçisi heykeli ve etrafa gülümseyerek bakan
şapkalı bir insanı tasvir eden heykel (Schoener
Naci) bunlardan en bilinenleri. Bu
tür heykeller şehir merkezinin hemen her yerine serpilmiş durumda. Meşhur Cumil
heykeli, eski şehrin tekrar gün yüzüne çıkarılmasını tasvir etmekte. Napolyon heykeli ise 1805'teki istilaya
dair anıları canlı tutmak gibi bir amaç taşıyor.
Eski
şehir içerisindeki Hviezdoslavovo
Námestie caddesini boydan boya yürümeden evvel McDonalds’da öğle yemeği
yiyoruz. Bu yolun başındaki Ulusal
Slovak Tiyatrosu (Slovenské Národné Divadlo) hemen dikkatimizi çekiyor.
Bratislava'daki
tarihi yapıların başında, şehir merkezinin biraz dışında, ama yürünebilecek bir
mesafede olan bir tepe başında inşa edilmiş Bratislava Kalesi (Bratislavský Hrad) gelmektedir. Bu kaleye
çıkarak, tüm şehri tepeden izleyebilir ve bol bol fotoğraf çekebilirsiniz. Ayrıca kalenin içinde Slovenské Národné
Múzeum Historické adlı bir de tarih müzesi bulunmaktadır. Dilerseniz burayı
da görebilir ve Slovak tarihine dair bilgiler edinebilirsiniz.
Bunların
yanı sıra, Tuna nehri boyunca hareket eden otobüslerle tarihi Devin Köyü'ne (Devínska Hradná Skala)
de ulaşabilirsiniz. Burada tarihi kalıntılar, bir kale (aslında kaleden arta
kalanlar) ve müzeler bulunmakta. Şehre yukarıdan bakmak isteyenler için en iyi
seçenek ise UFO Observation Deck.
Yeni Köprü (Novy Most) üzerine inşa edilmiş ufo görünümlü bu restoran şehrin
hemen her noktasına hakim. Bu köprünün üstünden ve civarından Tuna nehrini de
seyredebilirsiniz. Değişik bir yapı arayanlar ise, şehir merkezinin biraz
yukarısındaki Slovak Radyosu (Slovenský
rozhlas) binasını görebilirler. Ters dönmüş bir piramidi andıran bu bina,
gerçekten ilgili çekici görünüyor.
Biz
ise yemeğin verdiği ağırlık ile Ulusal Tiyatro’yu arkamıza alarak
Hviezdoslavovo Námestie caddesini bitiriyor ve St.Martin’s Katedrali’ni (Dom svateho Martina) görmekle yetindikten
sonra yavaş adımlarla dönüş yoluna koyuluyoruz. Yolumuzun üstünde ilginç
mimarisi ve renkleri ile Blue Church
(Kostol svatej Alzbety) mola noktamız oluyor. Çok geçmeden 17:30’daki
Viyana otobüsüne yetişmek için terminale dönüyor ve bir buçuk saatlik
yolculuğun ardından Viyana U2 Stadion otobüs terminaline varıyoruz. Meininger Hotel Wien Downtown’a yerleştikten sonra gece turuna çıkacağız. Gezeceğimiz şehirlerde, esas olan
günlük turumuzdan önceki gece bir ön keşif yapmadan rahat edemediğimizi
söylemiş miydim?
7.GÜN: VİYANA
Bir
tam günümüz var Viyana için ve evet, biliyoruz ki yetersiz ama bu seferlik
böyle oldu. Her yerinden tarih akan bu güzel şehri gezmeye en az 3 gün ayırmak
lazım aslında. Zaten görülmesi elzem iki başlıca saray olan Schönbrunn Sarayı
ile Belvedere Sarayı yarımşar gün alır hakkını vererek gezilirse. Dün gece
vakitsizlikten zaten içerisini gezemeyeceğiz bazı tarihi yapıları, bari gece
ışıklandırması altında görelim diyerek ziyaret etmiştik.
Bunlardan
ikisi, karşılıklı konumlanmış olan Sanat
Tarihi Müzesi ile Doğa Tarihi Müzesi
idi. Zaten iki bina da aynı mimarın eseri ve bu yüzden görünüm olarak
birbirlerine çok benziyorlar. Viyana gezilecek yerler listesindeki en önemli
müzelerden olan Kunsthistorisches Museum
yani Sanat Tarihi Müzesi, 1891 yılında Avusturya-Macaristan İmparatoru I. Franz
Joseph tarafından açılmış. Müze koleksiyonları büyük ölçüde Habsburg
hükümdarlarının yüzyıllar içerisinde topladığı eserlerden oluşuyor. Müzeyi
hakkıyla gezebilmek için bir günden fazla zaman ayırmanız gerekebilir.
Müzeler
şehri Viyana’da görülmesi gereken bir diğer önemli müze de Doğa Tarihi Müzesi
ya da orijinal adıyla Naturhistorisches
Museum. 1889 yılında açılan müze, arkeoloji, antropoloji, mineraloji,
zooloji ve jeoloji alanlarında sergileri, dünyanın en değerli taş
koleksiyonlarından birini, dinozor iskeletlerinin modellerini barındırıyor.
Hallstatt Arkeoloji Buluntuları ve Willendorf Venüsü, müzede gezip görmeniz gereken en
önemli eserler.
Gece
vakti ziyaret ettiğimiz diğer önemli yapılar ise demin bahsettiğim müzelerin
yakınında bulunan Hofburg Sarayı ve Viyana Devlet Opera Binası (Wiener
Staatsoper) oluyordu.
Dünyanın
en iyi salonuna sahip olduğu kabul edilen Viyana Devlet Opera Binası, aynı
zamanda şehrin simge yapılarından biri. 1861-1869 yılları arasında İmparator
Franz Joseph için inşa edilen Neo-Rönesans tarzdaki yapı ilk yapıldığı dönemde
kent sakinleri tarafından pek benimsenmemiş. 1945’te yani 2. Dünya Savaşı
sırasında bombalanan yapı büyük ölçüde yıkılsa da sonrasında tekrar yenilenmiş
olup günümüzde şehrin en önemli binalarından biridir.
Hofburg
Sarayı ise Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun daha çok kışlık sarayı olarak
kullanılan yerleşkesi olup imparatorluk daireleri, müzeler, şapel ve kilise,
Avusturya Ulusal Kütüphanesi, İspanyol Binicilik Okulu ve Avusturya başkanlık
makamları gibi bölümleri bulundurur. Bunlar dışında saray içinde yer alan Sisi
Müzesi, İmparatorluk Gümüş Eşya Koleksiyonu ve dışarıdaki bahçenin (Burggarten)
köşesinde yer alan Kelebekler Evi görülmesi gereken yerlerden.
Viyana
Sanat Tarihi Müzesi’nin hemen arkasında Avusturya
Parlamento Binası ve biraz ilerisinde de dış cephesinde mimar Gottfried
Semper'in İtalyan rönesans tarzını, iç mimaride ise Carl Hasenauer'in yeni
barok üslubunu yansıtan, Avusturya
Ulusal Tiyatrosu namıyla da bilinen Burgtheater
bulunmaktadır.
1872
yılına kadar Burgtheater'in bugünkü yerinde, Türklerin 2. Viyana Kuşatması
esnasında şehre ana saldırı noktalarından ve en kanlı çarpışmaların geçtiği
mekanlardan biri olan Lövel Burcu bulunmaktaydı. Binanın arka duvarında o günlerin
anısına konulan kitabede "Türklerin 8-11 Eylül 1683 tarihindeki şiddetli
ve son saldırıları cesur Viyana savunucuları tarafından burada
püskürtüldü" yazmaktadır.
Burgtheater’ın
hemen karşısındaki meydanın ardında bir başka ihtişamlı yapı dikkatimizi
çekmişti. Viyana Belediye Binası (Wiener
Rathaus) ile Burgtheater arasında kalan bu meydanda gene festivale denk
gelmedik mi? Saatlerdir yürüyor olmanın verdiği yorgunluğu burada kurulu yemek tezgâhlarının
birinden aldığımız şnitzellerimiz ve içeceklerimiz ile attıktan sonra
hostelimize dönmüştük. Bu arada farkındayım, sizi biraz fazla tarihi bilgiye
boğdum az evvel ama ne yapayım? Ucundan köşesinden bu detayları vermeden de
nasıl anlatayım Viyana’yı?
Biraz
evvel sözü geçen bütün binalar ve bu tarihi yapıların arasında kalabilmiş
yemyeşil parklar birbirine o kadar yakın ki. İyi ki gece turuna çıkmışız yoksa
biz bir tam günlük program ile hiçbir şey göremeden ayrılacakmışız Viyana’dan.
Bugünkü programımızı anlatmadan evvel son olarak dün geceki keşif turumuzun ilk
durağı olan Stephansplatz ve bu
meydandan resmen göğün bilmem kaçıncı katına uzanan Aziz Stefan Katedrali’nden (Stephansdom)
bahsetmeliyim.
Viyana’nın
simge yapılarından olan Aziz Stefan Katedrali, şehrin tam kalbinde yer alıyor.
12.yy’dan kalma ana orta yapı 1304-1433 yılları arasında gotik tarzda
yenilikler geçirmiş. Katedralin kuzeyde yer alan kulesi, 1579’da Rönesans
estetiğine göre yeniden tasarlanmış. Yıllar süren eklemeler sonucunda muhteşem
bir mimariye dönüşen yapının görülmesi gereken en önemli bölümleri; Devler
Kapısı ve Putperest Kuleler, Kule Külahı, Çinli Çatı, Singer Kapısı, Vaiz Kürsü
ve Yüksek Altar. Dilerseniz katedralin Güney Kulesi’ne asansörle çıkarak
Viyana’nın muhteşem manzarasını da seyredebilirsiniz.
Viyana
metro ulaşım ağının kalbi sayılabilecek Stephansplatz’a uzanan ve araç
trafiğine kapalı caddelerin en ünlüsü ise Graben
Caddesi diyebilirim. Katedralden Hofburg Sarayı’na doğru giden Graben
Caddesi üzerinde birçok mağaza ve dükkan yer alıyor. Caddenin en önemli noktası
ise ortasında yer alan Veba Sütunu.
1679 yılında yaşanan Veba Salgını üzerine I. Leopold tarafından adanan sütun,
1693 yılında tamamlanmış muhteşem bir mermer anıt. Gece gündüz hareketli olan
caddede gezebilir, çevredeki mağazalardan alışveriş yapabilirsiniz. Graben
Caddesi üzerinde ilgimizi çeken bir diğer önemli yapı ise St.Peter Kilisesi olmuştu.
Güya
bugünü anlatacaktım ama dün gecenin raporunu yazmaktan anca sıra geldi. İlk
durağımız Avrupa’nın en güzel saraylarından olan Schönbrunn Sarayı oluyor. Zaten kısıtlı vaktimiz için düşündüğümüz
program dün gece diğer tüm önemli yapıları görüp tek tam günümüzü Schönbrunn
Sarayı ve Belvedere Sarayı arasında paylaştırmaktı.
İmparatorluğun
yazlık konutu olarak kullanılmış olan Schönbrunn Sarayı’nın tarihi 16.yy’a
kadar dayansa da yüzyıllar boyunca yapılan eklemelerle günümüz görünümüne
ulaşılmış. Saray kadar sarayın ağaçları, patikaları, çeşmeleri ve heykellerle
süslenmiş bahçeleri de ünlü. Gloriette adındaki Neo-klasik sütunlar, palmiye
evi, labirent, hayvanat bahçesi ve Neptün Çeşmesi, bahçe çevresinde
görebileceğiniz en önemli yapılar. Imperial Tour 30-40 dk sürüyor ve 22 odayı
geziyor. Grand Tour ise 50-60 dk sürüp 40 oda geziyor.
Saraya
giriş için bilet kuyruğu beklemedik çünkü Grand Tour biletlerimizi daha
Türkiye’deyken online almıştık. Gezerken bir yandan da kulaklık ile sesli
olarak anlatım yapan ‘audioguide’ isimli cihazda Türkçe dil seçeneği görmem ile
beraber mest oluyorum. Çünkü bugüne kadar hep bir yandan audioguide’dan
İngilizce olarak dinleyen ve aynı anda Berna’ya Türkçe çevirisini yapmaya
çalışan ve bu arada olaya da konsantre olmaya çalışan benim için de iyi bir
kolaylık olacak.
Tahminimizden
fazla ama dolu dolu geçirdiğimiz saatlerin ardından Schönbrunn Sarayı’na
gelirken kullandığımız U4 yeşil metro hattı ile Viyana’nın merkezi olarak
bellediğimiz Stephansplatz’a bir durak mesafede olan Karlsplatz’a geçiyoruz. Burada görülecek önemli yapı olan Karl Kilisesi’ni (Karlskirche) bulmamız hiçte uzun sürmüyor.
Karl
Kilisesi, İmparator VI. Karl tarafından 1716-1737 yılları arasında yaptırılmış
muhteşem bir kilise. 1713 yılında veba hastalığı Avrupa’yı ele geçirdiğinde
imparator bu hastalığın bitmesi halinde İtalyan piskopos, Kardinal Karl
Borromaus adına bir kilise inşa etme sözü verir ve hastalık bittikten sonra bu
kiliseyi inşa ettirir. Kilisenin iki sütunu Roma’daki Trajan Sütunu’ndan
esinlenerek yapılmış olup soldaki sütun “Sadakat”, sağdaki sütun ise “Cesareti”
betimler.
Sıradaki
durağımız ise Belvedere Sarayı
oluyor. 1683 yılında Osmanlı
kuşatmasının sona erdirilmesinde önemli bir rolü bulunan kumandan Prens Eugene
için 1668-1745 yılları arasında yaptırılmış olan saray, Barok stilde olup
Yukarı ve Aşağı Beldevere olmak üzere iki parçadan oluşmaktadır. Yazlık konut
olarak kullanılan sarayın dış bölümünde yer alan bahçeler ise bugün dahi Avrupa’nın
en güzellerinden biridir. Dünyanın en eski Alp Bahçesi olarak bilinen yerde
Alpler’e özgü 4000 çeşit bitki türünü, hemen yakın konumda yer alan Botanik
Bahçesi’nde ise yerel ve egzotik bitki türlerini inceleyebilirsiniz. Günümüzde
müze olarak kullanılan sarayda birbirinden önemli tabloları da görebilirsiniz.
Viyana’da
daha gezilecek yer çok ama bir tam gün ve birkaç saatlik bir akşam turunun
ardından bu kadar fazla yeri kafalarımız bulanmadan ve anlayarak gezebilmenin
mutluluğu ile her gittiğimiz şehirde olduğu gibi işin ödül kısmına geçiyoruz.
Akşam yemeği için adresimiz, Stephansplatz’ın dibinde bulunan ve artık
Viyana’ya gelen her turistin uğrak mekanı olan Figlmüller isimli restoran olacaktı. Şnitzel ve yanında olmazsa
olmazı patatesli salata ile içilen buz gibi biralar ile günümüzü sonlandırarak
otelimize dönüyorduk.
