27 Aralık 2014 Cumartesi

Tren ile Avrupa Seyahati (Eylül 2014) ...Nice, Antibes, Cannes, Eze, Monte Carlo, Barselona, Valensiya, Madrid, Paris...


TREN İLE AVRUPA SEYAHATİ VE INTERRAIL NEDİR? (2.BÖLÜM)

1.BÖLÜMÜ KAÇIRDIYSANIZ BURAYA TIKLAYABİLİRSİNİZ.

11.GÜN: NICE – ANTIBES – CANNES – NICE

Bugün ilk olarak Antibes’i ve ardından Cannes’ı gezeceğiz. Nice’ten Antibes’e tren yolculuğumuz yarım saatten az sürüyor. Gardan çıktıktan sonra tabelaları takip ediyor ve birbirinden lüks yatların demirlediği yat limanının kıyısından yürüyerek eski şehir surlarından giriş yapıyoruz.



Kısa bir süre sonra Cours Massena sokağındaki Marche Provencal kapalı pazarı karşılıyor bizi. Bu pazar, yerel çiftçilerin ürettikleri ürünleri sattıkları bir yer ama sezon sonu olması nedeniyle bizim bulunduğumuz zamanda pek hareketli değildi. Pazarın iki tarafında kafeterya ve restoranlar bulunuyor. Çok yakınında ise absinthe içkisinin ufak bir müzesi var.



Antibes, bölgenin kültür sanat ve rafine zevkler açısından ileri gelen bir kasabası. Birçok festival yapılıyor Antibes’te ve bunlardan en önemlisi Temmuz ayında düzenlenen, dünyanın en önemli jazz festivali olarak kabul edilen ‘Jazz a Juan’. İlginç bir zengin kasabası Antibes ama insanlar kendi halinde. Herhangi bir burnu havadalık hissetmiyorsunuz.

Sahil tarafına yürüyerek Picasso Müzesi’ni buluyoruz. Pazartesi günleri kapalıymış müze. Antibes, geçmişte Picasso ve Max Ernst gibi ressamların altın yıllarını yaşadığı bir kasaba. Picasso, 1946 yılında Grimaldi Şatosu’nun bir bölümünü atölye olarak kullanmış ve 150 civarı eserini buraya bağışlamış.



Eski şehrin ara sokaklarında kayboluyoruz. Aralarda öyle güzel sokaklara denk geliyoruz ki tatilin en güzel fotoğraflarından bazıları bu sokaklardan çıkıyor.



Yarım günlük Antibes turundan sonraki durağımız on dakika mesafedeki Cannes oluyor. Uluslararası Cannes Film Festivali’nin yapıldığı şehrin adını duymayan yoktur herhalde.

Festivalleri, kumarhaneleri, plajları, deniz ürünleri restoranları, lüks mega yatları ve beş yıldızlı otelleri burayı özetlemek için yeterli.



Cannes’ı dünya jet sosyetesinin gözdesi yapan hikâye ise çok eskilere dayanıyor. Bir İngiliz aristokratı olan Lord Brougham, 1800’lü yıllarda verem olan kızının tedavisi için Nice’e doğru yola çıkar ama Nice’teki karantina önlemlerinden ötürü o zamanlar küçük bir balıkçı kasabası olan Cannes’a sığınır.

Bu balıkçı kasabasının temiz havası ve güzel iklimi kızının iyileşmesine faydalı olur ve ardından burada bir malikâne yaptırarak dostlarını ağırlar.  Buranın kulaktan kulağa yayılan ve dünyaca tanınan bir yer olmasının hikâyesi bu şekilde başlıyor.

Bir şeyler atıştırdıktan sonra marinayı ve bitişiğinde bulunan festival alanını gezerek sahilde turluyoruz. Sahil boyunca yürüyüşümüz esnasında camekânlarında ilanların asılı olduğu yat satış ofislerine göz gezdiriyoruz. Eski şehir kısmında ise bir antika pazarı var ve envai çeşit ikinci el eşyalar ile antikaları inceme şansımız oluyor. Cannes’da yapılacaklar kısıtlı ama dilerseniz bir kalesi var ve oraya da vakti ayırabilirsiniz.



Akşamüzeri Nice’e dönerek otelimizin yanındaki süpermarketten biraz alışveriş yapıyoruz. Otelin ortak kullanım alanları arasında bir de mutfak var. Her milletten insanların arasında yemeğimizi yapıyoruz. Bu arada süpermarketten alıp buzluğa attığım biralarda kaçak var. Çok geçmeden bizim biraları yürüten elemanları suçüstü yakalıyoruz. Az kalsın uluslararası bir krize neden oluyorlardı!

12.GÜN: NICE – EZE – MONTE CARLO – NICE

Dünkü gezimize göre ters istikamette görülmesi gereken yerlere gideceğiz. İlk durağımız Eze kasabası olacak. Eze’ye giden otobüsler Grimaldi Meydanı’ndan kalkıyormuş daha doğrusu internette öyle okumuştuk.

Evvela tramvay ile Grimaldi Meydanı’na ulaşıyoruz. Tramvay duraklarında bilet satın alabileceğiniz makineler var ama kâğıt para kabul etmiyorlar hatırladığım kadarıyla. Ya bozuk para ile ya da kredi kartı ile satın alabilirsiniz. On kullanımlık çoklu bilet 10 Euro ve farklı kişiler tarafından kullanılabilir. Biz beş kişi olduğumuz için zaten iki kullanımda bileti tüketiyorduk. Her yolcu için bileti tramvay içindeki makineye ardı ardına sokup onaylatmayı unutmayın. Nice’te birkaç defa kaçak biniş yaptık tramvaya ama bir keresinde kontrole de denk geldik.

Grimaldi Meydanı, adını buranın köklü bir ailesinden alıyor ve bu aile bugün ziyaret edeceğimiz Monako’yu yönetiyor. Floransa’nın Medici’si varsa Fransız Rivierası’nın da Grmialdi’si var. Bir sürü kafeteryanın olduğu güzel bir meydandayız. Bizi Eze’ye götürecek 82 no’lu otobüsün buralarda bir yerde olması lazım ama hiçbir durakta 82’yi göremiyoruz. Meğerse meydanda dedikleri otobüs meydanın üç sokak arkasında bir duraktan geçiyormuş. Koştur koştur 10:00 otobüsüne yetişiyoruz. Bu otobüsü kaçırsak bir dahaki 12:00’de ve günlük planımız alt üst olacak. Tüm bölgedeki otobüs hatlarının zaman çizelgesine şuradan ulaşmak mümkün. http://www.lignesdazur.com/horaires/?rub_code=23

Eze’ye ya 82 no’lu otobüs ile ulaşabilirsiniz ya da tren ile Eze istasyonuna varıp oradan 83 no’lu otobüs ile tepeye çıkabilirsiniz. 82 no’lu otobüsü seçmenizi öneririm çünkü Eze’de görülmesi gereken kısım tepede kalıyor ve tren istasyonu sahilde. Dolayısıyla ya tekrar otobüs kullanacaksınız ya da paşa paşa tırmanacaksınız.

Bu şirin köyün ilginç hikâyesi de bu patika yoldan geliyor. Şu an daimi olarak 60 kişinin yaşadığı tarihi köyde bir zamanlar Friedrich Neitzsche’de ikamet etmiş ve ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt’ kitabını burada tamamlamış. E, o zamanlar otobüs de olmayınca demin bahsettiğim patikayı her gün yürüyerek inip çıkarmış. İşte sürekli kullandığı bu patika yola onun adını vermişler.



Köyün içerisinde kendinizi ortaçağdaymış gibi hissediyorsunuz. Daracık sokaklar, ahşap kapılar… Chateu Eze Oteli de dâhil olmak üzere her yerini köşe bucak gezdikten sonra en tepedeki Jardin Exotique botanik bahçesini de ihmal etmiyoruz.



İki saatlik turumuzun ardından Monako otobüsü için köyün girişindeki durakta beklemeye başlıyoruz. 112 no’lu otobüs bizi yarım saat gibi bir sürede Monako’ya götürüyor. Ufukta gözüken II. Louis Stadyumu, Monte Carlo’ya vardığımızın habercisi oluyordu.

Monako, Vatikan’dan sonra dünyanın yüzölçümü olarak en küçük ikinci ülkesi ve en zengin ülkelerinden biridir. Buradaki lüks yaşantıyı her yerde hissedebiliyoruz. Vakit kaybetmeden ünlü Monte Carlo Casinosu’na iniyoruz. Bu kadar lüks arabayı bir arada İstanbul’da sadece galeride görürdük herhalde.





Casinonun bulunduğu meydandaki meşhur mu meşhur Cafe de Paris’te soluklandıktan sonra Japon Bahçeleri’ne (Japanese Garden) gitmek için sahil kesimine iniyoruz. Mimar Yasuo Beppu tarafından tasarlanan bahçede pek bir numara yok.



Geri dönerek Formula 1 Monaco Grand Prix’sinden hatırlayacağınız tünelden geçiyor ve yat limanına iniyoruz. Buradaki yatlar Cannes’dakileri gölgede bırakıyor. Bu ufak ülke oldukça engebeli bir alana kurulu olduğu için birçok yerde ücretsiz şehir içi asansörler bulunuyor. İlk bulduğumuz asansörle yukarı çıkıp eski şehre gidebilmek için ana caddede otobüs beklemeye başlıyoruz.



1 ve 2 no’lu otobüs hatları 2 Euro’ya sizi eski şehir kısmına götürüyor. Biletleri otobüs içinde şoförden almak mümkün ya da bazı duraklarda bulunan otomatlardan da alınabilir. Kısa bir süre sonra eski Monte Carlo’ya varıyoruz. Burada içerisinde büyük bir akvaryum bulunan ‘Oceanographic Museum of Monaco’ varmış. Batuhan, akvaryumu gezmeyi teklif ediyor ama Valensiya’da daha büyüğünü göreceğimiz için cayıyoruz.

Eski şehrin sokaklarında yürüyerek Monako Katedrali’ne varıyoruz. 13.yy’da burada bulunan kilisenin üzerine kurulan katedral, 1875 yılında tamamlanmış. Arkadaş, adamların katedrali bile burjuva işi…



Biraz daha dolanınca Prenslik Sarayı’nın (Place du Palais) önünde buluyoruz kendimizi. 18.yy’da yapılmış olan saraya rehberli turlar mevcut. Kraliyet Ailesi’nin ikametgahı olan sarayın önündeki muhafızlar her gün 11:55’te nöbet değişim merasimi yapıyorlarmış. Saray meydanındaki panoramik seyir terasından yat limanı ve Monte Carlo’nun tamamı tüm ihtişamıyla ayaklarınızın altında. Akşam saatlerinde Nice’e dönerek dinlenmeye çekiliyoruz.





13.GÜN: NICE – BARSELONA

Fransız Rivierası’nın altını üstüne getirmiş olan ekip bugün Barselona yolcusu. Yolculuğumuz 12 saat kadar sürecek ve bizim interrail biletlerimiz olduğu için tren ile gideceğiz. Reha ve Seha’ya ise dün uygun fiyata uçak bileti bulmuştuk easyjet’ten. Tren ile uçak neredeyse aynı para olunca onlar uçak ile gelmeye karar verdiler ve gece Barselona’da buluşmak üzere vedalaştık.

İlk aktarmamız Marsilya’da, ikincisi ise Montpellier’de oldu. Ardından İspanya sınırına yakın bir noktadaki ufak bir şehir olan Perpignan’da aktarma yapmamız gerekecekti. Perpignan garı bir alışveriş merkezinin altında ve bir saatlik bekleme süresi boyunca hem yemek yiyor hem de etrafı geziyoruz. Perpignan’a Fransız şehri demek garip keza burası bir Katalan şehri ve her yerde bunu hissedebiliyorsunuz. Bu ufak öğrenci şehri için Salvador Dali dünyanın merkezi Perpignan’dır demiş. Niye öyle demiş vallahi araştırmadım…

Sıradaki tren bizi İspanyol, pardon Katalan sınır kasabası Port Bou’ya götürüyor. En son Fransa’nın Cerbere kasabasında girdiğimiz tünelin diğer ucunda bizi İspanya bayrakları karşıladı. Port Bou’dan bindiğimiz son tren ile gece 22:00 sıralarında Barcelona Sants garına vardık.

Metro ile Katalunya Meydanı’na (Placa de Catalunya) varmamız uzun sürmedi. Barselona metrosu mesafelere göre bölgelere ayrılmış ve fiyatlandırma buna göre yapılıyor. Turistik alanlar birinci bölge içerisinde ve T-10 olarak adlandırılan on kullanımlık toplu taşıma bileti 10,30 Euro. İster metroda kullanın ister otobüste. Kalabalıksanız bu biletler avantajlı çünkü grup olarak ta kullanabiliyorsunuz.

Nasıl bir zamanlama ayarlamışsak Reha ve Seha’nın havalimanından bindiği servis on dakika evvel varmış meydana. Buluşarak kalacağımız eve gidiyoruz. Dört gece boyunca Hector ve Sara’nın evine misafir olacağız. Genç bir çift olan Hector ile Sara, evlerinin boş odalarını gezginlere kiralıyor ve bulundukları konum Katalunya Meydanı’na iki dakika mesafede. Bundan merkezi yer mi olur?

Tüm gün yolda geçti ve yorulduk. Yatıp uyuyalım artık çünkü yarın yorucu geçecek ve güç toplamamız lazım…

14.GÜN: BARSELONA

Geldik bir aylık rotamızın ağır toplarından Barselona’ya. Üç tam günümüz olacak bu büyüleyici şehri talan etmek için. İspanya diyince aklımda sabitleşmiş üç kelime dönüp dolaşıyor: Tapas, paella ve sangria…

Her gezdiğimiz yerde yeme içmeden imtina etmeyen ve yerel lezzetleri tatmayı bir görev bilen bizler için doğru adresteyiz ama önce kültürel ve tarihi kısımdan başlayalım. Barselona, İspanya’nın en büyük ikinci kenti ve Katalunya bölgesinin başkenti. İspanya bayrağını bir tek resmi binalarda görebiliyoruz. Onun dışında her yerde, tüm evlerin balkonlarında Katalunya bayrağı asılı. Katalanlar kendilerini İspanyol olarak kabul etmiyorlar ve ülkeye kattıkları ekonomik değerin faydalarını tam anlamıyla alamadıklarını düşünüyorlar. Bu yüzden bağımsızlık şarkıları çoktandır söylenir olmuş. Zaten yakın zamanda bir referanduma gidecekler ama İspanyol hükümeti elindeki cevheri kaybetmek istemiyor. Konuştuğumuz herkes yakın zamanda yapılacak İskoçya bağımsızlık referandumunun sonucunu merakla beklediklerini ve sıranın artık kendilerine de geldiğini söylüyor. 2000 yıllık bir tarihe sahip olan kent özellikle 1992 olimpiyatlarından sonra tam bir turist paratoneri olmuş.

İlk durağımız şehrin kuzeyindeki Parc Guell olacak. Catalunya istasyonundan bindiğimiz metroyu L3 yeşil hattı üzerinde bulunan Lesseps durağında terk ediyor ve tabelaların yönlendirmesiyle kısa bir sürede Parc Guell’in girişlerinden birine varıyoruz.



Barselona aristokrasisi için inşa edilen parka giriş ücretsiz. Parkın merdivenleri ile pavillion kısımları Antoni Gaudi tarafından tasarlanmıştır ve inşasında doğal şekiller ile figürler kullanılmıştır.

Parc Guell’in inşası bir geliştirme projesi olarak başlamış ve kamuya açık binaların yanı sıra altmış tane evin inşa edilmesi planlanmış. Ticari olarak başarısız olan projenin arsası bir süre sonra devlete geçmiş ve 1922 yılında halka açılmış.

Parka giriş ücretsiz ama iç kısımlarını, pavillion ve içerisindeki eserleri görmek isterseniz bilet almanız gerek. Ne kadar çok sıra varmış! Uffizi’den sonra bir daha yapıyoruz aynı hatayı ve online bilet almadığımızdan uzun sıraya girmek istemiyoruz. Bir daha tövbe, nereye gideceksek online bilet alınacak! http://www.parkguell.cat/en/

Parkın bir köşesinde kendi halinde bulunan Gaudi Evi Müzesi’ne ise pek rağbet etmemiş ahali. Kişi başı 5,50 Euro’ya biletlerimizi alarak bu ufak müzeyi geziyoruz. Bir zamanlar Gaudi’nin yaşadığı bu ev müze haline getirilmiş ve içeride kendisinin tasarladığı eşyalar ve çizimlerini görebiliyoruz. Özellikle sandalyeler, oturma grupları, kapı tokmakları ve çekmece kulplarının tasarımları bir hayli ilginç. İlgili eşyaların ergonomik kolaylıklarını video gösterileriyle de izleyebiliyorsunuz. Bu Gaudi biraz değişik bir adam! Hayran kalmamak elde değil…




Parkın üst kısımlarında sokak sanatçılarına denk geliyoruz ve yerel müzik yapan arkadaşlar bize keyifli dakikalar geçiriyor. Parkın ücretli kısmı için hala sıra çok fazla ve vazgeçerek geri dönüyoruz.

L3 yeşil hatta bulunan Diagonal durağından L5 mavi hatta aktarma yaparak Sagrada Familia’da iniyoruz. Allahtan biletleri internet sitesinden bu sabah almıştık çünkü buradaki sıra Vatikan’daki kadar olmasa da en az iki saat kaybettirecekmiş bize. Online bilet aldığınız çoğu yerde biletlerin çıktısını almanıza bile gerek yok. E-mail adresinize gelen biletlerin barkotlarını girişteki görevliye okutun yeter.

Tüm ihtişamıyla karşımızda dikilen La Sagrada Familia, tatilin en etkileyici yapıları listesine en tepeden giriş yapıyor. Bu sıra dışı bazilika, modern mimarinin öncülerinden sayılan Antoni Gaudi’nin ustalık eseri olarak görülüyor. Gaudi, La Sagrada Familia’nın inşasına 1882 yılında halkın yardımlarıyla toplanılan bir bütçe ile başlamasına rağmen 1926 yılında bir tramvayın altına kalarak ölmesinden dolayı bitirememiş. Yüksek kulelerden sadece bir tanesinin tamamlanmasına şahit olabilen Gaudi, ömrünün son yıllarını sadece bu bazilikaya adamış. Bazilikanın içyapısını ayakta tutan kolonlar dallanıp budaklanan ağaçlar şeklinde tasarlanmış ve bu durum yapının içerisine girdiğinizde sanki bir ormanda dolaşıyormuşsunuz hissi veriyor. Karmaşık mimari yapısı yüzünden ağır ilerleyen inşaat işlerinin 2022’de tamamlanması planlanıyor ama bence bu durum daha çok turist çekmek için koz olarak kullanılıyor.




La Sagrada Familia gerçekten muhteşem bir yapı. İçerisini gezdikten sonra karşısındaki parkta soluklanıp uzun uzun izliyoruz bu heybetli yapıyı. Bazilika içerisine giriş biletleri kişi başı 14,80 Euro ama kulelerden birine de çıkmak isterseniz bu fiyat artıyor. Tüm tarife şurada: http://www.sagradafamilia.cat/sf-eng/docs_serveis/infoTarifesInd.php



Barselona bizi daha ne kadar kendine hayran bırakabilir derken kendimizi meşhur La Rambla Caddesi’nde buluyoruz. Bizim İstiklal Caddesi’nden daha geniş ve bol ağaçlı, merkez kısım yayalara açık ama her iki taraftan da birer şeritli tek yön trafiğin olduğu eğlenceli bir cadde burası. Büfeler, çiçekçiler, sokak sanatçıları ile dolu cadde Katalunya Meydanı’ndan başlayıp Kolombus Anıtı’nda sona eriyor.  Cadde üzerindeki önemli gezi noktalarından biri ise La Boqueria.




La Boqueria, Barselona’nın en ünlü pazarıdır ve turistlerin de uğrak noktalarından biri. Yerel halk günlük alışverişini yaparken yabancı turistler tapas bar’lardaki atıştırmalıkları tadıyor. Her türlü ürünü bulmanın mümkün olduğu pazarın üstü, 1914 yılında şu an görülen demir yapı ile kapatılmış.



Biraz daha aşağı yürüyerek bu sefer solumuzda kalan Real Meydanı’na (Plaza Real) giriyoruz. Meydan, Casamajo tarafından 19.yy’da tasarlanmış olsa da bir kısmına Gaudi’nin de eli değmiş. Özellikle Gaudi tasarımı olan sokak lambaları ilgi çekici. Barselona’nın buluşma noktalarından biri olan meydana daha sonra gece vakti uğrayacağız.



Real Meydanı’ndan çıkmamızla birlikte Barselona’nın gotik mahallesine de (El Barri Gotic) giriş yapmış oluyoruz. Meydanın bitişiğindeki Carrer de Ferran Caddesi’nden ilerlediğimizde evvela bizi Sant Jaume Meydanı (Placa Sant Jaume) karşılıyor. Meydanın bir tarafında Katalan Hükümet Binası, diğer tarafında ise Belediye Binası bulunuyor.



Sant Jaume Meydanı’ndan sola dönüyor ve çok kısa bir sürede Barselona Katedrali’ne varıyoruz. Barselona Katedrali, her ne kadar La Sagrada Familia’dan sonra biraz sıradan gelse de aslında son derece etkileyici bir yapı.


1298’de yapımına başlanan gotik katedralin inşasının büyük kısmı 14.yy’da tamamlanmış. Katedral etrafında Roma ve Orta Çağ döneminden kalma yapılar dikkat çekiyor. 17:15’ten sonra girişi ücretsiz olan katedral, iki şapele ayrılan beş koridordan oluşmaktadır. Aziz Eulalia’nın mezarının da bulunduğu katedrali ziyaret etmeden evvel tarihçesini okumanızı tavsiye ediyoruz. Avlusundaki beyaz kazlar ile eğlendiğiniz katedralin çatısına kişi başı 3 euro’ya çıkıp Barselona manzarası izlemeyi de ihmal etmeyin. Katedralin önündeki meydanda, müzik yapan sokak sanatçısının gitarı eşliğinde dans eden yaşlı çift bizi adeta mest ediyor. Acaba biz de böyle olabilecek miyiz?





Akşam yemeği vakti geldi ve benim ısrarla denemek istediğim bir tapas restoranı var. Barselona’nın önemli alışveriş ve iş merkezlerini barındıran Passeig de Gracia Caddesi üzerinde Tapas 24 isimli bir restoran var ki tripadvisor’da methi bayağı bir yürümüş. Katalunya Meydanı’ndan çok ta uzak olmayan restoranı bulmamız ile bu duruma hak veriyoruz çünkü bu ufak bodrum kat restoranının kapısında iyi bir kuyruk var. Sıraya girip yarım saat kadar bekliyoruz ve sonunda masamıza yerleşiyoruz.

Tapaslarımız ile beraber bir sürahi de sangria sipariş ederek yorucu bir günü keyifli bir yemek ile noktalıyoruz. Tapas 24 gerçekten keyifli bir restoran ve kişi başı 25-30 Euro’ya lezzetli bir akşam yemeği deneyimi yaşayabilirsiniz. Tapas ve sangria terimlerine yabancıysanız ufak bir Google araması ile bilgi edinebilirsiniz. Meyveli bir şarap kokteyli olan sangria bizden tam not aldı. Özellikle deniz ürünleri içeren tapaslara değinmiyorum bile.

Berna ile dinlenmek için eve dönerken grubun gençleri Barselona gece hayatını teftiş etmek için La Rambla üzerindeki BLVD Club’ın yolunu tutuyor.

15.GÜN: BARSELONA

Gençler eve anca sabaha karşı gelebildi. Anlaşılan o ki Barselona gece hayatı bayağı renkliymiş. Reha, Seha ve Batuhan’ı uykuda bırakarak Berna ile Gaudi’nin ünlü evlerini gezmek üzere Passeig de Gracia Caddesi’nin yolunu tutuyoruz. Gezeceğimiz iki eve de online biletlerimi aldım bu sabah. Yolumuzun üstünde İspanya genelinde yaygın bir fast food zinciri olan Pans & Company’de kahvaltı yapıyoruz.

Konumumuza daha yakın olan Casa Battlo ilk başlıyoruz güne. 1877 yılında Antoni Gaudi ve Josep Maria Jujol tarafından restore edilen bina 1905-1907 yılları arasında tekrar tasarlanmıştır.




Casa Battlo, mimari açıdan incelendiğinde tasarımcısının amacının düz çizgilerden kaçınmak olduğu açıkça görülür. Ön yüzünün büyük bir kısmı kırık seramiklerden simetrik olmayan bir şekilde yapılmıştır. Çatı kısmı ise bir dinozor ya da ejderhaya benzetilmeye çalışılmış kavisli bir yapıdadır.



Gaudi’nin elinin değmesiyle Casa Battlo sanki bir peri masalından fırlamış gibi görünüyor. Balkonlarındaki kemik görünümlü sütunlar ve üst katlarının kafatası görünümlü parçalarından ötürü Kemikler Evi (House of Bones) olarak ta anılıyor.



Kişi başı 21.50 Euro’ya ziyaret edilen Casa Battlo’ya yeterli zaman ayırmanızı ve kesinlikle audio guide ile gezmenizi öneriyoruz. http://www.casabatllo.es/en/online-tickets/

Gaudi’ye bir kez daha hayran kaldıktan sonra daha ne kadar şaşırabiliriz diyerek Casa Mila’ya gidiyoruz.

La Pedrara adıyla da anılan Casa Mila’ya giriş kişi başı 20,50 Euro ve burada da kesinlikle audo guide tavsiye edilir. https://www.lapedrera.com/en/buy-tickets/pedrera-by-day


Gündüz ziyaretlerinin yanı sıra ‘The Secret Pedrara’ adıyla düzenlenen gece turlarına da katılmak mümkün. Gaudi’nin La Sagrada Familia’dan sonraki en ünlü eseri olan Casa Mila, tamamen doğal taşlardan imal edilmiş olup iki avlusu sayesinde her bölümüne güneş ışığı alır.

1906-1910 arasında inşa edilen bina, Gaudi hayatını La Sagrada Familia’ya adamadan önce el attığı son projeymiş. Casa Mila’nın yapılması, zengin bir işadamının Casa Battlo’dan etkilenip Passeig de Gracia’nın köşesinde bir bina yapılmasını istemesi ile ortaya çıkar.



İnşa sırasında çeliğin kullanımı ile düzensiz zemin planları uygulanır. Tavan ve sütunların ağırlığı bile birbirinden farklıdır. Tüm odaların ışık almasını sağlamak amacıyla biri yuvarlak diğeri ise oval şekilde iki avlu yapılır. Yapının balkonları dalgaları andırır.



Casa Mila’nın en son katı, çatı katı ve çatısı ziyarete açık. Diğer katlarda yaşayanlar olduğu için sizden yaşayanlara saygılı olmanız ve gürültü yapmamanız isteniyor. Şahsen Casa Battlo’yu daha çok beğensek te Casa Mila’nın sade ancak sıra dışı çizgilerine hayran kaldık. Çatı katı içerisinde Gaudi ve tüm projeleri ile alakalı modeller ve video gösterileri ise oldukça ilgi çekiciydi.



Casa Battlo ve Casa Mila ziyaretlerinin ardından Barselona gecelerinin üç silahşörleri ile buluşup İspanya Meydanı’na (Plaza de Espana) gitmek için metroya iniyoruz. Katalunya Meydanı’ndan L1 kırmızı hattı ve L3 yeşil hattı ile ulaşım mümkün. Buraya geliş nedenimiz Montjuic Parkı’nı (Parc de Montjuic) ve Montjuic’in Sihirli Çeşmesi’ni (Font Magica de Montjuic) görebilmek.



İspanya Meydanı’na yakın olan çeşme, 1929 yılında yapılmış ve belli günler bu çeşmede renk, ışık ve müzikler ile destekli su oyunları sergileniyor. Saat 19:00 itibariyle gösterinin başlayacağını bekliyorduk ama hem havanın iyice kararmasını hem de kalabalığın artmasını beklemiş olacaklar ki bayağı bir rötar yaptı bu güzel çeşmenin gösterisi.




Bölgede bir de kale var (Castell de Montjuic) ve dilerseniz teleferik ile 1640 yılında yapılmış olan kaleyi ziyaret edebilirsiniz.

Akşam yemeği için tercihimiz yine Passeig de Gracia üzerinde bulunan ve tripadvisor tavsiyeli Tapa Tapa oluyor. Buranın da tapaslarını bayağı beğendik. Sangria artık milli içeceğimiz oldu sayılır!

Gecenin kapanışını Barselona’nın sahil kesimindeki ünlü gece kulüplerinde yapmaya karar veriyoruz. La Rambla üzerinde ne zaman yürüseniz yanınıza birileri yanaşıyor ve bu kulüplere ücretsiz girebilmeniz için size teklifte bulunuyor. Kabul ederseniz bileğinize kaşe basıyorlar ve bu kaşeyi göstererek belli bir saate kadar kulüplere ücretsiz girebiliyorsunuz.

Opium, Shoko gibi daha ağır gece kulüplerine ücretsiz girmenin yolu ise ‘Shaz Guest List’e girmek. Facebook sayfasına girip isminizi ve kaç kişi olduğunuzu sayfanın duvarına yazmak yeterli. Sahildeki gece kulüplerine girerken kılık kıyafete biraz dikkat etmek gerekiyor özellikle baylar için. Yakalı tişört veya gömlek ile düzgün bir ayakkabı yeterli olacaktır.

Opium’da sıra beklerken önümüzde bulunan Avustralyalı gençler sırf bisiklet yaka tişört ile geldikleri için içeri alınmadılar. Biz ise dört erkek bir bayan sorunsuz bir şekilde her yere girip çıktık. Ulaşım için ise L4 sarı hat ile Ciutadella durağında inip sahile doğru yürüyebilirsiniz. Süslenip püslenip metroya mı bineceğiz demeyin herkes aynı şeyi yapıyor. Dönüş için ise metro belli bir saatten sonra çalışmadığı için taksi tek seçenek gibi gözüküyor.

16.GÜN: BARSELONA

İki günde bayağı etraflıca gezmiş olduk Barselona’yı. Bugün serbest gün ve herkes kendi zevkine göre istediği yeri gezecek. Gençler, Nou Camp turu yapmaya karar veriyorlar. Biz ise Tibidabo Dağı’na çıkacaktık ama sabah otobüsü kaçırınca kaldık ortada. Attık kendimizi La Rambla’ya ve ‘şurayı da görmemiz lazım’ kaygısı yaşamadan rahat bir günün keyfini çıkarmaya karar verdik.



Cadde üzerinde bulunan ve Avrupa çapında önemli bir opera binası olan Gran Teatre del Liceu’yu gördükten sonra La Boqueria’da vakit geçirdik. Bir sonraki durağımız ise gotik mahallesinde bulunan ve Barselona’nın bir başka önemli kilisesi olan Santa Maria del Pi oldu. 1322 yılında yapımına başlanan kilisenin en büyük özelliği, dünyadaki en büyük gül pencerelerinden birine sahip olmasıymış.



Gotik mahallesini koşuşturmadan ve keyfini çıkara çıkara arşınlayarak El Born bölgesine kadar yürüdük ve Santa Maria del Mar Kilisesi ile Picasso Müzesi’ni gezdik.

Reha ile Seha’nın bu akşam İstanbul’a uçuşları var. Biz ise bu gece de kalarak yarın erkenden Valensiya yollarına düşeceğiz. Akşam saatlerinde Reha ile Seha’yı uğurlayarak Real Meydanı’na gidiyoruz.



Meydanda ‘Los Tarantos’ adında bir mekân var ve burada haftanın belli günleri flamenko gösterileri sergileniyor. Üç gösteri var arka arkaya ve 22:30’daki şova biletlerimizi alarak Carrer de Ferran Caddesi üzerindeki Tapatxi’de akşam yemeği yiyoruz. Bu kez sadece tapas değil paella’da denedik ve özellikle deniz mahsulleri paellasına tam not verdik. Aslen Valensiya mutfağındanmış paella ve tesadüfe bakın ki biz de yarın oraya gidiyoruz!



Tapatxi’ye de geçer not veriyoruz ama fiyatları biraz tuzlu önceki gittiğimiz yerlere göre. Yemeğin ardından Real Meydanı’nda beklemeye koyuluyoruz gösteri saatini. Real Meydanı gece daha güzel ve hareketli gündüze göre. Bir de uyuşturucu satıcısı çok var burada. La Rambla’nın hayat kadınları ile Real Meydanı’nın uyuşturucu satıcıları turist bellediklerine sırnaşıyor anında.

Los Tarantos’taki (10 Euro/kişi) yarım saatlik flamenko gösterisini sangrialarımız eşliğinde (8 Euro/sürahi) zevkle izliyoruz. Gösteriyi oldukça beğendik. Bu mekân ile alakalı tipadvisor’da çok zıt yorumlar yapılmış. Bazı ziyaretçiler tam not verirken bazıları ise hayal kırıklığı olarak nitelendirmiş. Bunun nedenini şuna bağlıyorum: Barselona, her ne kadar flamenkonun anavatanı olmasa da bu işin oldukça profesyonel icra edildiği bir yer dolayısıyla çok etkileyici gösteriler de izlemeniz mümkün. Eğer daha evvel iyi bir flamenko gösterisi izlediyseniz Los Tarantos’taki biraz hayal kırıklığı yaratabilir ama bizim gibi hayatınızda ilk defa flamenko izleyecekseniz gayet tatmin edici bir performans olduğunu düşünüyorum. Daha profesyonel gösteriler için farklı mekânlarda kişi başı 30-40 Euro arası rakamları gözden çıkarmalısınız.

Barselona’ya âşık olduk. Eğlendirirken enerji veren, bir yandan tarih ve kültüre doyuran, diğer yandan rahat günlük hayatı ile insanı yormayan bu şehre bir gün mutlaka tekrar geleceğiz.

17.GÜN: BARSELONA – VALENSİYA

Valensiya yolcusu kalmasın! Paella’nın anavatanına gidiyoruz bugün. Barcelona Sants’ta başlayan yolculuğumuz 3,5 saat sürecek ve Valencia Estacio del Nord garında sona erecek. İspanya’da tren için supplement ödememek imkânsız gibi. Büyük şehirler arasında genellikle hızlı trenler çalışıyor ve supplement (rezervasyon ücreti) ödemek gerekiyor. Biz de önceki gün Sants’tan yaptırmıştık rezervasyonlarımızı kişi başı 10 Euro’ya.

Estacio del Nord’a varır varmaz sonraki durağımız olan Madrid için rezervasyonlarımızı yaptırıyoruz. Ne kadar ödediğimizi not almayı unutmuşum ancak öncekinden daha ucuzdu tahminimce. Avrupa’nın diğer ülkelerinde rezervasyonlu trenlere boş koltuk bulurum, bulamazsam da bir köşede takılırım diyerek binenler oluyor ancak İspanya’da durum biraz farklı.

Rezervasyon kartı ile interrail bileti kontrolü daha siz trene binmeden evvel, peronların başında kurulu seyyar bankolarda yapılıyor ve rezervasyonu olmayanı trene almıyorlar. İspanya’da rezervasyonlu trene binecekseniz o ücret mutlaka ödenecek.

Gardan çıkar çıkmaz en yakın metro durağını buluyor ve otelimize gidiyoruz. Valensiya’daki metro sistemi şu ana kadar gördüklerimizden biraz farklı. Farklı hatlarda çalışan metrolar aynı duraktan geçebiliyor ve ilk gelen metroya binmeden evvel istasyondaki elektronik panele bakarak doğru metroya bindiğinizden emin olmak gerek. Diğer bir fark ise metro biletlerini (1,5 Euro) gişeye sokarak değil manyetik alana okutarak kullanıyorsunuz. 10 kullanımlık ‘Bono Travel Card’ turistler için ideal ve fiyatı 9 Euro.

Çantaları bırakarak kendimizi Valensiya’nın en ünlü meydanı olan Reina Meydanı’na (Placa de la Reina) atıyoruz. Meydan’ın en önemli yapısı tabi ki Valensiya Katedrali. Le Sue adıyla da tanınan katedral aslında bir cami olarak yapılmaya başlanmış ama daha bitirilemeden kiliseye dönüştürülmüş. Yapının bulunduğu yerde daha önce bir Vizigot kilisesinin bulunduğu söylenir. Yapımı uzun yıllar sürdüğü için birçok farklı kültür ve mimarı akımdan nasibini almış. Katedralin en ilgi çeken yeri, İsa’nın ‘son akşam yemeğinde kullandığı kâse’nin muhafaza edildiği şapeldir.




Katedralin bir de ismi şirin ama kendisi heybetli bir çan kulesi var ‘Miguelet’ denen. Kişi başı 2 Euro ödeyerek kulenin tepesine çıkıyor ve muhteşem Valensiya manzarası eşliğinde gezeceğimiz yerleri bulmaya çalışıyoruz. Katedralin arkasında ise güzel bir çeşmesi bulunan Virgen Meydanı (Placa de la Virgen) var.



Tarihi şehir (El Carmen) bölgesine girmemiz uzun sürmüyor ve yolumuzun üzerinde tarihi ipek çarşısı La Lonja’ya denk geliyoruz. UNESCO tarafından Dünya Mirasları listesine alınan ipek pazarı 1469 yılında kurulmuş ve günümüzde de faaliyetini sürdürmektedir.

El Carmen bölgesinde görülebilecek bir diğer turistik nokta ise Mercado Central olabilir. Barselona’daki La Boqueria gibi bir gıda pazarı burası ama La Boqueria’dan sonra biraz vasat kalınca pek ilgimizi çekmedi.

1281 yılına tarihlenen Carmen Kilisesi’ni (Iglesia Convento del Carmen) tarihi şehir içerisinde bulmak kolay olmayabilir çünkü bu kilisenin pek turistik bir statüsü yok. Cephesi klasik ve barok özellikler taşıyan kilise, sessiz bir meydanda kendi halinde zamana meydan okuyor.



El Carmen’e, Serranos Kapıları’ndan (Torres de Serranos) veda ederek Turia Nehri’nin şehir merkezinden geçen eski yatağına ulaşıyoruz. 1957 yılında Turia Nehri sularının aşırı derecede yükselmesi nedeniyle Valensiya’da büyük bir sel felaketi yaşanmış ve nehir yatağının yönünün değiştirilmesine karar verilmiş. Şehir merkezinde kalan eski nehir yatağı ise günümüzde Jardin Bahçeleri’nin de bulunduğu kocaman bir yeşil alan olarak değerlendiriliyor.

Tüm Valensiya ahalisi akşam sporu için burada ve her tarafta koşanlar, bisiklet sürenler, köpeklerini gezdirenler var. Keşke bizde olaydı böyle bir alan da hemen AVM ya da Topçu Kışlası yapaydık! Nasıl gelmemiş akıllarına?



Temiz hava ve spor yapan insanları görmek o kadar hoşumuza gidiyor ki Sanat ve Bilim Merkezi’ne (Ciudad de las Artes y las Ciencias) kadar yürüyoruz. Bilim kurgu filmlerinden fırlamış beş ana binadan oluşan tesis, şehre yenilikçi bir değer katıyor.

18.GÜN: VALENSİYA

Valensiya’daki ikinci günümüz için iki ayrı etkinliğe online bilet aldık. İlk olarak ClueHunter Valencia isimli oyun odasında dedektifçilik oynayacağız. Ardından Sanat ve Bilim Şehri’ne gideceğiz. Monte Carlo’da Batuhan’ı zor tutmuştum akvaryuma girmemesi için ve bugün gideceğimiz Avrupa’nın en büyük akvaryumunun hayaliyle ikna edebilmiştim.

ClueHunter’da 2 ila 5 kişilik bir takım olarak bir saat boyunca bir oyun odasına kapatılıyorsunuz ve çeşitli ipuçlarından faydalanarak gizemli bir cinayeti çözmeye çalışıyorsunuz. Zorluk derecesine göre farklı iki oyun odası var ve bizim gibi çaylaklara kolay olanı tavsiye ediyorlar. Oyuncu sayısına bakılmaksızın 44 Euro’luk bir bedeli olan etkinlikte güzel vakit geçirdiğimizi söylemeliyim. http://www.cluehunter.es/en


Torres de Serranos’un önünden 95 no’lu otobüse (1,5 Euro/bilet) binerek kısa bir sürede Sanat ve Bilim Şehri’ne varıyoruz. Komplekste gezilecek üç ana bina var. Bilim Müzesi, Oceanopraphic ve Hemisferic’in üçünü de kapsayan bileti yüzde 10 online indirimi ile kişi başı 32,62 Euro’dan almıştık.



İlk olarak Bilim Müzesi’ni geziyoruz ama burası bayağı bir sıkıcı. Daha doğrusu içeride bulunan her şey ilkokul talebelerine hitap edecek tarzda düzenlenmiş deneysel oyuncaklar ve çeşitli makinelerin çalışma prensiplerini anlatan düzeneklerden ibaret.







Bilim Müzesi sarmayınca asıl merak ettiğimiz Oceanographic’e gidiyoruz. Avrupa’nın en büyük akvaryumu olan Oceanopraphic, verdiğimiz parayı fazlasıyla hak ediyor. Tematik akvaryumların bazılarında tropikal balıklar, bazılarında devasa köpekbalıkları ve vatozlar, bir diğerinde penguenler, sonrakinde ise memeli su canlıları görüyoruz. Memelisinden kabuklusuna, yumuşakçasından çeşit çeşit mercanına kadar envai çeşit deniz canlıları sadece birkaç santimetre uzağınızda duruyor. Sadece deniz canlıları mı var Oceanopraphic’te? Hayır, türlü türlü balıkçıl kuşlar ve devasa boyutlardaki kara kaplumbağalarını da yakından görme şansımız oluyor.



Oceanographic’in bir diğer sürprizi ise akşama doğru gösterisi yapılan yunus şovları. Yaklaşık bir saat süren şovda oldukça keyifli vakit geçirdik.




Görülmeye değecek bir diğer tesis ise Hemisferic. Şu ana kadar yaşadığınız tüm sinema deneyimlerini unutun. 9D sinema, 10D sinema falan, onları da unutun. Hemisferic’te kocaman bir kürenin içerisine giriyorsunuz ve 180 derecelik devasa bir oval perdede alışılmışın dışında bir sinema deneyimi yaşıyorsunuz. Çeşitli konularda filmler mevcut ve biletinizi alırken hangi filme girmek istediğinizi seçerek gösteri saatinde salona gidiyorsunuz. Biz, uzay çalışmalarının ve dünyadaki en büyük teleskopların konu edildiği ‘Hidden Universe’ isimli filmi izledik. Doğal hayat ya da hayvanlar ile alakalı bir filmin bu sinema salonunda daha eğlenceli olacağını düşünüyorum.



Eğlenceli bir günün ardından akşam yemeği için Virgen Meydanı’na dönüyoruz. Gözümüze kestirdiğimiz bir restoranda tapas ve paella ağırlıklı yemeğimizin ardından otelimize dönüyoruz. Paella için Valensiya’dan büyük beklentilerim vardı ama Barselona’da yediklerimizin yanında vasat kaldı. Belki de dandik bir restorana denk geldik, bilemiyorum.

Valensiya, tarihi mirasıyla ünlü bir şehir. Renkli festivalleri, altın kumlu plajları, şehre özgü paella yemeği, hiç bitmeyen gece hayatı ve portakal ağaçlarıyla ün salmış bu şehri biraz sıkıcı bulduk. Valensiya’ya yazın gelip plajlarının ve gece hayatının tadını çıkarmak gerek. Ekim ayı olması nedeniyle ikisinden de uzak kaldık.

19.GÜN: VALENSİYA – MADRİD

Valencia Estacio del Nord’dan Madrid Atocha garına yolculuğumuz iki saat sürüyor. İspanyol RENFE’nin hızlı trenlerini sevmeye başladık. Yer yer 300 km/h hıza ulaşan trenler son derece konforlu.

Atocha tren garından Hotel Buelta’ya yürümemiz on dakika sürüyor. Garın önünde, beline Katalunya bayrağı bağlamış ve üzerinde ‘bağımsız Katalunya’ yazan genç dikkatimi çekiyor. ‘Oğlum, burası Barselona değil Madrid. Adamın bir yerinden kan alırlar kan’ diyerek uzaklaşıyoruz.

Hotel Buelta, gara yakın ama gezilecek yerlere göre çok merkezi olmayan bir konumda olmasına rağmen dibinde metro istasyonu var ve Madrid’in görülecek tüm turistik noktalarından illa ki metro geçiyor.

Metroya bindiğimiz gibi beş dakikada Sol Meydanı’ndayız. Puerto del Sol, Madrid’in en ünlü, en işlek meydanı ve bir diğer önemli meydan olan Mayor Meydanı’na (Plaza Mayor) çok yakın. Sol Meydanı, günümüzdeki görünümünü 1854-1860 yılları arasında yapılan yenileme çalışmalarına borçluymuş.



Meydanın ortasında Kral Charles III’ın at üstünde görüldüğü bir heykeli var. Diğer önemli bir eser ise Ayı ve Çilek Ağacı (El Oso y El Madromo) heykelidir. Puerto del Sol’un güney tarafında ‘Real Casa de Correos’ olarak bilinen yapıya ait bir saat kulesi var. 18.yy’da, buradaki postanenin bir parçası olarak inşa edilen saat kulesi, yeni yıl kutlamalarında da geri sayım için kullanılıyor.

Calle Mayor Caddesi’nde ilerleyerek Plaza Mayor’a ulaşıyoruz. 129 metre uzunluğunda ve 94 metre genişliğindeki meydan, Habsburg döneminde inşa edilmiş. Geometrik olarak tarih boyunca şekilden şekle girmiş olan ve ismi birçok defa değişen meydanın son haline 1853 yılında karar verilmiş. Meydanın ortasında Felipe III’nin heykeli bulunuyor.



İspanyol Sivil Savaşı sırasında idamlar, yargılamalar, taç giyme törenleri, boğa güreşleri gibi olaylara tanıklık eden meydan günümüzde turistlerin en uğrak noktalarından biri haline gelmiş. Etraftaki restoranlarda Madrid’in meşhur yemeği ‘kalamarlı sandviç’i görüyoruz. Ekmek arası kalamarlarımızı alarak yürümeye devam ediyoruz.

Çok geçmeden Mercado de San Miguel’in önüne çıkıyoruz. Burası, Barselona’dakinden basit, Valensiya’dakinden ise gösterişli bir gıda pazarı. Aslında gıda pazarından ziyade atıştırmalık yemekler satan dükkânların bir araya toplandığı bir yer. Pazara girerken yerde oturan bir dilenci İspanyolca bir şeyler sayıklıyor, ilgilenmeyince bizimkinden daha temiz bir Türkçeyle ‘abi, bir ekmek parası atsana’ diyor. Ablacım, sen buralara nasıl geldin, bizim Türk olduğumuzu nerden anladın?



Calle Mayor’dan devam edince yolun sonu Almudena Katedrali ve yanı başındaki Kraliyet Sarayı’na (Palacio Real) çıkıyor.



2004 yılında Prens Felipe ve Letizia’nın evlendiği katedral, son derece modern bir görünüme sahip. 1883 yılında başlanan çalışmalar, finansman sıkıntıları nedeniyle ancak 1993 yılında tamamlanabilmiş. 1993’te Papa John Paul II tarafından vakfedilen katedral, bu özelliği ile dünyada tekmiş. Tipik kiliselerin aksine doğu-batı yönde değil, kuzey-güney yönündedir. Granit ve mermerden inşa edilen katedrali beğendik.



Batı Avrupa’daki en büyük saray olan Palacio Real’in önünde kuyruk var. 16:00’dan sonra giriş ücretsizmiş. Bizde sıraya girerek beklemeye başlıyoruz. Derken bir görevli geliyor ve arkamızda bekleyen Uzakdoğulu turistlere, ücretsiz girişin sadece Avrupa ve Latin Amerika vatandaşlarını kapsadığını, boşuna beklememeleri gerektiğini söylüyor. Görevliye Türkiye’nin Avrupa’dan sayılıp sayılmadığını soruyorum ama ücretsiz giriş sadece Avrupa Birliği vatandaşlarını kapsıyormuş. Elin oğlu bedavaya girerken bize 10 Euro giriş ücreti çekilmesini boykot ediyor ve sarayın arkasındaki Oriente Meydanı’na (Plaza de Oriente) yürüyoruz.



İspanyol krallarının heykellerinin bulunduğu ve geometrik şekillerde budanmış ağaçlarıyla dikkat çeken meydanın biraz aşağısında ise İspanya Meydanı (Plaza de Espana) var.



Meydanın merkezinde ünlü şair ve oyun yazarı Cervantes’in bir anıtı bulunuyor. Anıtın tepesinde ise Cervantes’in taştan bir heykeli var. Bu heykel, bronzdan yapılmış olan Don Kişot ve Sancho Panza karakterlerine bakıyor.

Plaza de Espana’ya geldiyseniz Madrid’in en ünlü ve işlek caddesi olan Gran Via’nın sonundasınız demektir. Cadde üzerinde yüzlerce mağaza, dükkân, otel, restoran, sinema ve tiyatro bulunmaktadır. En dikkat çeken binalar ise amfi tiyatro, konser salonu ve opera binası olarak kullanılan Capitol ile 88 metrelik uzunluğuyla, 1953 yılına kadar Madrid’in en yüksek binası olan Telefonica. Bazı binaların çatıları enteresan ve kimisinde ilginç heykeller de var.

Gran Via’da biraz soluklandıktan sonra dümdüz yürüyerek Cibeles Meydanı’na (Plaza de Cibeles) çıkıyoruz. Meydanın ortasında 1782’de yapılan Kibele Çeşmesi yer alıyor. Neoklasik tarza yapılan çeşme, adını doğa tanrıçası Kibele’den almış. Bu eserde Kibele, iki aslan tarafından çekilen bir araç üzerinde görülüyor.



Meydanın dört bir köşesi 18. ve 20. yüzyılda inşa edilmiş binalar ile dolu. 1777 yılında Alba Dükü tarafından yaptırılan Kibele Sarayı, 1882’de yapımına başlanan İspanya Banka Binası ve 1873 yılında inşa edilen barok tarza sahip Linares Sarayı bu yapılardan bazıları.

Bizim hedefimiz ise Prado Müzesi oluyor. Giriş ücreti 14 Euro olan müze, akşam 18:00 ile 20:00 arası ücretsiz. Vallahi bayağı kanımız ısındı şimdi Madrid’e!

Prado Müzesi’ni gezmek için iki saat tabi ki yetersiz ama denk gelen fırsatı da geri çevirmek olmaz. Vakti zamanında İspanya Kraliçesi, Paris’teki Louvre Müzesi’nden çok etkilenir ve kendi ülkesindeki sanat koleksiyonlarını sergileyebileceği bir yer ister.

Müze içerisinde Velazquez, Goya, Rubens, Raphael ve birçok önemli sanatçının nadide eserleri sergileniyor. Vaktimiz kısıtlı olduğu için müze girişinde edindiğimiz broşürün yardımıyla en ünlü eserlere öncelik veriyoruz.

Müzenin baş tacı olan Valezquez’in Las Meninas’ı ve The Triumph of Bacchus’u, Goya’nın ‘The Naked Maja’sı, Rubens’in ‘The Three Graces’i ve Bosch’un ‘The Garden of Delights’ı görülmeye değer eserlerden yalnızca birkaçı. Sanatla ilgisi olmayanların bile ziyaret etmesi gereken bir müze Prado.

Otele dönerken sabah gördüğüm Katalunya bayraklı çocuğa denk geliyoruz. Önüne geleni çevirip bir şeyler anlatıyor. Uzaktan izliyoruz ne olacak diye. Derken diplerindeki binanın birinci katındaki kameramanı ve biraz uzaktaki fotoğrafçıyı fark edince düşüyor jeton. Kamera şakası yapıyorlarmış meğerse.

Akşam yemeği için Sol Meydanı yakınında bulunan Santa Ana Meydanı (Plaza Santa Ana) tavsiyesi alıyoruz otelimizden. Burası küçük bir medyan ve etrafı kafeteryalar ile çevrili. Civar muhit ise kalburüstü gözüküyor ve ara sokaklarda birçok eğlence mekânı mevcut. Santa Ana Meydanı’nın etrafı hoşumuza gidiyor ve gecenin geç saatlerine kadar buralarda takılıyoruz. 



20.GÜN: MADRİD – PARİS

Gezginler tarafından Barselona, İspanya’nın İstanbul’u kadar eğlenceli ise Madrid’de Ankara’sı kadar sıkıcı olarak betimlenip saman altı edilir genelde ama biz Madrid’i çok beğendik. Ankaralılar sakin olun, başkenti de seviyoruz. Bir gün bile yeterli tüm turistik noktaları gezmek için ve bizim yarım günümüz daha var.

Dışarı çıkmadan evvel ufak bir işimiz var. Paris’te harcayacağımız günlerden birini Disneyland’a ayırdık ama hava durumunu kestiremediğim için biletleri almayı erteleyip durmuştum. Otelimizin bilgisayarlarından birine kuruluyor ve aşağıdaki adreste anlatılan taktiklerden faydalanarak günü birlik ve iki park girişli biletleri kişi başı 60 Euro’ya alıyorum. Bir hafta evvel alsaydık 50 Euro’ya bile düşürebilirdik ama yağmurlu bir günde Disneyland’da olma riskini göze alamadık. Bu sayfada anlatılan metotları kullanarak kendinizi Fransız vatandaşı olarak sisteme tanıtıp taban fiyatlardan bilet alabiliyorsunuz. Farklı ülkelerin vatandaşları için fiyatlar daha yüksek seviyede. http://www.saventravel.com/2013/12/20/disneyland-paris-bilet-fiyatlari/

Metro ile (1,5 Euro/bilet) Retiro durağına ulaşıp Madrid’in en güzel parkını gezeceğiz. Artık kaçıncı defa yazıyorum bilmiyorum ama bu son olacak: Metro biletlerini daha doğrusu her türlü toplu taşıma biletlerini araca bindiğimizde onaylatmayı unutmamak gerek. Otobüste araç içerisindeki makinelerde, tren garlarında peronların başındaki makinelerde, metroda giriş turnikelerinde, gördüğünüz makineye sokun bileti yoksa cezası var. Ha, çok yerde kaçak toplu taşıma kullandık ama yaptığımızı yapmayın, dediğimizi yapın.

Retiro Park’a girmeden evvel Alcala Meydanı’nda (Puerta de Alcala) olduğumuzu fark ediyoruz. Ne kadar da çok meydan varmış Madrid’de?

1774 yılında Kral Charles III’ın bir şehir kapısı yapılmasını salık vermesiyle buradaki anıt yapılmış. Anıtın tepesinde çeşitli heykeller bulunuyor.

Retiro Park’a girmemizle bambaşka bir dünyada buluyoruz kendimizi. Avrupa’da çok park gördük ve Avrupalıların yeşile verdiği değere her gittiğimiz şehirde hayran kaldık ama bu park hakikaten aşmış, almış başını yürümüş. İçerisinde birçok heykel, anıt ve bir de göl bulunan parkta yüzlerce insan spor yapıyor. Bir tarafta koşanlar, diğer tarafta paten kayanlar, bazıları grup halinde boks çalışıyor, diğerleri ise aerobik çalışmasında. Sanırsın ki Madrid’in yarısı bu parkta. Retiro Park’a mutlaka uğrayın ve birkaç saatinizi ayırın.





Paris’e uçağımız akşam 20:15’te ve havalimanına gitmeden yemek yiyelim diyoruz. KFC’de bir şeyler atıştırırken çingene bir çocuk masaya yanaşıp yemek istiyor. Aslında yemek bahane, Batuhan’ın masada duran telefonunu kestirmiş gözüne.  Laf kalabalığı yaparak masadaki kâğıtları telefonun üzerine kapatıyor ve dalgın anımızda kapıp götürecek çaktırmadan. Durumu erken fark ediyoruz ve paketliyoruz kızı. Böylece tüm tatilimiz boyunca başımıza gelen ilk ve tek hırsızlık denemesini kazasız atlatıyoruz.

Atocha Garı’nın önünden kalkan ‘Linea Expres’ otobüsü kişi başı 5 Euro’ya havalimanına götürüyor bizi. Yolculuk süresi bir saatten az sürüyor. 22:30’da iniyoruz Paris Charles de Gaulle Havalimanı’na.

Valizleri aldıktan sonra airbnb’den evini kiraladığımız arkadaş karşılıyor bizi çıkış kapısında. Havalimanından şehir merkezine tren ile ulaşım kişi başı 8 Euro civarı. Gece vakti valizlerle uğraşmayalım diyerek 30 Euro karşılığında anlaşmıştık ev sahibimizle.

Paris’te uygun fiyata konaklayacak yer bulmakta zorlanmıştık. Şehir merkezinde fiyatlar uçuk olduğundan Montmartre’ye yakın bir bölgede konaklamaya karar vermiştik. Gare du Nord ile Montmartre’nin tam ortasında kalan evimizin konumu biraz sakatmış. Afrika nüfusunun yarısının ikamet ettiği bölgede bayağı eğleneceğiz gibi gözüküyor.

3.BÖLÜM İÇİN BURAYA TIKLAYABİLİRSİNİZ.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder