27 Aralık 2014 Cumartesi

Interrail Avrupa Turu (Eylül 2014) ...Paris, Disneyland, Brüksel, Brugge, Amsterdam, Düsseldorf, Köln


TREN İLE AVRUPA SEYAHATİ VE INTERRAIL NEDİR? (3.BÖLÜM)

2.BÖLÜMÜ KAÇIRDIYSANIZ BURAYA TIKLAYABİLİRSİNİZ.

1.BÖLÜMÜ KAÇIRDIYSANIZ BURAYA TIKLAYABİLİRSİNİZ.

21.GÜN: PARİS

Kahvaltının ardından metro ile Chatelet Les Halles durağına ulaşıp şehri gezmeye başlayacağız. Chatelet Les Halles, neredeyse Paris metro ağındaki tüm hatların kesiştiği merkezi bir aktarma durağı gibi. Bu istasyona vardığınız zaman buradan yürüyerek ya da farklı bir metro hattı ile her yere gitmek mümkün.

Sen Nehri kıyısından yürüyerek Notre Dame Katedrali’ne (Cathedrale Notre-Dame de Paris) gideceğiz ama önce çok kısa bir Paris girişi yapalım.

Her sene yaklaşık 12 milyon turist ağırlayan Paris, yüzyıllar boyunca çok farklı kültürlerin etkisinde kalmış ve sayısız savaş, salgın, dini çatışmalar gibi talihsiz olaylara tanıklık etmiştir. 18.yy başından itibaren kültür, refah ve felsefe alanında ilerlemeler kaydeden şehir, İngiltere ile olan ilişkileri nedeniyle Amerika Özgürlük Savaşı sırasında zor günler yaşamıştır. 1789 yılında Fransız Devrimi ile üzerindeki ölü toprağını atmaya başlayan Paris, İkinci Dünya Savaşı sırasında ise Hitler’in tanklarına Şanzelize Caddesi’nde tanıklık edecek kadar zor günler geçirmiştir.

Paris’in en çok ziyaret edilen noktalarından biri olan Notre Dame Katedrali’ne yürüyüşümüz uzun sürmüyor. Gotik mimarinin başyapıtlarından olan katedralin inşasına 12.yy’da başlanmış ve 14.yy’da tamamlanmıştır. Zamanında Paris’in modern şehir planlaması için sıfır noktası olarak kabul edilen katedralin 13.yy’dan kalma pencere ve işlemeleri göz kamaştırıyor. Sen Nehri üzerindeki ‘İle de la Cite’ adasında bulunan katedral devasa boyutlarda olmasa da hiç şüphesiz ki dünyadaki en ünlü katedrallerden biri. Katedralin girişi ücretsiz ancak üst kısımlarını ve hazineleri gezmek isterseniz ücretli.



Katedralin arkasındaki parka dolanıp köprüden Sen Nehri’nin diğer yakasına geçiyor ve Pantheon’un yolunu tutuyoruz. Yapımı 34 yıl süren kilise, 1791 yılında Fransız Devrimi’nin gölgesinde tamamlanmıştır. Aynı yılda yapının tapınağa dönüştürülmesine karar verilse de 1806 yılında tekrar kiliseye, 1885 yılında ise kamu binasına dönüştürülmüştür. Günümüzde ise Voltaire, Rousseau, Victor Hugo, Zola ve Curie’lerin kriptleri burada bulunmaktadır. Son olarak 2002 yılında Alexander Dumas’ta buraya getirilmiştir.



Giriş ücreti 7 Euro olan Pantheon’un kubbesi tadilat nedeniyle kapalıydı. Önündeki meydanda ise güzel havanın tadını çıkarmaya gelen gençler yerlere uzanmıştı. Kısa bir yürüyüşün ardından Lüksemburg Bahçesi’ne (Jardin du Luxembourg) varıyoruz.


22,45 hektarlık bir alanı kaplayan bahçe zamanında Lüksemburg Dükü’ne aitmiş ve ismini buradan almış. 1612 yılında araziyi satın alan ise tanıdık bir isim; Louis XIII’in annesi Marie de Medici. Gençliğini Floransa’daki Pitti Sarayı’nda geçiren Medici’nin isteği üzerine park İtalyan tarzında tekrar düzenlenmiş. 19.yy’da ise Fransız tasarımı ile bir kez daha yenilenmiş.



Park içerisindeki seyyar sandalyelerden kaparak Grand Bassin diye bilinen küçük gölün üzerinde uçuşan martıları izliyoruz. Tam karşımızda ise Lüksemburg Sarayı (Palais du Luxembourg) duruyor. Park içerisinde güzel çeşmeler de bulunmakta.

Sen Nehri üzerinde birçok önemli köprü bulunuyor. Üzerine asılan yüzlerce asma kilitleriyle ünlenen Sanat Köprüsü’ne (Pont des Arts) çıkıyoruz. Köprüden karşıya geçsek bizi Louvre Müzesi karşılayacak ama ona başka bir gün daha fazla zaman ayıracağız. Nehir boyunca yürüyerek Orsay Müzesi’ne (Musee d’Orsay) ulaşıyoruz.



Paris demek aşk demek, romantizm demek ama bizim için en çokta sanat demek. Roma’dan bile kirli sokakları ve keşmekeş hayatlarıyla zaten ilk izlenimimiz hayal kırıklığından ibaret idi. Kendimizi sanata verelim diyerek bu zaafını kapatmasını ümit ediyoruz.

Tren garından bozma bir müze olan Orsay’ın giriş ücreti kişi başı 11 Euro. Yapının imalatında 12.000 ton metal kullanılmış ve bu miktar Eyfel Kulesi’nde kullanılandan bile fazlaymış. Paris’in iki numaralı müzesinde keyifli vakit geçiriyoruz ve sergilenen 2300 civarı resim, 1500 civarı heykel ve 1000’i aşkın diğer önemli eserden görebildiğimiz kadarını tadını çıkarıyoruz.




Orsay Müzesi günün yarısını yedi. Akşamüstü Paris’te en güzel nerede geçer diye düşünüyoruz ve Concorde Meydanı (Place de la Concorde) ile III. Alexandre Köprüsü (Pont Alexandre III) üzerinden Eyfel Kulesi’ne gitmeye karar veriyoruz.

Concorde Meydanı, Şanzelize Caddesi’nin doğu çıkışında yer alan, Paris’in en büyük ve bilinen meydanıdır. Fransız Kralı Louis XVI, Marie Antoinette ve diğer birçok kişi giyotin ile bu meydanda idam edilmiştir. Tuileries Bahçeleri’ne (Jardin du Tuileries) komşu olan meydanda bir de büyük obelisk bulunuyor.



Pont Alexandre III, Art Nouveau tarzı lambaları, melekleri, kanatlı atlardan oluşan süsleriyle Paris’in en güzel köprüsü unvanını almış. Sen Nehri üzerinde, altı metre yüksekliğindeki tek aralıklı bir çelik kemerden oluşan köprü, yapıldığı dönem için tam bir mühendislik harikası. Köprünün diğer yakasında gördüğümüz gösterişli yapı Palais Royal oluyor. Ziyarete açık olmayan 17. yüzyıl sarayının avlu ve bahçe kısımları gezilebilir.



Eyfel Kulesi etrafındaki akşam kalabalığının tadını çıkardıktan sonra ünlü Şanzelize Caddesi’ne (The Avenue des Champs-Elysees) gidiyoruz. Paris’in en prestijli caddesinde dünyaca ünlü markaların mağazaları, lüks kafeteryalar, birbirinden pahalı arabalar birbiriyle yarışıyor.




16.yy’da Şanzelize’nin bulunduğu alan Paris’in merkezinde sadece tarlaların olduğu bir yermiş. 18. ve 19. yüzyıllarda gelişen cadde 1900’lü yılların başında metro hattının da gelmesi ile iyice popüler olmuş. Concorde Meydanı’nda başlayan caddenin diğer ucunda Zafer Takı (Arc de Triomphe) bulunuyor.

Paris’in simgelerinden olan takın inşasına 1806 yılında Napoleon’un emri ile başlanmış. Dileyenler ücretli olarak takın tepesine çıkıp Şanzelize’yi doyasıya izleyebilir. İlk günümüzü Zafer Takı’nda sonlandırıyor ve metro ile eve dönüyoruz. Tek kullanımlık metro biletleri 1,70 Euro olmasına rağmen ‘carnet’ adı verilen onluk toplu biletin fiyatı 13,70 Euro.

22.GÜN: PARİS – DISNEYLAND – PARİS

Bugün Disneyland’a gideceğimiz için hepimiz heyecanlıyız. Önce ulaşımdan bahsedeyim.  Disneyland’a ulaşım için farklı seçenekler mevcut ama biz en kolayı olan metro-tren kombinasyonunu seçtik. Herhangi bir metro istasyonundan Disneyland için tren bileti (7.5 Euro/tek yön) alabilirsiniz. Disneyland treni, Chatelet les Halles’ten kalkıyor ve aldığınız bilet bu durağa kadar kullanacağınız metroyu da kapsıyor. Aynı şekilde Gare du Nord’dan da gidebilirsiniz. Disneyland’a giden tren, kırmızı hatlı RER A ama her RER A Disneyland’ın bulunduğu Marne-la-Valle – Chessy durağına gitmiyor. Yanlışlıkla Boissy-Saint-Leger durağına gitmeyin. Şurada resimler ile güzelce anlatılmış. http://www.travellingwithnikki.co.uk/2014/01/GareDuNordToDisneylandParisByRER.html

Ulaşım bir saatten biraz fazla sürüyor ve gardan çıkar çıkmaz çok kısa bir sürede Disneyland’ın ana giriş kapısına varıyoruz. Bu kapıda bilet kontrolü yapılmıyor ve eğer çantanız yoksa ilgili bölümden hızlıca geçip içeri girebilirsiniz. Biz boşu boşuna çantalılar ile beraber sıra beklemişiz.

İlk kapıdan içeri girdiğinizde iki seçenek var daha doğrusu iki farklı park. Bir günlük ve iki parkı da kapsayan biletlerden aldık o yüzden şöyle bir plan yaptım. Öğlene kadar Walt Disney Studios Park’taki oyuncakları gezeceğiz, öğleden sonra ise daha büyük olan Disneyland Park’a geçerek kapanış saatine kadar burayı gezeceğiz.



Walt Disney Studios Park’ın girişinde, çıktısını aldığımız biletlerimiz kontrol ediliyor ve içeri adım atıyoruz. Disneyland’da yetişkinlere hitap eden belli oyuncaklar var ve bizim gibi kısıtlı zamanınız varsa gitmeden evvel araştırma yapıp hangilerini göreceğinizi saptamanız önemli.

Parklara girmeden evvel fastpass olayından bahsedeyim. Rağbet gören oyuncaklarda genel olarak sıra oluyor ve bu durumu kolaylaştırmak için bir sistem yaratmışlar. En popüler oyuncakların girişlerinde fastpass makineleri var ve bu makinelere Disneyland biletinizi okutarak fastpass bileti alıyorusunuz. Fastpass makinesi size o oyuncağın yoğunluk durumuna göre ayrı bir bilet veriyor ve bilette yazan yarım saatlik dilim içerisinde fastpass gişesinden sıra beklemeden giriş yapıyorsunuz. Bir oyuncağa fastpass bileti aldıktan sonra belirtilen saat gelmeden bir diğerini alamıyorsunuz.

Şimdi bu noktada şöyle bir sıkıntı yaşadık. Yazıcı çıktısı şeklinde olan A4 boyutlu biletler için de fastpass makineleri var ama elimizdeki biletleri barkot okuyucuya okutmak mümkün olmadı. Öğleden sonra ikinci parka geçerken bu durumu görevliye anlattık ve görevli bize kartvizit boyutlarındaki günlük biletlerden verdi. Bu biletleri kullanarak fastpass gişelerinden kolaylıkla biletlerimizi alarak zamanı daha verimli kullandık.

İlk durağımız hepimizin çokça merak ettiği ‘Twillight Zone Tower of Horror’ oldu. Fastpass işini beceremeyince yarım saati aşkın bir süre bekledik. Tam oyuncağa binecekken teknik bir arızadan dolayı durduruldu ve yaklaşık bir saatimiz çöpe gitti.

Vakit kaybetmeden Aerosmith temalı Rock’n Roller Coaster’a geçtik. Bekleme odasında bizi Mick Jagger ve saz arkadaşları karşıladı. Platforma giriş yaptığımızda ise bizden önce gelenlerin trene binişlerini izlerken ağzımız açık birbirimize bakıyorduk. Rock’n Roller Coaster, kapalı bir tüp içerisinde yüksek hızlı, kısa süreli ve şok etkisi veren bir roller coaster. Üçten geri sayım başladığında trenimiz yayında gerilen bir ok gibi geri çekiliyor ve anlık bir ivmelenmeyle roket gibi fırlıyor.



Elimiz ayağımız boşalmışçasına iniyoruz trenden. İstemsizce gülüyor herkes birbirine bakarak. Hiç hız kesmemek için Crush’s Coaster’a geçiyoruz. Bu oyuncak benim gibi roller coaster’da sınırı olmayan birini bile rahatsız etti. Tren bir yandan rayda hızlıca ilerlerken üzerindeki platform da kendi ekseninde yuvarlaklar çiziyor. Zifiri karanlıkta da olunca biraz mideme dokundu sanırım ama gene de güzeldi.

Dönüyoruz ‘Twillight Zone Tower of Horror’a. Büyük bir asansör düşünün, şöyle 4-5 sıra halinde 20 koltuğu falan olsun. 60 metre yüksekliğe çıktığında halatları kopsa ve yere çakılmak üzere hızla aşağıya düşmeye başlasanız ne hissederdiniz?

1997 yapımı Tower of Terror filminin birçok sahnesinin çekildiği platform artık bu tecrübeyi yaşatıyor size. Bekleme salonundaki ilk giriş anından asansör sırası beklediğiniz kazan dairesine kadar her detay harika. Sizi yönlendiren bellboylar bile sürekli bir tiyatro oyunu içerisinde. Kesinlikle bir kereden fazla binilmeyi hak ediyor. Biz ikinciye binemedik ve çok içimizde kaldı.




Sabahki problemden ötürü kaybettiğimiz vakit yüzünden Armageddon filmi temalı ve aynı isimli oyuncağa binmekten vazgeçiyoruz. Walt Disney Studios Park’taki Moteurs gösteri alanında ise öğle saatlerinde dublör şovları sergileniyor. Bizim bulunduğumuz tarihlerde gösteri yoktu. Ayrıca bazı oyuncaklar belli günlerde bakım amacıyla servis dışı olabiliyor. Gitmeden evvel Disneyland resmi sitesinden kontrol etmeyi unutmayın.

Öğle saatleri itibariyle Disneyland Park’a geçiyoruz. Fastpass ile alakalı sıkıntımızı görevliye anlatarak yeni biletlerimizi alıyoruz. Keşke daha evvel sorsaydık, boşuna vakit kaybetmezdik.

Disneyland Park dört farklı tematik parktan oluşuyor. Giriş kapısından sonra soldan başlayarak ve saat yönünde olmak üzere Frontierland, Adventureland, Fantasyland ve Discoverland. Bizde zaten bu sırayı takip edeceğiz.

Giriş kapısından ana meydana kadar uzanan cadde hepimizi çocukluğumuza götürüyor. Neşeyle ilerliyoruz ve bir tek pamuk şekerlerimiz eksik.




İlk parkımız Frontierland’ın en popüler oyuncağı olan, Big Thunder Mountain isimli bir açık hava roller coaster’ına gidiyoruz. Fastpass ile yarım saat sonrasına bilet alarak Phantom Manor’a yöneliyoruz. Burası bir perili köşk ve nihai amacı sizi korkutmak olacak. Bekleme odasındaki hoş geldiniz faslının ardından trene biniyor ve bu pekte korkutucu olmayan köşkte keyifli dakikalar geçiriyoruz.



Big Thunder Mountain sıramız gelmiş. Disneyland Park’ta bütünüyle açık havada olan iki roller coaster var ve bunlardan büyük olanındayız. Çok hızlı olmasa da gerekli adrenalini veren bu roller coaster’dayken tüm parkı yüksekten izleme şansımız oluyor.



Adventureland’e geçiyoruz ve yolumuzun üstünde Le Cabane des Robinson ve Adventure Isle isimli oyuncaklar var. Pek enteresan olmasalar da dekorlarından ötürü ziyaret ediyoruz. Bize roller coaster lazım!

Pirates of the Carribean’a geçiyoruz. Karayip Korsanları filmi temalı oyuncak hızlı bir roller coaster değil ama dekorları tek kelimeyle harika. Zaten su içerisinde mağaralarda ilerleyen kayığınızın etrafındaki atraksiyonu izletmeye dayalı bir oyuncak olmuş ve kesinlikle ziyaret edilmeyi hak ediyor.



Adrenalini arttırmak lazım artık. Frontierland’ın ağır topu Indiana Jones’dayız. Aynı isimli filmden bir seti andıran roller coaster, Disneyland’da açık havada 360 derecelik tepetaklak dönüş yapan oldukça hızlı ve etkili bir oyuncak.

Indiana Jones’un yarattığı bomba etkisinin ardından Fantasyland’deki Peter Pan’s Flight’a geçiyoruz. Havada uçan teknemizin içerisinden Peter Pan ve arkadaşları ile tanışıyoruz. Eğlenceli bir oyuncak olsa da vakit sıkıntınız varsa Peter Pan’s Flight’ı pas geçebilirsiniz.

Storybook Land Canal Boats’ta keyifli dakikalar geçirdikten sonra Pinocchio’s Fantastic Journey’de çocukluğumuza dönüyoruz.

Daha çok çocuklara yönelik ‘It’s a Small World’ isimli bir oyuncak da vardı ama bakım nedeniyle kapalıymış. Açık olsa ona da binecektik.

Sakin geçen Fantasyland’in ardından adrenalini bol Discoverland’e geçiyoruz. Discoverland’e girer girmez karşımızda bulunan Space Mountain’in treninin bir roket gibi fırladığını görüyor ve koşa koşa sıraya giriyoruz.



Çoğunlukla zifiri karanlıkta ilerleyen Space Mountain, insanın limitlerini zorlayacak cinsten bir roller coaster. Rampa yukarı hızlı bir çıkıştan sonra helezonik hareketler yapan trenin içerisinde G kuvvetine meydan okuyorsunuz.

Biraz fazla kasmışım kendimi sanırım. Boynum ağrıyor Space Mountain’dan indiğimde ama tekrar binebilmek için fastpass bileti alıyoruz. Berna’ya bir sefer yetmiş ve Batuhan ile beraber bineceğiz. Sıra beklerken Buzz Lightyear’a gidiyoruz. Çizgi film karakteri Buzz’un sizi karşıladığı oyuncakta çeşitli hedefleri vurarak puan kazanmaya uğraşıyorsunuz.



Space Mountain’a tekrar binmeden evvel Star Tours isimli oyuncağa gidiyoruz. 6D sinema olarak özetleyebileceğim oyuncak tüm gün boyunca tecrübe ettiklerinizin yanında kesmeyebilir sizi.



Bir şeyler atıştırdıktan sonra en beğendiğimiz oyuncaklara tekrar binmeye karar veriyoruz. Bu arada Jules Verne’in ‘Denizler Altında 20.000 Fersah’ adlı romanı temalı ‘The Mysteries of Nautilus’u geziyorum. Adı geçen romanı okuduysanız iki dakika ayırmanıza değer.

Bu arada Disneyland Railroad isimli bir tren var ve dilerseniz yarım saat boyunca tüm parkın etrafında turlatıyor sizi. İkinci Space Mojntain seferinin ardından beğendiğimiz oyuncaklardan olan Big Thunder Mountain’a tekrar biniyoruz. Ardından Indiana Jones’a geçiyoruz.

Kapanış saatinin yaklaşmasından dolayı çoğu insan ana meydanda toplanmış ve kapanış gösterisi için yer kapmaya çalışıyor o nedenle çoğu roller coaster boş. Indiana Jones’a ardı ardına üç defa en ön koltukta binerken bu heyecana kalbi dayanmayan Berna bizi çıkışta bekliyor. Başımız dönmeye başlayınca yeter artık diyerek ana meydandaki kapanış gösterisine gidiyoruz.



Eşsiz ışık oyunları ve eğlendirici müzikler ile süslenen kapanış gösterisi günün güzel bir anısı oluyor ve evimize gitmek için Paris’e dönüyoruz.

23.GÜN: PARİS

Paris’teki son tam günümüzü ilk gün fırsat olmayan yerlere harcayacağız. Batuhan dinlenmek istiyor ve Berna ile Montmartre Tepesi’ne çıkıyoruz.

Montmartre Tepesi, Paris’in kuzeyinde bulunan ve 130 metre yüksekliğiyle tüm Paris’i izleyebileceğiniz ünlü bir tepesidir. Ressamlar Tepesi olarak ta bilinmesinin sebebi, eskiden Picasso, Dali, Monet, van Gogh ve Modigliani gibi ünlü ressamların zaman zaman burada çalışmış olmalarındanmış.



Tepeye isterseniz yürüyerek isterseniz 2 no’lu mavi hattaki Anvers metro istasyonunun yakınında bulunan füniküler ile ulaşabilirsiniz. Yürümek isterseniz yol boyunca etrafınızı sarıp her türlü sırnaşıklığı yapacak zenci satıcılara dikkat. Montmartre’nin en dikkat çekici yapısı olan Sacre Couer Bazilikası’na (Basilique du Sacre-Couer de Montmartre) çıkıyoruz kısa sürede.



Hz.İsa’nın kutsal kalbine adanan kilise, 1875-1914 yılları arasında inşa edilmiş. Beyaz bir gelinliği andıran Sacre Couer’un içerisinde inşaat safhasında yardımı bulunan kardinal ve piskoposların mezarları görülebilir.

Biz Montmartre’yi çok sevdik. Ayrı bir havası var buranın ve herkes çok rahat. Ara sokaklara girerek karakalem portre çizen ressamları izliyoruz. Ardından seyyar standlarda sergilenen ürünlere göz atıyor ve bir sokak satıcısından kahvaltılık alarak atıştırıyoruz.





İki gündür dibinde olup ta neden daha evvel gelmemişiz Montmartre’ye? Gece dönmek üzere vedalaşıyoruz. Yürüyerek Paris’in ünlü kabaresi Moulin Rouge’in önünden geçiyoruz. Dünyanın en eski kabaresi olan 120 yıllık mekân, Frank Sinatra, Lisa Minelli, Ginger Rogers ve Edith Piaf gibi ünlü isimleri de ağırlamıştır.



Fazla oyalanmadan Louvre Müzesi’nin yolunu tutuyoruz çünkü biliyorum ki Louvre, gez gez bitmeyecek. Kişi başı 12 Euro ücreti olan müzede audio guide almak isterseniz 5 Euro daha ödüyorsunuz. Şu ana kadar gördüğüm en kral audio guide buradaydı. LCD ekranlı Nintendo marka cihazın içine bir de GPS yerleştirmişler ki siz nereyi gezerseniz otomatik olarak o bölümü görseller ve yazılı olarak ta destekleyerek anlatıyor.



Avrupa’nın en önemli müzelerinden olan Louvre’u gezmeye ne yarım gün yeter ne de bir gün. Müzenin tarihinden ya da içerisindeki eserlerden de bahsetmiyorum çünkü ona da bu sayfa yetmez. Siz internetten etraflıca okuyun. Yalnız Mona Lisa’nın önünde, tablo ile selfie çekmeye çalışan botokslu Rus hatunların ağzına bir tane yapıştırasım geldiğini söyleyeyim.




Müzeden çıkınca Batuhan ile buluşuyoruz. Garibim iki haftadır saç traşı olmak istiyor ama ne İtalya’da ne de İspanya’da 30 Euro’dan aşağı berber bulamadı. Bizim zenci mahallesinde kaldığımız sokakta birkaç berber vardı ve sabah traş olmuş birinde 10 Euro’ya. Rastalı saçlı, bol dövmeli ve Bob Marley kılıklı berberiyle pek iyi anlaşmışlar.

Akşam yemeğinin ardından kapanışı Eyfel Kulesi’yle yapıyoruz. Nedenini hatırlayamadığım bir şekilde online bilet alamamıştım ve bir saatten fazla sıra bekliyoruz. Kulenin ayağında 9 Euro’ya bilet alıyorsunuz ve bu bilet sizi ara kata çıkarıyor. Tepeye çıkmak istiyorsanız 6 Euro daha karşılığında 300 metre yükseklikten tüm Paris’i izleme şansına sahip oluyorsunuz.


1887-1889 yılları arasında dünya fuarı için Gustav Eiffel tarafından inşa edilen kulenin, çirkin bulunduğu için yıkılması gündeme gelmiş. 1909 yılında ise telgraf anteni olarak kullanılması nedeniyle yıkımdan vazgeçilmiş.



Paris’in en çok ziyaret edilen ve fotoğraflanan noktası olan Eyfel’i senede 7 milyon kişi ziyaret ediyor. Bacasız sanayi dedikleri bu olsa gerek.

Gece saatlerinde Montmartre’ye dönüyoruz. Günlerden cumartesi olması sebebiyle bölge oldukça kalabalık. Fünikülerin merdivenleri ve etrafındaki barlarda adım atmak mümkün değil neredeyse. Kasa kasa birasını kapan merdivenlere çökmüş bir yandan çalıyor diğer yandan söylüyorlar. Sacre Couer’e yakın bir barda oturarak dolunay eşliğinde biralarımızı yudumluyoruz. Bir daha Paris’e dönersem ilk ziyaret edeceğim yer kesinlikle Montmartre Tepesi olacak.



Paris gezimiz boyunca önemli bir turistik nokta olan Versay Sarayı’na gitmediğimizi fark etmişsinizdir. Hem kısıtlı vakit olduğundan hem de saray şehrin dışında kaldığından fırsat olmadı. Zaten tüm bu gezdiğimiz yerlerin üzerine Versay’a da gitseydik Roma’da yaptığımız gibi turistik gezi kartlarından alırdık. Paris Pass’ın özelliklerine ve fiyatlarına buradan bakabilirsiniz: http://www.parispass.com/

 24.GÜN: PARİS – BRÜKSEL – BRUGGE

Paris biraz hayal kırıklığı oldu bizim için. Müzelerini ve Montmartre’yi bir tarafa koyarsam pek etkilenmediğimizi söyleyebiliriz bu kirli şehirden. Belki de beklentilerimiz çok yüksek olduğundan böyle oldu, bilemiyorum.

Yarım günlük Brüksel turunun ardından Brugge’e gideceğiz. 1,5 saatlik yolculuğun ardından Brussels Centraal’e varıyoruz. Çantalar için emanet dolapları var garda. Madeni paranız yoksa gardaki kafeteryada ya da ücretli tuvalette halledebilirsiniz bu ufak sorunu.

Gardan çıktıktan kısa bir süre sonra Brüksel’in ünlü waffle’cılarından Gaufre de Bruxelles’in önünden geçerek Grote Markt’a iniyoruz. UNESCO Dünya Mirasları listesinde olan meydanda ortaçağdan esintiler mevcut.




Barok, gotik ve Louis XIV’in mimari tarzları ile yapılan meydan inşa edildiği dönemde bir yiyecek içecek pazarıymış. Bu nedenle meydanı çevreleyen sokaklara yiyecek isimleri verilmiş. 60 x 110 metre ölçülerinde olan meydandaki binalar göz kamaştırıyor.



Çok geçmeden meydana yakın konumdaki Manneken Pis’i buluyoruz. Defalarca çalınan işeyen çocuk heykelinin 17 yy’ın başlarında yapıldığı tahmin ediliyor. Açıkçası daha gösterişli bir şey bekliyorduk ve Manneken Pis’in neden bu kadar sükse yaptığını anlayamadık. 1980’lerde işeyen çocuğa bir de kız arkadaş yapmışlar ama bu heykel pek ilgi görmemiş. Bence isabet olmuş!



Erken bir akşam yemeğinden evvel St. Michael ve St.Gudula Katedrali’ni de görelim diyoruz. Belçika’nın milli kilisesi olan yapı, kraliyet ailesine ait düğün ve cenazelere de ev sahipliği yapıyor.



Brüksel’de gezilecek birkaç nokta daha var ama biz daha çok eski şehir kısmının genel havasını solumak ve yemek yemek için geldik. Brüksel’in en ünlü midyecilerinden Chez Leon’a giderek midyenin envai çeşidini deniyoruz.



Gara dönerken yolumuzun üstündeki ‘Gaufre de Bruxelles’ten waffle’larımızı alıyoruz ama gruptaki kimse bu waffle’ı beğenmiyor. Hem hamuru çok kuru hem de bitter çikolata sevmeyen biri için ideal değil. Meyveleri de pek lezzetli olmayınca zoraki bitirerek gara dönüyoruz.

Brüksel güzel ve temiz bir şehir ancak konaklamaya değeceğini düşünmüyorum. Bir saatlik yolculuğun ardından Brugge’e varıyoruz. Hostelimiz St.Christopher’s şehir merkezinin diğer yanında kalıyor ve hangi otobüse bineceğimizi bilmediğimizden yürüyoruz. Yürürken şehir merkezinde soluklanırken etraftaki muhteşem binalara dalıyor gözümüz.

St.Christopher’s oldukça sosyal bir hostel. Alt katında kendi barı ve oturma alanlarında her milletten gezginler keyifli dakikalar geçiriyor. Odamıza yerleştikten bizde katılıyoruz eğlenceye.



25.GÜN: BRUGGE

Koca bir günümüz var Kuzey Avrupa’nın Venedik’i olarak adlandırılan bu şirin şehri gezmek için. Flaman bölgesinde bulunan Brugge, kanalları ve dünya savaşlarından hasar görmeden kurtulabilen ortaçağdan kalma yapılarıyla ön plana çıkıyor. Çikolatası, elişi dantelleri ve birası da cabası…

Şehrin iki turistik meydanından ufağı olan Burg’a varıyoruz.  Burg’un en dikkat çekici binası olan Belediye Binası (Stadhuis) göz kamaştırıyor.



Ana meydan olan Markt’a geçmemiz bir dakika sürüyor. Ortaçağ döneminden beri şehrin merkezi olan meydanda, 14. yy’da Fransa’ya karşı yapılan savaşta ölen Jan Breydel ve Peter de Conink’in heykelleri var.



Markt Meydanı’ndaki binalar sanki bir masaldan çıkmış gibi ama içlerinde en önemlisi, şehrin simgesi sayılan Belfry Kulesi. Uzun yıllar boyunca yangın alarmı, politik ve dini olaylar, çalışma saatlerinin duyurulması amacıyla kullanılan kulenin uzunluğu 83 metre ve tepesine çıkmak için 366 merdiven tırmanmak gerekiyor. Merdiven ile tırmanılan kulelere sempatiyle yaklaşan bir gezi ekibi değiliz ama şehri iyice keşfettikten sonra bu kuleye çıkmadığımıza pişman olduk.



Brugge en iyi nasıl gezilir bilmiyoruz ama sokaklarında kaybolmak çok keyifli. Şehre gelmeden evvel ‘In Bruges’ isimli filmi mutlaka izlemenizi tavsiye ediyoruz. St. Salvador Katedrali’ne ilerlerken üşüdüğümüzü hissediyor ve mağazanın birinden bere alıyoruz. Eee, güneydeki o şortlu tişörtlü günler mazide kaldı. Kuzeye çıktıkça kazakları polarları çıkardık çantalardan.

10.yy’a tarihlenen katedral, şehrin ana kilisesi ve katedral statüsünü 1834 yılında kazanmış. Dışarıdan ihtişamlı gözüken katedralin içerisinde hummalı bir yenileme çalışması olduğundan pek bir şey göremedik.



Kısa bir yürüyüş ile Bizim Leydi Kilisesi’ne (Church of our Lady) ulaşıyoruz. 122 metre uzunluğundaki kuleleri ile dünyanın en uzun tuğla kuleli yapısı olan kilisenin içerisinde bulunan Michelangelo imzalı heykeller dikkat çekiyor.



Kilisenin hemen arkasında Gruuthuse Müzesi var. 15.yy’da Lord Gruuthuse’a ev sahipliği yapan müzenin bahçesinden harika fotoğraflar çekmek mümkün. Bu arada Bizim Leydi Kilisesi’nin yanında Gruuthuse Hof adında tripadvisor tavsiyeli şirin bir restoran var. Fiyatları da uygun ancak henüz akşam servisi başlamadığı için deneyemedik. Aklınızda bulunsun efendim.





Şekerlemecilerin olduğu bir sokaktan yürüyoruz ve kafamızı sağa çevirsek faytonlar, sola çevirsek kanallarda gezi yapan tekneler var. Brugge, tüm tatilimizin favori şehri olacak. Sokağın sonunda üzerinde at başı olan bir büst var. Minnewater Parkı’nın başlangıcındayız ve sağdan devam edersek köprünün arkası Begijhof. Kanal kıyısındaki kafeteryaların birinde soluklanarak kuğuları ve kuşları seyrediyoruz.



Begijhof, 1245 yılında etrafı su dolu bir kaleyle çevrilmiş olan bir yapı. 1927 yılından beri Benedikt’in Tarikatı isimli bir oluşuma ev sahipliği yapıyor. Benedikt’in Tarikatı, Aziz Benedikt’in kurallarını takip eden bir Katolik manastır tarikatıymış. Şu anda kadınlar için dini bir manastır olarak hizmet veren kompleks, beyaz binalardan oluşuyor ve UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde.


Aşk gölü olarak ta anılan Minnewater Parkı’nı ne kadar anlatsak yinede doğru tasvir edemeyeceğiz. Üçümüz de bu parkın olsa olsa fantastik bir filmden ya da bir masaldan fırlamış olacağını düşündük. Bunda sonbaharın parka vermiş olduğu etkinin de payı var.



Markt’a geri dönüş yolunda ‘Pasta Maria’ isimli ufak bir dükkân buluyoruz. Yemek servisi yapan amca biraz suratsız olsa da trüf mantarlı makarna enfesti. Otele dönmeden evvel hediyelik çikolata alışverişi yapmamız lazım. Tercihimizi Dumon’dan yana kullanıyor ve karışık paket yaptırıyoruz. 1 kg’lik kutular yanlış hatırlamıyorsam 25 Euro idi.



26.GÜN: BRUGGE- AMSTERDAM

Hostelin önünde durak varmış ve otobüs ile (2 Euro/bilet) gara giderek Amsterdam trenine biniyoruz. 3,5 saatlik yolculuğun ardından öğleden evvel varıyoruz Amsterdam’a. Hotel Pax’ı bulmaya çalışırken Dam Meydanı’ndan geçiyoruz. Yılda iki defa bu meydana lunapark (Kermis Funfair) kurulurmuş ve 10 gün boyunca festival havasında geçermiş. Biz de hiç sevmeyiz ya böyle şeyleri!



Otele çantaları atar atmaz doğru Dam Meydanı’na. Yemek standlarının birinden sandviç alıyor ve etrafı izliyoruz. Uzun ikna çabalarım sonucu Batuhan’ı Katapult isimli oyuncağa binmeye ikna ediyorum. İki tarafından gerdirilen halatlara bağlanmış top şeklindeki çelik kafes, bir anda gökyüzüne fırlıyor ve ardından tepetaklak olmasıyla beraber Amterdam’ın bir yerini tersten görüyoruz.



Festival alanında bize hitap edebilecek diğer oyuncak ise ‘Booster Maxx’ isimli akıllı insan işi olmayan bir alet. Batuhan’ı buna da ikna edebilmem biraz zaman alacak.

Amsterdam’ın tarihi, 13.yy’da buraya gelen maceraperestlerin şehri inşa etmeye başlamasıyla ufak bir balıkçı kenti olarak başlar. 15.yy’da büyük bir Yahudi göçü alır ve şehir zenginleşmeye başlar. Bu zenginleşmenin devamı olarak dünyanın ilk çok uluslu şirketi olan ‘Doğu Hindistan Şirketi’nin gelişiyle altın çağlarını yaşamaya başlar. Şehirdeki kanal ve köprülerin çoğu bu dönemde inşa edilir.



Yıllık 4 milyon turist çeken şehirde herkese hitap eden bir şeyler var. Venedik’ten sonra bir gün daha ayırmadığımız için pişman olacağımız ikinci şehir Amsterdam olacaktı.



Amsterdam Çiçek Pazarı (Bloemenmarkt) üzerinden Rembrant Meydanı’na (Rembrantplein) gidiyoruz. Bloemenmarkt’ın en dikkat çeken özelliği dünyanın tek yüzen çiçek marketi olması. 1862 yılında pazar kurulduğunda, çiçekler kanallar yoluyla şehre getirilmekteydi ve pazarı su üstünde organize etmek daha kolaydı. Günümüzde şehre halen her gün taze çiçekler getirilmektedir ancak karayolu ile. Satış yerleri kanalın üstündedir ancak sabitlenmiştir.

İsmini ünlü ressam Rembrant van Rijn’den alan Rembrant Meydanı’nda bir zamanlar günlük ürünler satılırmış ve ismi ‘tereyağı pazarı’ anlamına gelen Botermarket imiş. Meydanda Rembrant’ın heykelini de görebilirsiniz.



Sıradaki durağımız Amsterdam’ın bir diğer ünlü meydanı olan Leidseplein oluyor.  Gece hayatı ve alışveriş olanakları ile ünlü olan meydanın ayrılmaz bir parçası ise sokak sanatçıları.

Şimdi Amsterdam’da malumunuz şu kek, mantar vs. olayları var. Daha doğrusu her nane var da biz bunlar ile ilgileniyoruz. Leidseplein’deki Bulldog Coffeshop’tan kekleri (7 Euro) alıp cebe atıyoruz. Bu tip yerlere girişte yaşınızı belirten bir kimlik belgesini göstermek zorunda olduğunuzu belirteyim. Otele dönünce bakarız ne menem bir şeymiş şu sihirli kek.

Kısa bir sürede Museumplein Meydanı’na varıyoruz. Meydanda en çok fotoğraflanan obje bir bina ya da anıt değil, meşhur kırmızı beyaz renkli ‘i amsterdam’ yazısı. Biz de âdete uyduktan sonra yürüye yürüye otele dönüyoruz.



Amsterdam’ın oldukça gelişmiş bir tramvay sistemi ve toplu taşıma için de kullanılan kanalları var ama bulunduğumuz süre içerisinde bunları hiç kullanmadık. Şehrin keyfine doyasıya varmak için sizin de aynısını yapmanızı tavsiye ederim.

Kekleri alırken alkol ile tüketmememiz gerektiğini ve diğer dikkat edilecek hususları anlatmıştı bize arkadaş. Bende biliyorum zaten alkol ile sakat olduğunu ama ipin ucunu biraz kaçırdığımı Red Light District’te bir pubda otururken fark ettim. Ben ettim siz etmeyin efendim!

27.GÜN: AMSTERDAM

Allah’tan bugün gezeceğimiz yerlerin biletlerini dün sabah online almışım yoksa o kafayla hayatta beceremezdim. İlk olarak Hollanda Ulusal Müzesi olan Rijksmuseum’da alıyoruz soluğu.



Giriş ücreti 15 Euro olan müze için aldığınız online biletleri akıllı telefonunuz vasıtasıyla gişedeki görevliye okutmanız yeterli. https://www.rijksmuseum.nl/en/tickets

1800 yılında Hague’da kurulan müze, sekiz sene sonra Amsterdam’a taşınmış. Nisan 2013’te, 375 milyon Euro’luk bir harcamanın ardından son halini alan müzede 8000 parça sanat ve tarih eseri bulunuyor.

Porselen ve cam işleri, ahşap kadırga modelleri ve eski silahlar en çok ilgimizi çeken eserler oldu. Müzede, Osmanlı ile Hollanda ilişkilerinin ‘Batı’nın gözünden Türk dünyası’ teması ile sergilendiği ufak bir bölüm de var.



Rijksmuseum’u gezerken saati unutmuşuz. Bugün günlerden Çarşamba ve Museumplein’ın diğer ucundaki Concertgebouw’da ücretsiz öğle konseri var. 12:30’da başlayacak olan konsere yarım saat kala kuyruğa giriyoruz ama geç kalmışız. Yılda ortalama 800 konserin düzenlendiği ve 850.000’den fazla ziyaretçiyi ağırlayan salonda bir arkadaşa bakıp çıkacaktık hâlbuki.



Boynumuz bükük Van Gogh Müzesi’ne gidiyoruz. Van Gogh ve çağdaşlarına ait eserlerin sergilendiği müze Hollanda’nın en çok ziyaret edilen, dünya sıralamasında ise 31.basamakta olan bir müzeymiş.

Ünlü ressama ait 200 resim, 500 çizim ve birçok önemli eserin sergilendiği müze 1973 yılında kurulmuş. Sıra bekleyecek vaktim yok derseniz biletleri online alabilirsiniz. https://tickets.vangoghmuseum.com/?_ga=1.77923796.1306518435.1408204109

Bu kadar sanat yeter, biraz da eğlenmek lazım. Museumplein’den ayrılmadan evvel meydanda bulunan ‘Food Crib’ isimli seyyar fast food restoranında bir şeyler atıştırıyoruz. Her daim oradalar mıdır bilemiyorum ama yakalarsanız leziz sosisli sandviçlerini deneyin.

1867 yılında Heineken bira fabrikası olarak kurulan bina, 1998 yılında ulusal bir müze haline getirilerek ‘Heineken Experience’ ismini almış. Museumplein’e uzak değil, en fazla on dakikalık yürüme mesafesinde diyeyim.



Heineken’in zengin bira işleme yöntemi ve imalat safhalarına birebir şahit olabileceğiniz müze çok eğlenceli. Kapıda 18 Euro olan biletler internet sitesinden alırsanız 16 Euro’ya patlıyor. http://www.heineken.com/global/heineken-experience/tickets.aspx


Hem eğlenceli bir şekilde bira imalatı hakkında bilgilendirilip giriş ücreti dâhilinde olan ikramlardan faydalanıyorsunuz, hem de müze turunun ardından yarım saatlik ücretsiz kanal turuna katılıyorsunuz. O da yetmedi bir de hediye Heineken bardağı veriyorlar size, daha ne olsun?



Akşam yemeği için Cafe de Klos’u buluyoruz. Bazı restoranlar vardır hani ufak, kendi halinde, çok kişinin bilmediği ama insanı kendinden geçirir. Kerkstraat 41 numaradaki Cafe de Klos’a hele bir uğrayın.

Birer kaburga ve kuzu kol söyleyin, yanında zaten fırında patatesi, salatası ve iki çeşit sosu da geliyor. Ondan sonra bana bir teşekkür edersiniz artık.



Burası zaten ufacık bir yer olduğundan saat 18:00 gibi gitmenizi öneririm çünkü geç kalırsanız kuvvetle muhtemel sıra bekleyeceksiniz. Bizim şansımıza dışarıda boş masa vardı. Sahibi biraz sevimsiz ama boş verin gitsin. Mekân dolu ise çokbilmiş amca sizi sokağın karşısındaki bara gönderip orada bir şeyler içip beklemenizi isteyebilir. Karşıdaki mekân da aynı elemanın, ona göre!

Bir restoran üç paragraf anlatılır mıymış? Daha fazla anlatamam zaten gidip denemeniz lazım.

Günün kapanışını Red Light District’te yapıyoruz. Amsterdam diyince ilk akla gelen yerlerden biri olan bölgeyi anlatmama gerek yok. Fotoğraf çekmenin yasak olduğunu unutmayın. Red Light’ın genel olarak çok güvenli olduğunu söyleyebilirim. En ücra sokaklarına kadar girip çıktık.

28.GÜN: AMSTERDAM – DÜSSELDORF

Son günümüze Dam Meydanı’nda başlıyoruz. Batuhan’ı sonunda ikna ediyorum ve ‘Booster Maxx’ sayesinde bol adrenalinli başlıyoruz güne. Tüm Amsterdam’ı 60 metre yükseklikten tepetaklak izlemek değişik bir deneyim oldu.



Dam Meydanı’nda ‘Simit Sarayı’ varmış nasıl görmediysek daha evvel. İnce belli bardakta çayı ve simiti görünce hücum ediyoruz içeri. Malum, neredeyse bir aydır gurbet ellerdeyiz ve bu sürpriz çok hoş oldu.

Meydanda ünlü Madame Tussauds Müzeleri’nin Amsterdam şubesi var. Londra’da ziyaret ettiğim müzenin bir de buradaki şubesini görelim diyoruz. Madame Tussauds’un biletleri biraz pahalı ama ucuza almanın bir yolu var.

Giriş ücreti 22 Euro olan müzede belli dönemler ve zaman dilimleri için ucuz biletler var. Örneğin bizim bulunduğumuz tarihlerde sabah 09:30-10:30 arasında müzeye giriş yapabileceğiniz biletlerin fiyatı kişi başı 12 Euro idi. O yüzden müzenin kapısına gitmeden evvel internet sitesine bakmakta fayda var. Balmumu heykelleri müzesine olan ziyaretimiz iki saat kadar sürüyor. http://www.madametussauds.com/Amsterdam/en/KoopKaartjes/default.aspx




Akşam Düsseldorf’a geçeceğiz ama gezilecek bir iki yer daha var. II. Dünya Savaşı sırasında Anne Frank ve ailesinin iki yıl boyunca saklandığı evi görmeye gideceğiz. Bu müze, küçük Anne ve ailesi ile van Pels ailesinin ve Mr.Pfeffer’in Nazilerden saklandığı günlerde kullandıkları evdir.

Küçük kızın günlüklerinde derlenen ‘Anne Frank’ın Hatıra Defteri’ isimli kitabı okuyup, belgeselini izleyip bu müzeye mutlaka gidin. Online bilet alacaksanız şöyle bir durum var. İnternet sitesinden satılan biletler limitli ve bazen bir iki gün sonrasına bilet olmayabiliyor. Bu yüzden bir saatten fazla sıra bekledik. Kapıdaki bilet fiyatı kişi başı 9 Euro idi ama internette 1-2 Euro fark edebilir.

Anne Frank Evi’nden çıkıp kanalın karşısına geçtiniz mi Jordaan bölgesine girmişsiniz demektir. Bu bölge, 17.yy’da işçi sınıfı ve göçmenler için inşa edilmiş. O dönemde fakir ailelerin bakımsız evlerde yaşadığı bir yer olan Jordaan, günümüzde sanat galerileri, mağazalar ve restoranları ile ziyaret edilesi bir bölge.



Amsterdam’a kadar gelip de peynir almadan dönmek olmaz. Şehir turumuz esnasında, özellikle turistik noktalarda peynir dükkânları ve hatta peynir dükkânı zincirleri görmüştük. Lokasyon turistik olunca fiyatı da öyle oluyor o yüzden ben size farklı bir yer önereyim. Çok bildiğimden değil, bende başka bir blogdan buldum.



Runstraat 7 numaradaki Kaaskamer isimli peynirciyi bulun ve benden selam söyleyin. Her çeşit peyniri bulabileceğiniz dükkanda 350-400 gramlık paketler genel olarak 6-7 Euro arasında fiyatlandırılıyor. http://www.kaaskamer.nl/

İki buçuk günde bayağı iyi gezdik Amsterdam’ı ama dediğim gibi bir günümüz daha olmalıydı. Gezilecek yerler bitse bile tüm gün kanalların arasında dolaşmak, boş boş Amsterdam sokaklarında gezmek bile çok keyifli olurdu. Turistik noktalardan sadece Vondelpark’ı göremedik sanırım.



Üç saatlik yolculuğumuzun ardından 23:00’a doğru Düsseldorf’a varıyoruz. Koca bir ayın ardından ev ortamı ve ev yemeklerini ne kadar özlemişiz.

29.GÜN: DÜSSELDORF

Bir aydır sabah erken kalkmalı ve tempolu gezinin yorgunluğu çıkıyor. Zaten Paris’teyken Eyfel’in tepesinde gece vakti öyle bir rüzgâr yedik ki şifayı kapmıştık. Öğlene kadar dinlenerek yarım günlük Düsseldorf turu yapmaya karar veriyoruz.

Geziye şehrin kalbinin attığı Altstadt bölgesinden başlıyoruz. Burada yüzlerce kafeterya, restoran ve bar bulunuyor. Daracık sokakları dolaştıkça karşımıza güzel binalar, parklar ve bahçeler çıkıyor.



Şehrin en renkli meydanı ise Carlsplatz. Ortasında kurulu pazarda çiçek, şekerlemeler ve sebze satışı yapılıyor.



Dünyaca ünlü markaların ve butiklerin yan yana sıralandığı Königsallee, ortasından geçen kanalıyla da iddialı bir görünüme sahip. Cadde boyu yürürken birkaç yan sokağa saparak Kö Galerie’yi görmekte fayda var.



Şehri biraz yüksekten görmek isteyenlerin uğrak noktası, 240 metre yüksekliğindeki Rhine Kulesi ama biz Ren Nehri kıyısındaki mekânların birinde oturarak Düsseldorf’un yerel birası olan ‘Alt Bier’i denemeye karar veriyoruz.



30.GÜN: DÜSSELDORF – KÖLN – DÜSSELDORF

Köklü bir tarihe sahip olan Köln’ün bir numaralı turistik noktası hiç şüphe yok ki Duomo di Colonia yani Köln Katedrali. İlk olarak Milano Katedrali’nden büyük olduğunu düşünsem de sonradan öğreniyorum öyle olmadığını. Bu yanılgıya düşmemin sebebi, 157 metrelik kulelerinin ihtişamına aldanmam oldu.

Yapımı 632 yıl süren katedral, 1880 yılında hizmete girmiş. Kuzey Avrupa’daki en büyük ibadethane olan gotik tarzlı yapıdan etkilenmemek mümkün değil.


Kısa bir yürüyüş ile I. Dünya Savaşı’ndan evvel inşa edilmiş olan Hohenzollern Köprüsü’ne varıyoruz. İtalya genelinde görmeye alışık olduğumuz köprü üzerine asma kilit takma adedi burada da geçerli. 2. Dünya Savaşı sırasında havaya uçurulan köprü, hemen ardından yeniden yapılmış.



Eski şehir (Altstadt) bölgesinde gezerek Hohe Sokağı’na giriyoruz. Şehrin en eski ve kalabalık sokağı olan tarihi Hohe Sokağı’nda iğne atsam yere düşmeyecek.

İşlek bir meydanda karnımızı doyurmak için bir restorana oturuyoruz ve Köln’ün yerel lezzetleri arasında bulunan şnitzelini deniyoruz. Derken meydan bir anda karışıyor ve masalar, sandalyeler havada uçuşuyor.



Köln ile Borussia Dortmund’un maçı varmış bugün ve yenilgiyi hazmedemeyen misafir takım taraftarları alkolü de biraz fazla kaçırınca ortalık bir anda karıştı. Beş dakika geçmeden meydana en az on polis arabası ve dört ambulans gelerek olaylara müdahale edildi. Arkadaş, ne ara haber aldınız da ne ara anında bitiverdiniz olay yerinde?

Köln gezimizi Ren Nehri kıyısında yürüyerek ve biraz eve dönüş alışverişinin ardından tamamlıyoruz. Daha fazla turistik gezi noktası arayanlar için ise St. Martin Kilisesi, Santa Maria Kilisesi ve Aziz Gereon Bazilikası’nı tavsiye edebilirim.

Ha, bir de ünlü bir Çikolata Müzesi bulunuyor Köln’de. Meraklısına duyurulur…

31.GÜN: DÜSSELDORF – ISTANBUL

Bir ayda Avrupa’nın altını üstüne getirmiş olan ekip sonunda Türkiye yolcusu. Düsseldorf’tan İstanbul’a olan uçuşumuz üç buçuk saate yakın sürüyor. Uçağımız okyanus aşırı bir uçuştan geliyor olabilir çünkü Airbus A330 serisinden geniş bir uçağa denk geliyoruz. Memleket yemeklerine hasret kalmış bünyelerimizin imdadına THY yetişiyor. Çok şükür kazasız belasız bu tatili de bitirdik!

1.BÖLÜME DÖNMEK İÇİN BURAYA TIKLAYABİLİRSİNİZ.