Burada
bir dipnot vermek istiyorum. Viyana’daki konaklamamızı şehir merkezinin biraz
dışında olan Meininger Hotel Wien
Downtown’dan yana kullanmıştık ve son derece memnun kaldık ama ben bu
bölgede benim oldukça ilgimi çekebilecek bir yapı olduğunu bu tatil dönüşünden
çoook ama çok sonraları öğrenecektim. Takıntılı bir 1. ve 2. Dünya Savaşı
meraklısı olarak kaldığımız otelin dibindeki Augarten isimli parkta bir ‘flaktürme’ yani Hitler’in şu meşhur
uçaksavar kulelerinden birinin olduğunu bilseydim anında soluğu orada alırdım
ama işte ne kadar hazırlıklı da gelsek, kısıtlı zamana her şeyi sıkıştırmanın
maalesef böyle bir dezavantajı oluyor.
Viyana’ya
hak ettiği zamanı ayırarak gezecek olanlara 2.Viyana Kuşatması’nda şehri
kuşatmak için Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın otağını kurduğu Kahlenberg Tepesi’ni de görmeleri
gerektiğini hatırlatıyoruz. Viyana, her bir yanında bulunan Osmanlı hatırası
eserleri, şehrin en aykırı yapılarından olan Hundertwasserhaus ve Viyana’da alışverişin önemli noktalarından
olan Mariahilfer Caddesi
(Mariahilferstrasse) gibi birçok farklı ziyaret noktası ile de turistlerin
ilgisini çekiyor.
8.GÜN: VİYANA – CESKY KRUMLOV
Bugün
Viyana’ya erken elveda diyerek kuzeye, Avusturya sınırına çok yakın olup
Almanlar’ın kurmuş olduğu ancak şu anda Çek Cumhuriyeti’ne ait olan,
masallardan kalma bir ortaçağ şehrine gidiyoruz; Cesky Krumlov.
Viyana’dan
Cesky Krumov’a ulaşım konusuna ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Önceki
bölümlerde sözünü ettiğim otobüs firmaları ile kişi başı 20 Euro civarlarında
ulaşım mümkün ama Prag üzerinden aktarma yaptıkları için bu yolculuk 9 saatten
fazla sürüyor ve bizim için zamanın değeri altın kadar kıymetli. Sabahın bir
köründeki Prag aktarması olmasa gece yarısı otobüsüne binip geceyi uyuyarak
otobüste geçirmek bir nebze kabul edilebilir olabilir ancak gündüz vakti
yapılacak 9 saatlik bir yolculuk ile tam bir günümüzü yollarda heba etmenin
anlamı yok. Biraz daha fiyatlı olmasına rağmen çok daha kısa ve daha konforlu
bir alternatif var.
Ufak
minibüsler ile maksimum 7-8 kişilik paylaşımlı transferler yapan firmalar
mevcut. Minibüs dediğimizde VW Transporter ya da Caravelle gibi konforlu
araçlar. Kişi başı 30 Euro’dan başlayan fiyatlar ile 3,5 saat gibi kısa bir
sürede Viyana’dan Cesky Krumlov’a varmak mümkün. Hem de otelinizin kapısından
alınıp gene kalacağınız yerin kapısına kadar bırakılarak.
Arama
motoruna ‘Cesky Krumlov bus shuttle’ yazarsanız çokça sonuca ulaşacaksınız.
Kısa bir araştırma sonucunda fiyat/firma profili dengesinde içime sinen hizmeti
CK Shuttle’dan alabileceğimizi
kararlaştırmıştım. Yanılmadık da. 08:30’da otelin kapısından bizi alan
şoförümüz Jacob ile saat 12:00 gibi kalacağımız pansiyon olan Penzion Kapr’a ulaştık. Minibüste
bizden başka 3 kişilik bir Uzakdoğulu grup vardı ve en arka koltuğa ikimiz
yayıla yayıla gittik vallahi.
Yazının başında dedim ya ortaçağ şehri diye,
yani sadece mimari dokusu ve genel havası ile değil tüm detaylarıyla da öyle
burası. Yemek yediğiniz restorandan tutun kaldığınız pansiyona kadar her şey
sizi uzun zamanlar öncesine götürüyor.
Evden
bozma bir işletme olduğu belli olan Penzion Kapr’daki odamızın mobilyaları da
keza aynı şekilde. Çok eski olduğunu tahmin ettiğimiz masif ahşaptan imal
‘süper king size’ yatak ve gardırop ile diğer eşyalar üzerindeki oymalar ve el
işlemeleri ile bir anda kendimizi bir ortaçağ şatosunun bir odasındaymış gibi
hissettik. Odamızın penceresinden ise Prag’dan başlayıp Elbe Nehri’ne akan ve
Çeklerin en önemli turizm kaynaklarından biri olan Vltava Nehri’ne bakıyorduk.
Hafif
puslu, ara ara yağmurun çiselediği, kapalı ve biraz kasvetli olmasına rağmen
soğuk olmayan bir hava var dışarıda. Hava bile uymuş bulunduğumuz şehrin atmosferine.
Şehir dediğimize bakmayın, her yere kısa sürede yürüyebileceğiniz bir kasaba
burası.
Karnımız
acıktı ve aç ayı oynamayacağı için ilk iş olarak biraz döviz bozduruyor ve
Cesky Krumlov’un popüler restoranlarından biri olan Papa’s Living Restaurant’a gidiyoruz. Vallahi yarım saat evvel
pansiyonun odasında bıraktığımız dekor nasıl idiyse burada da aynı şekilde
devam ediyor.
Doyduğumuza
göre artık gezinti vakti. İlk olarak kaleye çıkacağız ama gözümüze
Budapeşte’den hatırladığmız o tatlının satıldığı dükkân takılıyor.
Macaristan’da bize ‘kürtoskalacs’
ismiyle ve Macar tatlısı olarak satılan zat-ı muhtereme burada da ‘trdelnik’ ismi ile ve Çek tatlısı
olarak rastladık. Biraz daha altını deşsek bu iş bizimle Yunanlar arasında
paylaşılamayan baklavanın hikâyesine benzeyecek diye tahmin ediyoruz.
Cesky
Krumlov Kalesi, zamanında Salzburg’dan çıkan tuzların ticaret yolu üzerinde bulunması
nedeniyle bu ticaret yolunun güvenliğini sağlamak için yapılmış ve Prag
kalesinden sonra Çek Cumhuriyeti’nin ikinci büyük kalesi.
Kale,
1250’li yıllarda Rosenberg ailesinin yakın bir akrabası olan Witigonenler
tarafından gotik tarzda inşa edilmiş. Witigonenler’in simgesi olan 5 yapraklı
gül o dönem ve sonrasında Cesky Krumlov’un simgesi haline gelmiş. Bunun yanında
Rosenbergler’in kullandığı ayı figürü ve döneminde kalede bakılan ayılar şehrin
simgelerinden olmuş.
Kale
içinde 5 avlu, 40’dan fazla bina, 165 oda ve 140 bacası bulunuyor. Özellikle
kalenin kulesi şehrin simgesi ve uzaklardan bile görünebilecek şekilde şehrin
silüetini oluşturuyor. Biz de kalenin müze kısmını ve kulesini ziyaret ederek
tekrar aşağılara iniyoruz.
Cesky
Krumlov’un şu müzesini bu sarayını gezmek gerek demek yersiz. Keza ismen illa
da görülmesi gereken birkaç yerden sonra kendinizi şehrin doğal akışına
bırakmanız en güzeli.
Uzun
yıllardır çok güzel bir şekilde korunan ve UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne de
girmiş olan bu şehrin sokakları ve binaları hala orta çağın gizemli ve ağır
tarihini hissettiriyor.
Tarihi
ve ticari öneminden dolayı Almanlar ve Çekler’in devamlı ilgisinde olan şehri
en son Çekler alınca, adının başına Cesky yani Çeklere ait anlamına gelen
kelimeyi eklemişler.
Krumlov
ismi söylentilere göre Almanca’daki “Krumme Aue”den geliyor. “Eğri ova” olarak
Türkçeleştirilecek bu ifade, şehrin coğrafi yapısından kaynaklanıyor. Vltava
Nehri’nin keskin kıvrımlar yaptığı bir vadide, bu kıvrımlar arasında kalan
yarımadalar üzerine kurulan Český Krumlov’daki ilk yerleşimler Neolitik döneme
kadar gidiyor ama tarihte adının geçmesi 1200’lerin ortalarını buluyor.
1300’lerin başından 1620’lere kadar şehri Rosenberg ailesi yönetiyor. Şehrin
kale, kilise, manastır gibi belli başlı binaları da bu dönemde inşa ediliyor.
18. yüzyılın ilk yarısında Schwarzenberg Ailesi kontrolü ele geçiriyor. Bu
dönemde kentin görünümüne barok mimari hâkim oluyor. 20. yüzyılın başında şehir
biraz gözden düşüyor. 1963 yılında kent koruma altına alınıyor ve 1992’de
UNESCO Dünya Mirası’na dâhil oluyor.
Cesky
Krumlov’u bizim Bratislava’da yaptığımız gibi sadece günübirlik olarak,
geçerken bir uğrayalım tadında gezenleri şiddetle kınıyoruz. Zira bu şehrin
gece atmosferi de en az gündüzü kadar heyecan verici.
Gezi
noktalarımızı özetlemek gerekirse, eski kent merkezinde St.Vitus Kilisesi ile hemen yanındaki The
Chaplain’s House (Kaplanka) ve Krumlov
Meydanı’ndaki Plague Sütunu ile Town Hall yani Belediye Binası’na zaten siz istemeseniz de denk geleceksiniz.
Vakit durumuna göre Panska Sokağı’ndaki Moldavite
Museum veya Town Hall yakınındaki Regional
Museum görülebilir.
St.
Vitus Kilisesi (Kostel Sv. Víta) 15. yüzyıla tarihlenen bir Gotik kilise ve
aynı yüzyıldan kalma freskleriyle dikkat çekiyor. Dar sokaklardan yokuş aşağı
inerek eski belediye binasının ve 1716’da dikilen Marian Veba Sütunu’nun
(Mariánský sloupek) bulunduğu eski şehir meydanı Náměstí Svornosti ise her daim hareketli. Meydana açılan sokaklarda
ve meydanda cephesi duvar resimleriyle süslenmiş binalar vardı.
Kentin
iki yakasını birleştiren ahşap Berberin
Köprüsü ise fotoğraf çektirmek için ideal yerlerden biri. Köprünün yanında
eskiden St. Jost Kilisesi (Kostel
Sv.Jošta) olan yapının ilginç çan kulesi vardı. Kilise artık kullanılmasa
da kulesi şehrin manzarasında önemli bir rol oynuyordu.
Gezi
rotamız dâhilinde Minorite Manastırı’nın
(Minoritský klášter) içine girmesek de bahçesini ziyaret edip söyle bir
dışarıdan bakmayı ihmal etmedik.
Akşam
yemeği için listemizde bulunan restoranlardan Krcma v Satlavske Ulici’ye gitmeyi çok istedik ancak mahzenden
bozma bu ufacık restoranın sınırlı sayıda masası ve tam tersi oranda talibi
olduğu için sıra beklemek istemedik ve öğle yemeğini yediğimiz Papa’s ın birkaç
adım ötesindeki Svejk Restaurant’ta
karar kıldık. Buradaki yemek ve servisten de son derece memnun kaldığımızı
söyleyebiliriz. Her iki restoranda da çorba veya başlangıcından ana yemeğine, salatasından
şarabına ve tatlısına kadar yememize rağmen hesaplar iki kişi için 1000 CZK’yı
geçmedi.
Yorulmuş
olmamız lazım ama bu masal diyarı şehre öyle bir tutulduk ki pansiyona dönmek
aklımızdan bile geçmiyor. Gecenin geç saatlerine kadar aynı sokakları tekrar
tekrar yürüyerek keyfini çıkarıyoruz.
9.GÜN: CESKY KRUMLOV - PRAG
Sabahın
erken saatlerinde pansiyon sahibemizin hazırladığı enerjik kahvaltının ardından
kendisi ile vedalaşıyor ve 09:00’da Cesky Krumlov AN otobüs terminalinden
Prag’a hareket ediyoruz. Yine Regiojet firmasının otobüsündeyiz ve Na Knizeci otobüs terminaline varmamız
12:00’i buluyor. Metro ile kalacağımız hostel olan Limes Apartments’a varıyoruz.
Limes
Apartments,
şehrin biraz dışında kalmasına rağmen yeni tadilat görmüş tertemiz odaları ile
bizden tam puan alıyor. Prag, rakamlar ile bölgelere ayrılmış bir şehir ve
yerel dilde ‘Stare Mesto’ olarak adlandırılan eski şehir bölgesine 1 numarayı
vermişler. Biz ise tarihi tren garı olan Hlavni
Nadrazi’nin 1 numaradan ayırdığı 3 numaralı bölgede kalacağız. Toplu taşıma
yaygın ve ucuz, yürüyerek ise yarım saatten kısa sürüyor merkeze varmamız. Bu
bölgeyi seçmemizin bir diğer nedeni ise Dresden’e gideceğimiz otobüsün Prag’ın
diğer bir otobüs terminali olan Florenc’e
yakın olması idi.
Yarım günden fazla vaktimiz var ve soluğu
Prag’ın kalbi olan Stare Mesto
meydanında alıyoruz. İçerisinde birçok tarihi yapının yer aldığı ve en güzel
Ortaçağ kentlerinden biri olarak gösterilen Prag’da gezilecek onlarca yer var.
Vltava Nehri’nin ortasından geçtiği bu şehir, köprüleri, kanalları, mistik
havası, mimari eserleri ve Ortaçağ yapıları ile gezginlere birçok gezi
alternatifi sunuyor.
Meydanda
etrafımızı incelediğimizde hemen gözümüze çarpan yapıtlar Astronomik Saat (Staromestska Radnice ) ve Eski Belediye Sarayı (Obecni Dum), Tyn Kilisesi, ve St.Nicholas Kilisesi, Kinsky
Sarayı ve Jan Hus Anıtı oluyor.
Çevresinde birçok hediyelik eşya satan dükkân ve restoranın da olduğu meydan,
gece gündüz şehrin en hareketli noktalarından.
Stare
Mesto’nun en önemli yapılarından olan Astronomik Saat, her saat başı
gerçekleşen ufak gösterisi ile turistler tarafından oldukça ilgi görüyor.
Saatin üzerinde yer alan kuleye çıkarak muhteşem Prag manzarasını seyretme
ritüelini yarına bırakarak Karl Köprüsü’ne ilerliyoruz.
1357
yılında inşa edilen Karl Köprüsü (Karluv
most), Prag Kalesi ve Mala Strana ile Stare Mesto bölgelerini
birbirine bağlayan güzel bir yapı. 516 metre uzunluktaki köprü üzerinde otuza
yakın heykel bulunuyor. Şehrin simge yapılarından olan köprü üzerinde
performans sergileyen sokak sanatçıları köprüye ayrı bir hava katıyor.
Köprünün
üzerinde panoramik Prag manzaralarının tadını çıkararak bir hayli vakit
geçirdikten sonra karşıya yani Mala Strana’ya geçiyoruz. Karşı yakaya adımınızı
atar atmaz sağ tarafta Franz Kafka
Müzesi var ancak burayı da sonraki bir güne bırakacağız.
Biraz
daha ileride şehrin ikinci St.Nicholas
Kilisesi (Kostel sv.Mikulase) var. Meydandaki St.Nicholas Kilisesi’nin yerel
dildeki ismi ise Chram svateho Mikulase’dir.
Bu arada aklıma gelmişken değineyim. Meydana komşu olan St.Nicholas
Kilisesi’nin arkasından itibaren Prag’ın Yahudi
mahallesi (Josefov) başlıyor. Bu bölgede irili ufaklı birçok sinagog
görebilirsiniz. Özellikle Vezenska
Sokağı’nda bulunan İspanyol
Sinagogu (Spanelska Sinagoga) görülmeye değer. Biz ise, yıllar süren sinagog
hasretimize Budapeşte’de son verdiğimiz için bu bölgeyi kısa bir turlamakla
yetindik.
Josefov, Prag’ın en
eski ve önemli yerleşim alanlarından biri. Şehre ilk Yahudilerin ne zaman
geldiği tam olarak bilinmese de 13. yüzyılda bu bölgede ilk Yahudi yerleşim
alanlarının oluşturulduğu düşünülüyor. Bölgede birçok tarihi yapı yer alıyor.
Bohemyalı Azize Agnes Manastırı, Eski Yeni Sinagog, Eski Yahudi Mezarlığı,
Pinkas Sinagogu ve İspanyol Sinagogu burada görebileceğiniz en önemli yerlerden
bazıları.
Evet,
en son neredeydik? Mala Strana’daki St.Nicholas Kilisesi’nden Vltava Nehri’ne
paralel olarak güney yönünde yürümeye başlıyoruz. Karmelitska Caddesi’nde bulunan Church of Our Lady of Victory Kilisesi’ne (Kostel Panny Marie Vítězné Praha) varmamız uzun sürmüyor.
Kilisenin arkasından itibaren gördüğüm yüksek alan ise 300 metre rakımda
bulunan Petrin Tepesi, Prag’a hâkim
güzel noktalardan biri. 15. yüzyılda üzüm bağları ile ünlü olan tepe günümüzde
birçok turistik yapıya ev sahipliği yapıyor. Petrin Gözlem Kulesi, Aynalar Labirenti, Stefanik Gözlemevi,
Strahov Manastırı gibi yapıları görebilmek için füniküler ile tepeye ulaşım
mümkün. Kısa bir molanın ardından aşağılara yürümeye devam ediyoruz.
Her
ne kadar anakara ile bütünleşik gibi gözükse de Vltava Nehri’nin Şeytan Deresi
kolunun oluşturduğu ada olan Kampa Adası’ndayız.
Geçmişten günümüze birçok işletmeciliğe ev sahipliği yapsa da bugünlerde sessiz
ve sakin bir yer olan Kampa’da bir mola daha vererek bol bol fotoğraf
çekiyoruz.
Sürgün
yıllarının 1956-58 arasındaki dönemini Prag’da geçiren Nazım Hikmet’in bir
şiirine de konu olan Lejyonerler Köprüsü
(most Legii) üzerinden mağrur ve
asil Vltava’yı geçiyorken hemen karşımızdaki binanın Prag Ulusal Tiyatrosu (Narodni Divadlo) olduğunu fark ediyorum.
Tiyatronun karşısında ise Nazım’ın Prag günlerinde sık sık uğradığı mekân olan Cafe Slavia (Kavarna Slavia) var.
Nehir
boyunca devam eden yürüyüşümüzde bu sefer bizi karşılayan yapı ise Prag’ın turistik
noktalarından Tancici Dum yani Dans Eden Ev oluyor. Aslında bu bina
turistik de sayılmaz ama her Prag ziyaretçisinin yaptığı gibi biz de sahip
olduğu farklı mimari ile dünya çapında üne sahip olan bu binanın önünde
fotoğraf çektirmeyi ihmal etmiyoruz.
Yakınımızdaki
metro durağına yürüyerek Muzeum durağına gitmek için yer altına iniyoruz.
Prag’ın iyi bir metro ağı ve şehrin her tarafını saran harika bir tramvay ağı
var. 2016 sonu itibariyle yarım saatlik tek kullanımlık toplu taşıma bileti 24
CZK, doksan dakika olanlar ise 32 CZK idi. Tabak/Trafika büfelerinden, gazete
bayilerinden ya da duraklardaki otomatlardan kolaylıkla edinebileceğiniz
biletlerin 110 CZK’ya 24 saatlik olanı da mevcut. Biletlerinizi sarı
makinelerde onaylatmayı unutmayın.
Akşam
saatleri yaklaşırken günümüzün son durağı ise tarihi önemi ile sembolik bir
meydan olan Vaclav Meydanı (Vaclavske
Namesti) olacak. Yeraltından gün yüzüne kendimizi atar atmaz tadilat
nedeniyle kapalı olan Prag Ulusal Müzesi
(Narodni Muzeum) ve hemen önündeki kaldırımda bulunan Jan Palach ve Jan Zajic Anıtı’nı fark ediyoruz. Budapeşte’deyken
Macar Devrimi hakkında ne kadar az bilgi sahibi olduğumu fark ettikten sonra
bari birkaç gün sonra göreceğimiz Prag’da aynı durumda kalmayayım diye Prag
Baharı’nı okumuştum biraz.
Prag
Üniversitesi’nde felsefe öğrencisi olan Jan Palach, siyasi liberalleşme
reformlarından biri olan Prag Baharı‘nın destekçilerindendi. 20-21 Ağustos 1968
tarihlerinde Prag Baharı reformlarını durdurmak için Varşova Paktı Çekoslavakya’yı
işgal etti. Bu müdaheleyi protesto etmek üzere Jan Palach, 16 Ocak 1969’da
kendini Venceslas Heykeli’nin önünde ateşe vermiş ve kaldırıldığı klinikte 19
Ocak tarihinde hayata veda etmiştir.
Ölümünden
bir ay sonra 25 Şubat’ta Jan Zajic adlı başka bir Çek genci, aynı yerde Palach
adına düzenlenen anma töreninde kendini yakar. Ancak ne yazık ki komünist rejim
iki genç için de cenaze töreni düzenlenmesini ve Prag’a defin edilmelerini
yasaklar. Komünist rejimin yıkılmasından sonra iki genç için bu anıt yapılır. Fotoğrafta
da görebileceğiniz üzere Palach ve Zajic’in kendini yaktığı yer haç ile
işaretlenmiştir.
Wenceslas Square ya da
bilinen diğer adı ile Vaclav Meydanı, Prag’ın en merkezi ve önemli
meydanlarından biri. Kurulduğu dönemde at pazarı olarak kullanılan ve tarih
boyunca birçok önemli olaya sahne olan bu meydan, günümüzde otel, restoran,
kafeterya ve kulüplere ev sahipliği yapıyor.
Uzunlamasına
devam eden meydanın diğer ucundan, kısa bir sürede günümüzün başlangıç noktası
olan Stare Mesto yani eski şehir meydanına geçilebildiğini fark ediyoruz.
Meydandaki seyyar tezgâhlarda karnımızı doyurup gece karanlığında meydan ve
Karl Köprüsü civarlarında bu büyülü şehrin ışıklarına hayranlıkla bakıyoruz.
Hostele
dönüş yolunda rastladığımız Prag
Belediye Sarayı, 1383 – 1485 yılları arasında inşa edilen ve Art Nouveau
alanındaki örneklerinin en iyilerinden. Tarih boyunca askeri okul ve ilahiyat
fakültesi olarak kullanılan yapıda günümüzde konser ve sergi salanları yer
alıyor. Dilerseniz yapıyı gezip burada yer alan kafeterya ve restoranlarda bir
şeyler yiyip içebilirsiniz.
10.GÜN: PRAG
Dün
hesapta yarım günümüz vardı ama iyi gezmişiz. Prag’ın başlıca noktalarının
tamamı hakkında iyi bir fikir sahibi olmanın verdiği rahatlıkla başlıyoruz
güne. Öğleye kadarki programımız Prag Kalesi ve civarı bölgeyi gezmek.
Malostranska
metro durağında toplu taşımadan ayrılarak kaleye tırmanmaya başlıyoruz. Prag
Kalesi (Prazsky hrad), şehrin gerek tarihi gerekse turistik olarak en güzel
yapılarından. Kale içerisinde yer alan, St.Vitus
Katedrali, Eski Kraliyet Sarayı, Altın Yol, St.George Bazilikası, St.George
Manastırı, Prag Kalesi Resim Galerisi ve Kraliyet Bahçeleri görülmesi gereken en önemli yerler arasında yer
alıyor. Hazırlığımız iyi olduğundan rehberli tur almayarak kendimiz gezmeye
karar veriyoruz.
Kişi
başı 250 CZK’ya fiyat/fayda olarak bizi en çok tatmin edeceğini düşündüğümüz
Circuit B biletlerimizi alarak gezmeye başlıyoruz. Kale bölgesinin en önemli
yapısı sayılabilecek olan St.Vitus
Katedrali (Katedrala St.Vita), 1344 yılında inşa edilmiş ve yapıldığı
günden günümüze kadar Prag kral ve kraliçelerinin taç giyme yeri ve ebedi
istirahatgahı olmuş. Gotik üsluba sahip şehrin bu en güzel katedrali içinde yer
alan vitraylar da oldukça etkileyici.
St.George
Bazilikası’nı
da gezdikten sonra Altın Yol’a
yürüyoruz. Burada gördüğümüz eski dönemlere ait eşyalar ve silahlar oldukça
ilgi çekiciydi. Buralara kadar gelip Lobkowicz
Sarayı’nı da görmeden aşağı inmek olmaz. Kişi başı 300 CZK’ya ziyaret
edilebilecek sarayın büyük bir bölümü tadilatta olduğu için göremedik.
Aheste
adımlar ile Karl Köprüsü’ne inerken ‘Prag’ın en dar sokağı’ olarak bilinen
sokağa da göz atıyoruz ve gene her daim kalabalığı eksik olmayan köprüdeyiz.
Köprüden meydana giden sokaklar ise daha da kalabalık. Meydandaki ziyaret
durağımız Astronomik Saat olacak.
Kişi başı 130 CZK’dan biletlerimizi alıyor ve kulenin tepesinden muhteşem
manzaralara doyuyoruz.
Kuledeyken
gözümüze daha bir heybetli görünen Tyn
Kilisesi var sırada. İnşasına 14.yy’da başlanan ancak 1511 yılında
bitirilebilen kilisenin dış mimarisinde gotik öğeler kullanılsa da iç mimarisi barok
etkileri taşıyor. Ayrıca kilisenin ön tarafında Tyn School adı verilen bir bina
bulunuyor ve kiliseye buradan giriş yapıyorsunuz. Dün biraz bakınmış ama
bulamamıştık girişi, biraz daha dikkatli bakmak gerekiyormuş.
Tyn
kilisesi, Protestan kilise olup şehre gelen yabancılar için inşa edilmiş. Kulelerin
uzunluğu 80 metre ama bir yerde kulelerden birinin diğerinden çok az daha uzun
olduğunu ve bunun özellikle bir sebepten dolayı böyle yapıldığını okumuştum.
Şimdi biraz araştırdım ama o bilgiye ulaşamadım nedense.
Kuleleri
gerçekten çok ihtişamlı ve meşhur Disney şatosunun, Tyn kilisesinden ilham
alınarak çizildiği söylenir. İlk gördüğümüzde ne kadar masalsı diye
düşünmüştük. Dün akşam bu meydana geldiğimizde ilk gözümüze çarpan şey ise
ışıklandırılması olmuştu.
Bilindik
yerlerde gezinmeye devam ediyoruz. Şehrin biraz dışında Vysehrad Anıt Parkı bulunuyor ve Prag ziyaretçilerinin
uğrak noktalarından sayılabilir. Aslında buraya da gitmeye vaktimiz kaldı ama
eski şehir ve etrafı o kadar büyülü ki insanın ayrılası gelmiyor. Akşam
yemeği için tercihimiz, meydana iki dakika uzaklıktaki Restaurace U Parlamentu oluyor. Dolu dolu bir akşam yemeğinin bize
maliyeti 500 CZK kadar oluyor. Samimi bir ortamı var bu restoranın ve yemekleri
de lezzetli. Zaten içeride fark edeceksiniz turistlerin de uğrak mekânı. Ah bir
de Çekler şu içeride sigara içme işini tamamen yasaklasalar artık.
Hostele
dönüş yolumuzda Prag’ın ana tren garı olan Hlavni
Nadrazi’ye uğruyoruz. Prag’ın çeşitli umuma açık yerlerinde, gelen geçenin
kullanımı için bırakılan piyanolardan biri de burada. Aslında benim gönlümde
olan kuyruklu piyano peronların olduğu alt kattaki bekleme alanlarının
birindeydi ama onu kaldırmışlar. Wilsonova
Caddesi tarafında ve bir üst katta olan bina girişlerinden bir tanesinin
avlusunda başka bir piyano var. Buradaki kafeteryadan asma kilidinin anahtarını
alıyorum ve bir saate yakın gelen geçenin meraklı bakışları arasında piyano
çalıyorum. Hep yapmak istemiştim bunu :)
11.GÜN: PRAG – KARLOVY VARY – PRAG
Prag’a
geldik, gezdik gördük bitirdik de bir de buradan günübirlik tur ayarlıyoruz
kendimize. Bak bak, şımardık iyice… Kahvaltı bile yapmadan ayrılıyoruz
hostelden. Kısa bir yürüyüş bizi iyiden iyiye uyandırıyor ve Florenc otobüs terminalindeyiz. 08:30
otobüsü ile Karlovy Vary’e hareket ediyoruz. Kullandığımız firma artık sizin de
adını ezberlemiş olduğunu düşündüğümüz Regiojet oluyor gene. Regiojet’in bir
güzel yanı da yolculuk sırasında çay, kahve, atıştırmalık şeyler ile ikramlarda
bulunuyorlar bizim otobüs firmaları gibi. Koltuklarda multimedya ekranlar ve
hızlı internet de var, daha ne olsun.
İki
saatlik yolculuğun ardından varıyoruz Karlovy Vary’e. Merkezine doğru yürürken
yolumuzun üstündeki Freedom Cafe’de
güzel bir kahvaltı yapıyoruz ve yorucu, bol yürümeli bir güne daha hazırız.
Karlovy Vary ile ilgili her okuduğunuz blogda rastlayacağınız ve birbirinin
kopyası gibi duran bilgileri verip bu görevden bir kurtulayım evvela.
1350'lerde,
IV.Karl bu bölgede avlanırken, bir geyiğin peşine takılır. Köpekler havlar, av
uşakları ve diğer yardımcı ve yardakçılar Karl'ın peşinde bir kovalamaca
başlar, garip geyik bir kayadan atlayıp kaçmaya çalışırken aşağıya uçar ve bir
pınarın başına düşer. Karl, aşağıda geyiği yarı haşlanmış halde bulur ve
düştüğü pınarın ısısından bu hale gelen geyik işte bu güzel kaplıca merkezinin
de keşfine sebep olur.
İsmi
de IV.Karl ‘dan gelen Karlsbad yani ‘Kral Karlın Banyosu’ olarak bilinen
Karlovy Vary’nin kısa hikayesi bu şekilde. Coğrafi olarak her yanı yemyeşil
yüksek tepelerin sınırladığı dar bir vadinin içinden akan üzeri dumanlı Tepla
Nehri’nin içindeyiz.
Avusturya-Macaristan
imparatorları ve aileleri sık sık uğrarlarmış buraya, Beethoven, Mozart, Kafka,
Freud daha birçok filozof, meşhur film yıldızları, Rus Çarları müdavimi
olmuşlar bu güzel kaplıcanın. Her yıl Temmuz ayında da bir de film festivali
var.
İçerilere
doğru yürüyerek başlıca pınarları tek tek ziyaret ediyoruz. İlk olarak Park Collonade yani adından da
anlaşılacağı gibi Park Pınarı çıktı karşımıza. Güzel bitkilerle dolu, zevkli
minik havuz ve gölcüklerin arasında çok zarif bir yer burası. Etrafta büyük
olmayan ve eski yüzyılın otelleri var. Buranın güvercin ve ördekleri ile sohbet
ettikten sonra devam ediyoruz.
Sırada
Mill Colonnade yani Değirmen Pınarı
var. 132 metre uzunluğunda Neo-Rönesans mimarisi ile 124 sütunun taşıdığı bir
nefe sahip olan Değirmen Pınarı, girişlerinin üzerinde bulunan ve yılın 12
ayını temsil eden 12 figür ile dikkat çekiyor.
Biraz
ileride ise beyaz ahşap yapısı ile göze çarpan Market Colonnade yani Pazar Pınarı, hemen arkasında ise eski
şatonun eteklerinde yer alan Castle
Colonnade yani Kale Pınarı bulunuyor.
Market
Colonade’nin karşısında ise Hot Spring
Colonnade yer alıyor yani Sıcak Pınar. 73 dereceye kadar ulaşan su, o kadar
büyük bir basınçla fışkırıyor ki 14 mt. yükseğe kadar çıkabiliyor. Sıcak
Pınar’ı gezerken gözünüze çarpan yapı ise 1730’lu yıllarda inşa edilen St.Mary Magdalene Kilisesi’dir.
Nehir
kıyısından yürüyerek Karlovy Vary’nin simge yapılarından Grandhotel Pupp’a ulaşıyoruz. Biraz ilerisinde ve nehrin diğer
yakasında ise Atatürk’ün bir ay kadar kaldığı bina var. O günlerde sağlığı
yerinde olmayan Mustafa Kemal, Trablus-Bingazi'deki böbrek krizleri, Balkan
savaşlarının sıkıntısı, Anadolu'daki harekâtlardan biraz ara bulunca kendini
buraya atar. Muayene edilir, kendisine banyolar, çamur tedavisi ve günlük
"içme" kürleri tavsiye edilir.
Paşa,
burada Türk dostları ile de buluşur, kadınlı-erkekli 10-11 kişilik sofralar
donatılır ama tedavi de tam bir disiplinle sürmektedir. Her sabah saat 07.00'da
şehirdeki çeşmeler dolaşılır ve emzikli ağzı olan kupalardan çeşitli
sıcaklıklardaki maden suları içilir. Geceleri evinde geçiren Paşa, gündüz sivil
kıyafetle dolaşmakta, tedaviye gitmekte, akşamları, resmi üniformasını giyip,
nişanlarını takmakta ve Grandhotel Pupp'da dostları ile buluşup memleket
meselelerini konuşmaktadır. Bu arada, Almanca ve Fransızca dersleri de almayı
ihmal etmez ve günlüğüne iki gün Fransızca yazar. İstirahat saatlerinde
Fransızca Balzac okuduğunu, tahta yeni çıkan Sultan Vahdettin ile politikasının
ne olacağını günlüklerine yazar. Tam bir ay kaldığı bu güzel şehirden çok güzel
anılarla ayrıldığını anlıyoruz Ata’mın.
Grandhotel
Pupp’ın hemen arkasındaki füniküler ile (45 CZK/kişi tek yön bilet) Diana Tepesi’ne çıkıyor ve buradaki
gözetleme kulesinin tepesinden (Diana
Lookout Tower) tüm Karlovy Vary’i ayaklarımız altında bir şekilde
izliyorduk. Buradaki ufak hayvanat bahçesine de göz attıktan sonra
kahvelerimizi alıp ormanın içerisinde ağır adımlarla yürüye yürüye sonbahar
yaprakları ve toprağın kokusunun keyfini çıkarıyorduk.
Tekrar
aşağıdayız. Yavaştan dönüşe geçeceğiz. Kağıt helvası ve çikolatası ile de ünlü olan
Karlovy Vary’den "Becherovka"
almadan dönülmez. Bitki özlü bu güzel likör için şirin satış kulübelerini zaten
görmüştük ve bir tanesinden alışverişimizi yaparak günün başlangıç noktası
sayılabilecek Park Colonnade’ye geri dönüyoruz.
17:00’daki
otobüsümüze hala vakit var ve iki seçeneğimiz var. Ya otogara dönüp hemen
dışındaki Jan Becher Müzesi’ni
ziyaret edeceğiz ya da bulunduğumuz parkın biraz yukarısındaki Rus Ortodoks
Kilisesi olan St.Peter and Paul’s
Katedrali’ni göreceğiz.
Mucidi
olduğu Becherovka’sından yudumlarken Jan Becher amcamızı zaten bolca yâd
edeceğimize kanaat getirip, beyaz duvarları, masmavi çatıları ve altın sarısı
kubbeleri ile göz kamaştıran katedrale yürüyoruz. 2016 yılında kapsamlı bir
tadilattan geçen katedralin inşasına 19.yy’ın sonlarında başlanmış.
Çok
güzel geçen günübirlik Karlovy Vary turumuzdan sonra Prag’a dönüyor ve gecenin
ilerleyen saatlerine kadar iki gündür gezdiğimiz yerleri tekrar dolaşıyoruz.
12.GÜN: PRAG – DRESDEN – ANTALYA
Gene
sabahın 08:30’u, gene Florenc terminalindeyiz ama bu sefer istikamet önce
Dresden, oradan da ver elini Antalya. Bu geziyi Prag’dan İstanbul’a dönerek
bitirmeyi planlamıştık ancak Dresden’den Antalya’ya Involatus isimli Türk-Alman
firmasından direkt bir charter uçuş bulunca programımızın sonuna ucundan bir
Dresden eklemeye karar vermiştik.
Ekledik
eklemesine, Dresden’e gitmek için öncekilerde olduğu gibi Regiojet firmasının
otobüsüne de bindik ama daha bir saat geçmeden yol üzerinde gördüğüm tabela ile
beynimden vurulmuşa dönüyorum. Almanların
2.Dünya Savaşı’ndaki ünlü kamplarından olan Terezin Toplama Kampı bu yol
üzerindeymiş. Tamam, orijinal programda ne Dresden ne de Terezin vardı ama bu
kadar yakınında olup ta uğrayamamak bütün moralimi alt üst ediyor. Bunun
acısını, tez zamanda organize etmeyi düşündüğümüz ve tamamen 2.Dünya Savaşı
tarihi odaklı olacak Polonya ve güneybatı bölgeleri gezisinde telafi
edeceğimize söz veriyorum kendi kendime.
İki
saat gibi bir sürede varıyoruz Dresden’e ve eski şehir olarak adlandırılan
Altstadt’ı görmek için Elbe Nehri’ni istikamet belirleyip başlıyoruz yürümeye.
Almanya
denilince akla ilk gelen şehir olan Berlin’e iki saatlik bir mesafede yer alan
Dresden, Almanya’nın Saksonya Eyaleti’nin başkentidir. Elbe Nehri’nin tüm
ihtişamıyla ortasından ayırdığı bu şehir, yüzyıllardır Almanya’nın endüstri ve
kültür alanlarında ön plana çıkmış. 2. Dünya Savaşı’nda bir hayli bombalanan ve
neredeyse tamamına yakını yerle bir olan şehri, Almanlar kısa bir sürede
yeniden ayağa kaldırarak günümüze kadar ulaştırmışlardır. 13 Şubat 1945 gecesinden
itibaren müttefikler iki gün boyunca şehrin %75’ini bombalamış ve 18bin asker
ile sivilin ölümüne yol açmıştır.
Bizi
ilk karşılayan Altmarkt Meydanı ve Kutsal Haç Kilisesi (Kreuzkirche) oluyor.
Saksonya’nın en büyük kilisesi olan bu yapının içerisine girdiğimizde
şaşırıyoruz. İçerisini gezdiğimiz her dini yapının rengârenk freskleri ve
çeşitli ikonalarına alışık olan biz, gri renkli duvarlar ile karşılaşınca bir
an afalladık.
Sıradaki
durağımız Martin Luther Heykeli’ne
ev sahipliği yapan Neumarkt Meydanı
ve bu güzel meydanı süsleyen, 1726-43 tarihli olup Almanya’nın en önemli
Protestan kilisesi olan Meryem Ana
Protestan Kilisesi (Frauenkirche) oluyor. 2.Dünya Savaşı’nda tamamen yerle
bir olmuş, taş taş üstünde kalmamış bu yapıyı Dresden bombardımanı ile
özdeşleşmiş o meşhur fotoğraftan hatırlayabilirisiniz. Uzun yıllar boyunca yıkıntılar
anı olarak bölgede el değmeden korunsa da sağlam olan 3,539 taş ve bunlara yeni
eklenen taşlarla birlikte kilise yeniden orijinal planına sadık kalınarak
onarılmış ve 2005 yılında yeniden açılmış.
Bu
etkileyici kilisenin içini dışını iyice inceledikten sonra Elbe Nehri kıyısına
biraz daha yaklaşıyor ve Bruhl Terrace
yani tabiri caizse Avrupa’nın balkonuna varıyoruz. 500 metre uzunluğundaki bu teras belki de
şehrin en eski simgelerinden biri. Merdivenleri çıkıp bu balkona ulaştığımızda
ağaçlarla dolu bir gölgelik alanda yürüyoruz ve Elbe’nin coşkusunu bu balkondan
izlemek için kısa bir mola veriyoruz.
Nehir
boyunca yürüdüğümüzde bizi Fürstenzug
(Procession of Princes) duvarı ve bu duvarda, Saksonya eyaletini yöneten
önde gelenlerin figürlerinin olduğu 102 metrelik resim karşılıyor. Porselenden
yapılmış dünyanın en büyük mozaik resmi olan Fürstenzug, yirmi üç bin parça
porselenden oluşuyor ve 1127 ila 1904 yılları arasında Saksonya Krallığı’nı
yöneten kralları, lordları ve dükü tasvir ediyor. Bu resimde zaman içerisinde
kıyafetlerin değişiminden yaşam stillerine, ulaşım araçları, silahlar gibi
detaylara kadar birçok şeyi incelemeniz mümkün.
Kısa
bir süre içerisinde Katholische
Hofkirche yani Dresden Katolik
Katedrali’ni buluyoruz. 1945 yılında bombardımanlar neticesinde ağır hasar
alan kilisenin yapımına 1947 yılında tekrar başlanmış. 1971 yılında tamamlanan
bu muhteşem eser mutlaka görülmeye değer.
Katedralin
hemen arkasında ise Theaterplatz Meydanı
ve bu meydana ismini veren Semper Opera
Binası (Semperoper Dresden) var. Mimar Gottifried Semper tarafından yapılan
bina, Rönensans ve Barok mimarisi özellikleri taşımakta. Dresden
bombardımanında yıkılan bina, savaşta hasar gören diğer tüm binalar gibi aslına
sadık kalınarak yeniden yapılmış ve 1989 yılında hizmete girmiştir.
Kafamızı
diğer yana çevirmemizle tam bir barok panayır alanı olan Zwinger’in girişinde olduğumuzu fark ediyoruz. Almanların büyük
yapılar yapma hastalığının bir diğer örneği olan yapı, saray olarak
kullanılmaya elverişliliği ve mimari özellikleri sayesinde bir müze kompleksine
dönüştürülmüş. Zwinger’ın kuzey batı tarafındaki merdivenleri kullanarak kralın
balkonuna çıkabilirsiniz. Bu bölgede gezinirken Peri’nin Banyosu’na (Nymph’s
Bath) ulaşabilirsiniz.
Zwinger’dan
çıkıp Theaterplatz’a döndüğümüzde dikkat çekmemesi mümkün olmayan bir diğer
yapı ise Schloss Dresden yani Dresden Kalesi ve hemen yanındaki Yeşil Kubbe (Grünes Gewölbe) oluyor.
Kalede devlet sanat koleksiyonları yer alıyor ve içerisinde Osmanlı ve
doğululaştırılan Avrupa sanat eserlerini içeren bir Türkische Cammer (Türk
Odası) da bulunmakta.
Yeşil
Kubbe’ye bilet alarak şehre ait tüm mücevherleri inceleyelim diyoruz ama
biliyorum ben huyumu, en az bir saat geçirmemiz gerekecek orada ve ‘hadi o
bölüme de bakalım, hadi şu eseri de görelim’ derken kaçırırız biz bu uçağı. O
yüzden hiç bulaşmıyor ve efendi efendi Augustus
Köprüsü’nden (Augustusbrücke) Elbe Nehri’ni geçerek Neustadt yani yeni
şehir kısmına geçiyoruz.
Augustus,
Saksonya için çok önemli bir tarihi karakter ve her yerde izlerini
görebilirsiniz. Neustadt’ta bizi ilk
karşılayan kendisini şaha kalkmış bir at üzerinde tasvir eden altın renkli heykeli
(Golden Reiter) oluyor.
Havalimanına
ulaşım sağlayacağımız tren garı olan Neustadt Bahnhof’a geçmeden ziyaret
ettiğimiz son nokta ise Neustadt’ın en işlek noktası olan Albertplatz Meydanı oldu. 1883-1894 yılından kalma ‘Fırtınalı
Dalgalar’ isimli fıskiyeleriyle meşhur meydana, Sovyetler Dresden’i ele
geçirdiğinde kendi anıtlarını dikmişler.
Aslında
biraz daha yukarıda kalan Kunsthofpassage’ı
da görmeye vaktimiz kaldı ama hem çok acıktık hem de uçağı kaçırma riskini almak
istemiyoruz.
Kunsthofpassage,
içerisinde birbirinden değişik 4-5 tane ev bulunduran bir pasajın ismi.
Pasajın, elementler avlusu olarak adlandırılmış bölümünde yer alan evlerin
cephesinde bir elementi temsil eden figürler yer almakta. Burayı popüler kılan
ise mavi binanın dış yüzünde gelişi güzel yerleştirilmiş gibi görünen
olukların yağmur yağdığında uyumla çalışıp ürettiği seslerdir.
Tren
garındaki Burger King’de karınlarımızı doyurarak havalimanına geçiyoruz. Uçağı
beklerken duty free’ye gideyim diyorum. Ne göreyim, gidip ta membaından aldığım
Becherovka burada daha ucuz. Sağlık olsun diyerek sorunsuz atlattığımız bu
güzel gezinin hatıralarını şimdiden düşünmeye başlıyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder