TREN İLE AVRUPA SEYAHATİ VE INTERRAIL NEDİR? (2.BÖLÜM)
1.BÖLÜMÜ KAÇIRDIYSANIZ BURAYA TIKLAYABİLİRSİNİZ.
11.GÜN: NICE – ANTIBES – CANNES – NICE
Bugün ilk olarak
Antibes’i ve ardından Cannes’ı gezeceğiz. Nice’ten Antibes’e tren yolculuğumuz
yarım saatten az sürüyor. Gardan çıktıktan sonra tabelaları takip ediyor ve
birbirinden lüks yatların demirlediği yat limanının kıyısından yürüyerek eski
şehir surlarından giriş yapıyoruz.
Kısa bir süre
sonra Cours Massena sokağındaki Marche Provencal kapalı pazarı
karşılıyor bizi. Bu pazar, yerel çiftçilerin ürettikleri ürünleri sattıkları
bir yer ama sezon sonu olması nedeniyle bizim bulunduğumuz zamanda pek
hareketli değildi. Pazarın iki tarafında kafeterya ve restoranlar bulunuyor.
Çok yakınında ise absinthe içkisinin ufak bir müzesi var.
Antibes, bölgenin
kültür sanat ve rafine zevkler açısından ileri gelen bir kasabası. Birçok
festival yapılıyor Antibes’te ve bunlardan en önemlisi Temmuz ayında düzenlenen,
dünyanın en önemli jazz festivali olarak kabul edilen ‘Jazz a Juan’. İlginç bir
zengin kasabası Antibes ama insanlar kendi halinde. Herhangi bir burnu
havadalık hissetmiyorsunuz.
Sahil tarafına
yürüyerek Picasso Müzesi’ni
buluyoruz. Pazartesi günleri kapalıymış müze. Antibes, geçmişte Picasso ve Max
Ernst gibi ressamların altın yıllarını yaşadığı bir kasaba. Picasso, 1946
yılında Grimaldi Şatosu’nun bir
bölümünü atölye olarak kullanmış ve 150 civarı eserini buraya bağışlamış.
Eski şehrin ara
sokaklarında kayboluyoruz. Aralarda öyle güzel sokaklara denk geliyoruz ki
tatilin en güzel fotoğraflarından bazıları bu sokaklardan çıkıyor.
Yarım günlük
Antibes turundan sonraki durağımız on dakika mesafedeki Cannes oluyor. Uluslararası
Cannes Film Festivali’nin yapıldığı şehrin adını duymayan yoktur herhalde.
Festivalleri,
kumarhaneleri, plajları, deniz ürünleri restoranları, lüks mega yatları ve beş
yıldızlı otelleri burayı özetlemek için yeterli.
Cannes’ı dünya
jet sosyetesinin gözdesi yapan hikâye ise çok eskilere dayanıyor. Bir İngiliz
aristokratı olan Lord Brougham, 1800’lü yıllarda verem olan kızının tedavisi
için Nice’e doğru yola çıkar ama Nice’teki karantina önlemlerinden ötürü o
zamanlar küçük bir balıkçı kasabası olan Cannes’a sığınır.
Bu balıkçı
kasabasının temiz havası ve güzel iklimi kızının iyileşmesine faydalı olur ve
ardından burada bir malikâne yaptırarak dostlarını ağırlar. Buranın kulaktan kulağa yayılan ve dünyaca
tanınan bir yer olmasının hikâyesi bu şekilde başlıyor.
Bir şeyler
atıştırdıktan sonra marinayı ve bitişiğinde bulunan festival alanını gezerek
sahilde turluyoruz. Sahil boyunca yürüyüşümüz esnasında camekânlarında
ilanların asılı olduğu yat satış ofislerine göz gezdiriyoruz. Eski şehir
kısmında ise bir antika pazarı var ve envai çeşit ikinci el eşyalar ile
antikaları inceme şansımız oluyor. Cannes’da yapılacaklar kısıtlı ama
dilerseniz bir kalesi var ve oraya da vakti ayırabilirsiniz.
Akşamüzeri Nice’e
dönerek otelimizin yanındaki süpermarketten biraz alışveriş yapıyoruz. Otelin
ortak kullanım alanları arasında bir de mutfak var. Her milletten insanların
arasında yemeğimizi yapıyoruz. Bu arada süpermarketten alıp buzluğa attığım
biralarda kaçak var. Çok geçmeden bizim biraları yürüten elemanları suçüstü
yakalıyoruz. Az kalsın uluslararası bir krize neden oluyorlardı!
12.GÜN: NICE – EZE – MONTE CARLO –
NICE
Dünkü gezimize
göre ters istikamette görülmesi gereken yerlere gideceğiz. İlk durağımız Eze
kasabası olacak. Eze’ye giden otobüsler Grimaldi
Meydanı’ndan kalkıyormuş daha doğrusu internette öyle okumuştuk.
Evvela tramvay
ile Grimaldi Meydanı’na ulaşıyoruz. Tramvay duraklarında bilet satın alabileceğiniz
makineler var ama kâğıt para kabul etmiyorlar hatırladığım kadarıyla. Ya bozuk
para ile ya da kredi kartı ile satın alabilirsiniz. On kullanımlık çoklu bilet
10 Euro ve farklı kişiler tarafından kullanılabilir. Biz beş kişi olduğumuz
için zaten iki kullanımda bileti tüketiyorduk. Her yolcu için bileti tramvay
içindeki makineye ardı ardına sokup onaylatmayı unutmayın. Nice’te birkaç defa
kaçak biniş yaptık tramvaya ama bir keresinde kontrole de denk geldik.
Grimaldi Meydanı,
adını buranın köklü bir ailesinden alıyor ve bu aile bugün ziyaret edeceğimiz
Monako’yu yönetiyor. Floransa’nın Medici’si varsa Fransız Rivierası’nın da
Grmialdi’si var. Bir sürü kafeteryanın olduğu güzel bir meydandayız. Bizi
Eze’ye götürecek 82 no’lu otobüsün buralarda bir yerde olması lazım ama hiçbir
durakta 82’yi göremiyoruz. Meğerse meydanda dedikleri otobüs meydanın üç sokak
arkasında bir duraktan geçiyormuş. Koştur koştur 10:00 otobüsüne yetişiyoruz. Bu
otobüsü kaçırsak bir dahaki 12:00’de ve günlük planımız alt üst olacak. Tüm
bölgedeki otobüs hatlarının zaman çizelgesine şuradan ulaşmak mümkün. http://www.lignesdazur.com/horaires/?rub_code=23
Eze’ye ya 82
no’lu otobüs ile ulaşabilirsiniz ya da tren ile Eze istasyonuna varıp oradan 83
no’lu otobüs ile tepeye çıkabilirsiniz. 82 no’lu otobüsü seçmenizi öneririm çünkü
Eze’de görülmesi gereken kısım tepede kalıyor ve tren istasyonu sahilde.
Dolayısıyla ya tekrar otobüs kullanacaksınız ya da paşa paşa tırmanacaksınız.
Bu şirin köyün
ilginç hikâyesi de bu patika yoldan geliyor. Şu an daimi olarak 60 kişinin
yaşadığı tarihi köyde bir zamanlar Friedrich Neitzsche’de ikamet etmiş ve
‘Böyle Buyurdu Zerdüşt’ kitabını burada tamamlamış. E, o zamanlar otobüs de
olmayınca demin bahsettiğim patikayı her gün yürüyerek inip çıkarmış. İşte
sürekli kullandığı bu patika yola onun adını vermişler.
Köyün içerisinde
kendinizi ortaçağdaymış gibi hissediyorsunuz. Daracık sokaklar, ahşap kapılar… Chateu Eze Oteli de dâhil olmak üzere
her yerini köşe bucak gezdikten sonra en tepedeki Jardin Exotique botanik bahçesini de ihmal etmiyoruz.
İki saatlik
turumuzun ardından Monako otobüsü için köyün girişindeki durakta beklemeye
başlıyoruz. 112 no’lu otobüs bizi yarım saat gibi bir sürede Monako’ya
götürüyor. Ufukta gözüken II. Louis Stadyumu, Monte Carlo’ya vardığımızın
habercisi oluyordu.
Monako,
Vatikan’dan sonra dünyanın yüzölçümü olarak en küçük ikinci ülkesi ve en zengin
ülkelerinden biridir. Buradaki lüks yaşantıyı her yerde hissedebiliyoruz. Vakit
kaybetmeden ünlü Monte Carlo Casinosu’na
iniyoruz. Bu kadar lüks arabayı bir arada İstanbul’da sadece galeride görürdük
herhalde.
Casinonun
bulunduğu meydandaki meşhur mu meşhur Cafe
de Paris’te soluklandıktan sonra Japon
Bahçeleri’ne (Japanese Garden)
gitmek için sahil kesimine iniyoruz. Mimar Yasuo Beppu tarafından tasarlanan
bahçede pek bir numara yok.
Geri dönerek
Formula 1 Monaco Grand Prix’sinden hatırlayacağınız tünelden geçiyor ve yat
limanına iniyoruz. Buradaki yatlar Cannes’dakileri gölgede bırakıyor. Bu ufak
ülke oldukça engebeli bir alana kurulu olduğu için birçok yerde ücretsiz şehir
içi asansörler bulunuyor. İlk bulduğumuz asansörle yukarı çıkıp eski şehre
gidebilmek için ana caddede otobüs beklemeye başlıyoruz.
1 ve 2 no’lu
otobüs hatları 2 Euro’ya sizi eski şehir kısmına götürüyor. Biletleri otobüs
içinde şoförden almak mümkün ya da bazı duraklarda bulunan otomatlardan da
alınabilir. Kısa bir süre sonra eski Monte Carlo’ya varıyoruz. Burada
içerisinde büyük bir akvaryum bulunan ‘Oceanographic
Museum of Monaco’ varmış. Batuhan, akvaryumu gezmeyi teklif ediyor ama Valensiya’da
daha büyüğünü göreceğimiz için cayıyoruz.
Eski şehrin
sokaklarında yürüyerek Monako Katedrali’ne
varıyoruz. 13.yy’da burada bulunan kilisenin üzerine kurulan katedral, 1875
yılında tamamlanmış. Arkadaş, adamların katedrali bile burjuva işi…
Biraz daha
dolanınca Prenslik Sarayı’nın (Place du Palais) önünde buluyoruz
kendimizi. 18.yy’da yapılmış olan saraya rehberli turlar mevcut. Kraliyet
Ailesi’nin ikametgahı olan sarayın önündeki muhafızlar her gün 11:55’te nöbet
değişim merasimi yapıyorlarmış. Saray meydanındaki panoramik seyir terasından
yat limanı ve Monte Carlo’nun tamamı tüm ihtişamıyla ayaklarınızın altında.
Akşam saatlerinde Nice’e dönerek dinlenmeye çekiliyoruz.
13.GÜN: NICE – BARSELONA
Fransız
Rivierası’nın altını üstüne getirmiş olan ekip bugün Barselona yolcusu.
Yolculuğumuz 12 saat kadar sürecek ve bizim interrail biletlerimiz olduğu için
tren ile gideceğiz. Reha ve Seha’ya ise dün uygun fiyata uçak bileti bulmuştuk
easyjet’ten. Tren ile uçak neredeyse aynı para olunca onlar uçak ile gelmeye
karar verdiler ve gece Barselona’da buluşmak üzere vedalaştık.
İlk aktarmamız
Marsilya’da, ikincisi ise Montpellier’de oldu. Ardından İspanya sınırına yakın
bir noktadaki ufak bir şehir olan Perpignan’da aktarma yapmamız gerekecekti.
Perpignan garı bir alışveriş merkezinin altında ve bir saatlik bekleme süresi
boyunca hem yemek yiyor hem de etrafı geziyoruz. Perpignan’a Fransız şehri
demek garip keza burası bir Katalan şehri ve her yerde bunu hissedebiliyorsunuz.
Bu ufak öğrenci şehri için Salvador Dali dünyanın merkezi Perpignan’dır demiş.
Niye öyle demiş vallahi araştırmadım…
Sıradaki tren
bizi İspanyol, pardon Katalan sınır kasabası Port Bou’ya götürüyor. En son
Fransa’nın Cerbere kasabasında girdiğimiz tünelin diğer ucunda bizi İspanya
bayrakları karşıladı. Port Bou’dan bindiğimiz son tren ile gece 22:00
sıralarında Barcelona Sants garına
vardık.
Metro ile Katalunya Meydanı’na (Placa de Catalunya) varmamız uzun
sürmedi. Barselona metrosu mesafelere göre bölgelere ayrılmış ve fiyatlandırma
buna göre yapılıyor. Turistik alanlar birinci bölge içerisinde ve T-10 olarak adlandırılan on kullanımlık
toplu taşıma bileti 10,30 Euro. İster metroda kullanın ister otobüste.
Kalabalıksanız bu biletler avantajlı çünkü grup olarak ta kullanabiliyorsunuz.
Nasıl bir
zamanlama ayarlamışsak Reha ve Seha’nın havalimanından bindiği servis on dakika
evvel varmış meydana. Buluşarak kalacağımız eve gidiyoruz. Dört gece boyunca
Hector ve Sara’nın evine misafir olacağız. Genç bir çift olan Hector ile Sara,
evlerinin boş odalarını gezginlere kiralıyor ve bulundukları konum Katalunya
Meydanı’na iki dakika mesafede. Bundan merkezi yer mi olur?
Tüm gün yolda
geçti ve yorulduk. Yatıp uyuyalım artık çünkü yarın yorucu geçecek ve güç
toplamamız lazım…
14.GÜN: BARSELONA
Geldik bir aylık
rotamızın ağır toplarından Barselona’ya. Üç tam günümüz olacak bu büyüleyici
şehri talan etmek için. İspanya diyince aklımda sabitleşmiş üç kelime dönüp
dolaşıyor: Tapas, paella ve sangria…
Her gezdiğimiz
yerde yeme içmeden imtina etmeyen ve yerel lezzetleri tatmayı bir görev bilen
bizler için doğru adresteyiz ama önce kültürel ve tarihi kısımdan başlayalım.
Barselona, İspanya’nın en büyük ikinci kenti ve Katalunya bölgesinin başkenti.
İspanya bayrağını bir tek resmi binalarda görebiliyoruz. Onun dışında her
yerde, tüm evlerin balkonlarında Katalunya bayrağı asılı. Katalanlar
kendilerini İspanyol olarak kabul etmiyorlar ve ülkeye kattıkları ekonomik
değerin faydalarını tam anlamıyla alamadıklarını düşünüyorlar. Bu yüzden
bağımsızlık şarkıları çoktandır söylenir olmuş. Zaten yakın zamanda bir
referanduma gidecekler ama İspanyol hükümeti elindeki cevheri kaybetmek
istemiyor. Konuştuğumuz herkes yakın zamanda yapılacak İskoçya bağımsızlık
referandumunun sonucunu merakla beklediklerini ve sıranın artık kendilerine de
geldiğini söylüyor. 2000 yıllık bir tarihe sahip olan kent özellikle 1992
olimpiyatlarından sonra tam bir turist paratoneri olmuş.
İlk durağımız
şehrin kuzeyindeki Parc Guell
olacak. Catalunya istasyonundan bindiğimiz metroyu L3 yeşil hattı üzerinde
bulunan Lesseps durağında terk ediyor ve tabelaların yönlendirmesiyle kısa bir
sürede Parc Guell’in girişlerinden birine varıyoruz.
Barselona
aristokrasisi için inşa edilen parka giriş ücretsiz. Parkın merdivenleri ile
pavillion kısımları Antoni Gaudi tarafından tasarlanmıştır ve inşasında doğal
şekiller ile figürler kullanılmıştır.
Parc Guell’in
inşası bir geliştirme projesi olarak başlamış ve kamuya açık binaların yanı
sıra altmış tane evin inşa edilmesi planlanmış. Ticari olarak başarısız olan
projenin arsası bir süre sonra devlete geçmiş ve 1922 yılında halka açılmış.
Parka giriş
ücretsiz ama iç kısımlarını, pavillion ve içerisindeki eserleri görmek
isterseniz bilet almanız gerek. Ne kadar çok sıra varmış! Uffizi’den sonra bir
daha yapıyoruz aynı hatayı ve online bilet almadığımızdan uzun sıraya girmek
istemiyoruz. Bir daha tövbe, nereye gideceksek online bilet alınacak! http://www.parkguell.cat/en/
Parkın bir
köşesinde kendi halinde bulunan Gaudi
Evi Müzesi’ne ise pek rağbet etmemiş ahali. Kişi başı 5,50 Euro’ya
biletlerimizi alarak bu ufak müzeyi geziyoruz. Bir zamanlar Gaudi’nin yaşadığı
bu ev müze haline getirilmiş ve içeride kendisinin tasarladığı eşyalar ve
çizimlerini görebiliyoruz. Özellikle sandalyeler, oturma grupları, kapı
tokmakları ve çekmece kulplarının tasarımları bir hayli ilginç. İlgili
eşyaların ergonomik kolaylıklarını video gösterileriyle de izleyebiliyorsunuz.
Bu Gaudi biraz değişik bir adam! Hayran kalmamak elde değil…
Parkın üst
kısımlarında sokak sanatçılarına denk geliyoruz ve yerel müzik yapan arkadaşlar
bize keyifli dakikalar geçiriyor. Parkın ücretli kısmı için hala sıra çok fazla
ve vazgeçerek geri dönüyoruz.
L3 yeşil hatta
bulunan Diagonal durağından L5 mavi hatta aktarma yaparak Sagrada Familia’da
iniyoruz. Allahtan biletleri internet sitesinden bu sabah almıştık çünkü
buradaki sıra Vatikan’daki kadar olmasa da en az iki saat kaybettirecekmiş
bize. Online bilet aldığınız çoğu yerde biletlerin çıktısını almanıza bile
gerek yok. E-mail adresinize gelen biletlerin barkotlarını girişteki görevliye
okutun yeter.
Tüm ihtişamıyla
karşımızda dikilen La Sagrada Familia,
tatilin en etkileyici yapıları listesine en tepeden giriş yapıyor. Bu sıra dışı
bazilika, modern mimarinin öncülerinden sayılan Antoni Gaudi’nin ustalık eseri
olarak görülüyor. Gaudi, La Sagrada Familia’nın inşasına 1882 yılında halkın
yardımlarıyla toplanılan bir bütçe ile başlamasına rağmen 1926 yılında bir
tramvayın altına kalarak ölmesinden dolayı bitirememiş. Yüksek kulelerden
sadece bir tanesinin tamamlanmasına şahit olabilen Gaudi, ömrünün son yıllarını
sadece bu bazilikaya adamış. Bazilikanın içyapısını ayakta tutan kolonlar
dallanıp budaklanan ağaçlar şeklinde tasarlanmış ve bu durum yapının içerisine
girdiğinizde sanki bir ormanda dolaşıyormuşsunuz hissi veriyor. Karmaşık mimari
yapısı yüzünden ağır ilerleyen inşaat işlerinin 2022’de tamamlanması planlanıyor
ama bence bu durum daha çok turist çekmek için koz olarak kullanılıyor.
La Sagrada
Familia gerçekten muhteşem bir yapı. İçerisini gezdikten sonra karşısındaki
parkta soluklanıp uzun uzun izliyoruz bu heybetli yapıyı. Bazilika içerisine
giriş biletleri kişi başı 14,80 Euro ama kulelerden birine de çıkmak isterseniz
bu fiyat artıyor. Tüm tarife şurada: http://www.sagradafamilia.cat/sf-eng/docs_serveis/infoTarifesInd.php
Barselona bizi
daha ne kadar kendine hayran bırakabilir derken kendimizi meşhur La Rambla Caddesi’nde buluyoruz. Bizim
İstiklal Caddesi’nden daha geniş ve bol ağaçlı, merkez kısım yayalara açık ama
her iki taraftan da birer şeritli tek yön trafiğin olduğu eğlenceli bir cadde
burası. Büfeler, çiçekçiler, sokak sanatçıları ile dolu cadde Katalunya Meydanı’ndan
başlayıp Kolombus Anıtı’nda sona
eriyor. Cadde üzerindeki önemli gezi
noktalarından biri ise La Boqueria.
La Boqueria, Barselona’nın en ünlü pazarıdır ve
turistlerin de uğrak noktalarından biri. Yerel halk günlük alışverişini
yaparken yabancı turistler tapas bar’lardaki atıştırmalıkları tadıyor. Her
türlü ürünü bulmanın mümkün olduğu pazarın üstü, 1914 yılında şu an görülen
demir yapı ile kapatılmış.
Biraz daha aşağı
yürüyerek bu sefer solumuzda kalan Real
Meydanı’na (Plaza Real)
giriyoruz. Meydan, Casamajo tarafından 19.yy’da tasarlanmış olsa da bir kısmına
Gaudi’nin de eli değmiş. Özellikle Gaudi tasarımı olan sokak lambaları ilgi
çekici. Barselona’nın buluşma noktalarından biri olan meydana daha sonra gece
vakti uğrayacağız.
Real Meydanı’ndan
çıkmamızla birlikte Barselona’nın gotik mahallesine de (El Barri Gotic) giriş yapmış oluyoruz. Meydanın bitişiğindeki Carrer de Ferran Caddesi’nden
ilerlediğimizde evvela bizi Sant Jaume
Meydanı (Placa Sant Jaume) karşılıyor. Meydanın bir tarafında Katalan Hükümet Binası, diğer tarafında
ise Belediye Binası bulunuyor.
Sant Jaume
Meydanı’ndan sola dönüyor ve çok kısa bir sürede Barselona Katedrali’ne varıyoruz. Barselona Katedrali, her ne kadar
La Sagrada Familia’dan sonra biraz sıradan gelse de aslında son derece
etkileyici bir yapı.
1298’de yapımına
başlanan gotik katedralin inşasının büyük kısmı 14.yy’da tamamlanmış. Katedral
etrafında Roma ve Orta Çağ döneminden kalma yapılar dikkat çekiyor. 17:15’ten
sonra girişi ücretsiz olan katedral, iki şapele ayrılan beş koridordan
oluşmaktadır. Aziz Eulalia’nın mezarının da bulunduğu katedrali ziyaret etmeden
evvel tarihçesini okumanızı tavsiye ediyoruz. Avlusundaki beyaz kazlar ile
eğlendiğiniz katedralin çatısına kişi başı 3 euro’ya çıkıp Barselona manzarası
izlemeyi de ihmal etmeyin. Katedralin önündeki meydanda, müzik yapan sokak
sanatçısının gitarı eşliğinde dans eden yaşlı çift bizi adeta mest ediyor.
Acaba biz de böyle olabilecek miyiz?
Akşam yemeği
vakti geldi ve benim ısrarla denemek istediğim bir tapas restoranı var.
Barselona’nın önemli alışveriş ve iş merkezlerini barındıran Passeig de Gracia Caddesi üzerinde Tapas 24 isimli bir restoran var ki
tripadvisor’da methi bayağı bir yürümüş. Katalunya Meydanı’ndan çok ta uzak
olmayan restoranı bulmamız ile bu duruma hak veriyoruz çünkü bu ufak bodrum kat
restoranının kapısında iyi bir kuyruk var. Sıraya girip yarım saat kadar
bekliyoruz ve sonunda masamıza yerleşiyoruz.
Tapaslarımız ile
beraber bir sürahi de sangria sipariş ederek yorucu bir günü keyifli bir yemek
ile noktalıyoruz. Tapas 24 gerçekten keyifli bir restoran ve kişi başı 25-30
Euro’ya lezzetli bir akşam yemeği deneyimi yaşayabilirsiniz. Tapas ve sangria
terimlerine yabancıysanız ufak bir Google araması ile bilgi edinebilirsiniz.
Meyveli bir şarap kokteyli olan sangria bizden tam not aldı. Özellikle deniz
ürünleri içeren tapaslara değinmiyorum bile.
Berna ile
dinlenmek için eve dönerken grubun gençleri Barselona gece hayatını teftiş
etmek için La Rambla üzerindeki BLVD Club’ın yolunu tutuyor.
15.GÜN: BARSELONA
Gençler eve anca
sabaha karşı gelebildi. Anlaşılan o ki Barselona gece hayatı bayağı renkliymiş.
Reha, Seha ve Batuhan’ı uykuda bırakarak Berna ile Gaudi’nin ünlü evlerini
gezmek üzere Passeig de Gracia Caddesi’nin yolunu tutuyoruz. Gezeceğimiz iki
eve de online biletlerimi aldım bu sabah. Yolumuzun üstünde İspanya genelinde
yaygın bir fast food zinciri olan Pans & Company’de kahvaltı yapıyoruz.
Konumumuza daha
yakın olan Casa Battlo ilk başlıyoruz güne. 1877 yılında Antoni Gaudi ve Josep
Maria Jujol tarafından restore edilen bina 1905-1907 yılları arasında tekrar
tasarlanmıştır.
Casa Battlo, mimari açıdan incelendiğinde
tasarımcısının amacının düz çizgilerden kaçınmak olduğu açıkça görülür. Ön
yüzünün büyük bir kısmı kırık seramiklerden simetrik olmayan bir şekilde
yapılmıştır. Çatı kısmı ise bir dinozor ya da ejderhaya benzetilmeye çalışılmış
kavisli bir yapıdadır.
Gaudi’nin elinin
değmesiyle Casa Battlo sanki bir peri masalından fırlamış gibi görünüyor.
Balkonlarındaki kemik görünümlü sütunlar ve üst katlarının kafatası görünümlü
parçalarından ötürü Kemikler Evi (House of Bones) olarak ta anılıyor.
Kişi başı 21.50
Euro’ya ziyaret edilen Casa Battlo’ya yeterli zaman ayırmanızı ve kesinlikle
audio guide ile gezmenizi öneriyoruz. http://www.casabatllo.es/en/online-tickets/
Gaudi’ye bir kez
daha hayran kaldıktan sonra daha ne kadar şaşırabiliriz diyerek Casa Mila’ya
gidiyoruz.
La Pedrara adıyla da anılan Casa Mila’ya giriş kişi başı 20,50 Euro ve burada da kesinlikle
audo guide tavsiye edilir. https://www.lapedrera.com/en/buy-tickets/pedrera-by-day
Gündüz
ziyaretlerinin yanı sıra ‘The Secret Pedrara’ adıyla düzenlenen gece turlarına
da katılmak mümkün. Gaudi’nin La Sagrada Familia’dan sonraki en ünlü eseri olan
Casa Mila, tamamen doğal taşlardan imal edilmiş olup iki avlusu sayesinde her
bölümüne güneş ışığı alır.
1906-1910 arasında
inşa edilen bina, Gaudi hayatını La Sagrada Familia’ya adamadan önce el attığı
son projeymiş. Casa Mila’nın yapılması, zengin bir işadamının Casa Battlo’dan
etkilenip Passeig de Gracia’nın köşesinde bir bina yapılmasını istemesi ile
ortaya çıkar.
İnşa sırasında
çeliğin kullanımı ile düzensiz zemin planları uygulanır. Tavan ve sütunların
ağırlığı bile birbirinden farklıdır. Tüm odaların ışık almasını sağlamak
amacıyla biri yuvarlak diğeri ise oval şekilde iki avlu yapılır. Yapının
balkonları dalgaları andırır.
Casa Mila’nın en
son katı, çatı katı ve çatısı ziyarete açık. Diğer katlarda yaşayanlar olduğu
için sizden yaşayanlara saygılı olmanız ve gürültü yapmamanız isteniyor. Şahsen
Casa Battlo’yu daha çok beğensek te Casa Mila’nın sade ancak sıra dışı çizgilerine
hayran kaldık. Çatı katı içerisinde Gaudi ve tüm projeleri ile alakalı modeller
ve video gösterileri ise oldukça ilgi çekiciydi.
Casa Battlo ve
Casa Mila ziyaretlerinin ardından Barselona gecelerinin üç silahşörleri ile
buluşup İspanya Meydanı’na (Plaza de Espana) gitmek için metroya
iniyoruz. Katalunya Meydanı’ndan L1 kırmızı hattı ve L3 yeşil hattı ile ulaşım
mümkün. Buraya geliş nedenimiz Montjuic
Parkı’nı (Parc de Montjuic) ve Montjuic’in Sihirli Çeşmesi’ni (Font Magica de Montjuic) görebilmek.
İspanya
Meydanı’na yakın olan çeşme, 1929 yılında yapılmış ve belli günler bu çeşmede
renk, ışık ve müzikler ile destekli su oyunları sergileniyor. Saat 19:00
itibariyle gösterinin başlayacağını bekliyorduk ama hem havanın iyice
kararmasını hem de kalabalığın artmasını beklemiş olacaklar ki bayağı bir rötar
yaptı bu güzel çeşmenin gösterisi.
Bölgede bir de
kale var (Castell de Montjuic) ve
dilerseniz teleferik ile 1640 yılında yapılmış olan kaleyi ziyaret
edebilirsiniz.
Akşam yemeği için
tercihimiz yine Passeig de Gracia üzerinde bulunan ve tripadvisor tavsiyeli Tapa Tapa oluyor. Buranın da
tapaslarını bayağı beğendik. Sangria artık milli içeceğimiz oldu sayılır!
Gecenin
kapanışını Barselona’nın sahil kesimindeki ünlü gece kulüplerinde yapmaya karar
veriyoruz. La Rambla üzerinde ne zaman yürüseniz yanınıza birileri yanaşıyor ve
bu kulüplere ücretsiz girebilmeniz için size teklifte bulunuyor. Kabul
ederseniz bileğinize kaşe basıyorlar ve bu kaşeyi göstererek belli bir saate
kadar kulüplere ücretsiz girebiliyorsunuz.
Opium, Shoko gibi
daha ağır gece kulüplerine ücretsiz girmenin yolu ise ‘Shaz Guest List’e
girmek. Facebook sayfasına girip isminizi ve kaç kişi olduğunuzu sayfanın
duvarına yazmak yeterli. Sahildeki gece kulüplerine girerken kılık kıyafete
biraz dikkat etmek gerekiyor özellikle baylar için. Yakalı tişört veya gömlek
ile düzgün bir ayakkabı yeterli olacaktır.
Opium’da sıra beklerken
önümüzde bulunan Avustralyalı gençler sırf bisiklet yaka tişört ile geldikleri
için içeri alınmadılar. Biz ise dört erkek bir bayan sorunsuz bir şekilde her
yere girip çıktık. Ulaşım için ise L4 sarı hat ile Ciutadella durağında inip
sahile doğru yürüyebilirsiniz. Süslenip püslenip metroya mı bineceğiz demeyin
herkes aynı şeyi yapıyor. Dönüş için ise metro belli bir saatten sonra
çalışmadığı için taksi tek seçenek gibi gözüküyor.
16.GÜN: BARSELONA
İki günde bayağı
etraflıca gezmiş olduk Barselona’yı. Bugün serbest gün ve herkes kendi zevkine
göre istediği yeri gezecek. Gençler, Nou Camp turu yapmaya karar veriyorlar.
Biz ise Tibidabo Dağı’na çıkacaktık
ama sabah otobüsü kaçırınca kaldık ortada. Attık kendimizi La Rambla’ya ve
‘şurayı da görmemiz lazım’ kaygısı yaşamadan rahat bir günün keyfini çıkarmaya
karar verdik.
Cadde üzerinde
bulunan ve Avrupa çapında önemli bir opera binası olan Gran Teatre del Liceu’yu gördükten sonra La Boqueria’da vakit
geçirdik. Bir sonraki durağımız ise gotik mahallesinde bulunan ve Barselona’nın
bir başka önemli kilisesi olan Santa
Maria del Pi oldu. 1322 yılında yapımına başlanan kilisenin en büyük
özelliği, dünyadaki en büyük gül pencerelerinden birine sahip olmasıymış.
Gotik mahallesini
koşuşturmadan ve keyfini çıkara çıkara arşınlayarak El Born bölgesine kadar yürüdük ve Santa Maria del Mar Kilisesi ile Picasso Müzesi’ni gezdik.
Reha ile Seha’nın
bu akşam İstanbul’a uçuşları var. Biz ise bu gece de kalarak yarın erkenden
Valensiya yollarına düşeceğiz. Akşam saatlerinde Reha ile Seha’yı uğurlayarak
Real Meydanı’na gidiyoruz.
Meydanda ‘Los Tarantos’ adında bir mekân var ve
burada haftanın belli günleri flamenko gösterileri sergileniyor. Üç gösteri var
arka arkaya ve 22:30’daki şova biletlerimizi alarak Carrer de Ferran Caddesi
üzerindeki Tapatxi’de akşam yemeği
yiyoruz. Bu kez sadece tapas değil paella’da denedik ve özellikle deniz
mahsulleri paellasına tam not verdik. Aslen Valensiya mutfağındanmış paella ve
tesadüfe bakın ki biz de yarın oraya gidiyoruz!
Tapatxi’ye de
geçer not veriyoruz ama fiyatları biraz tuzlu önceki gittiğimiz yerlere göre.
Yemeğin ardından Real Meydanı’nda beklemeye koyuluyoruz gösteri saatini. Real
Meydanı gece daha güzel ve hareketli gündüze göre. Bir de uyuşturucu satıcısı
çok var burada. La Rambla’nın hayat kadınları ile Real Meydanı’nın uyuşturucu
satıcıları turist bellediklerine sırnaşıyor anında.
Los Tarantos’taki
(10 Euro/kişi) yarım saatlik flamenko gösterisini sangrialarımız eşliğinde (8
Euro/sürahi) zevkle izliyoruz. Gösteriyi oldukça beğendik. Bu mekân ile alakalı
tipadvisor’da çok zıt yorumlar yapılmış. Bazı ziyaretçiler tam not verirken
bazıları ise hayal kırıklığı olarak nitelendirmiş. Bunun nedenini şuna
bağlıyorum: Barselona, her ne kadar flamenkonun anavatanı olmasa da bu işin
oldukça profesyonel icra edildiği bir yer dolayısıyla çok etkileyici gösteriler
de izlemeniz mümkün. Eğer daha evvel iyi bir flamenko gösterisi izlediyseniz
Los Tarantos’taki biraz hayal kırıklığı yaratabilir ama bizim gibi hayatınızda
ilk defa flamenko izleyecekseniz gayet tatmin edici bir performans olduğunu
düşünüyorum. Daha profesyonel gösteriler için farklı mekânlarda kişi başı 30-40
Euro arası rakamları gözden çıkarmalısınız.
Barselona’ya âşık
olduk. Eğlendirirken enerji veren, bir yandan tarih ve kültüre doyuran, diğer
yandan rahat günlük hayatı ile insanı yormayan bu şehre bir gün mutlaka tekrar
geleceğiz.
17.GÜN: BARSELONA – VALENSİYA
Valensiya yolcusu
kalmasın! Paella’nın anavatanına gidiyoruz bugün. Barcelona Sants’ta başlayan
yolculuğumuz 3,5 saat sürecek ve Valencia
Estacio del Nord garında sona erecek. İspanya’da tren için supplement
ödememek imkânsız gibi. Büyük şehirler arasında genellikle hızlı trenler
çalışıyor ve supplement (rezervasyon ücreti) ödemek gerekiyor. Biz de önceki
gün Sants’tan yaptırmıştık rezervasyonlarımızı kişi başı 10 Euro’ya.
Estacio del
Nord’a varır varmaz sonraki durağımız olan Madrid için rezervasyonlarımızı
yaptırıyoruz. Ne kadar ödediğimizi not almayı unutmuşum ancak öncekinden daha
ucuzdu tahminimce. Avrupa’nın diğer ülkelerinde rezervasyonlu trenlere boş koltuk
bulurum, bulamazsam da bir köşede takılırım diyerek binenler oluyor ancak
İspanya’da durum biraz farklı.
Rezervasyon kartı ile interrail bileti kontrolü daha siz trene binmeden evvel, peronların başında
kurulu seyyar bankolarda yapılıyor ve rezervasyonu olmayanı trene almıyorlar.
İspanya’da rezervasyonlu trene binecekseniz o ücret mutlaka ödenecek.
Gardan çıkar
çıkmaz en yakın metro durağını buluyor ve otelimize gidiyoruz. Valensiya’daki
metro sistemi şu ana kadar gördüklerimizden biraz farklı. Farklı hatlarda
çalışan metrolar aynı duraktan geçebiliyor ve ilk gelen metroya binmeden evvel
istasyondaki elektronik panele bakarak doğru metroya bindiğinizden emin olmak
gerek. Diğer bir fark ise metro biletlerini (1,5 Euro) gişeye sokarak değil
manyetik alana okutarak kullanıyorsunuz. 10 kullanımlık ‘Bono Travel Card’ turistler için ideal ve fiyatı 9 Euro.
Çantaları
bırakarak kendimizi Valensiya’nın en ünlü meydanı olan Reina Meydanı’na (Placa de
la Reina) atıyoruz. Meydan’ın en önemli yapısı tabi ki Valensiya Katedrali. Le Sue
adıyla da tanınan katedral aslında bir cami olarak yapılmaya başlanmış ama daha
bitirilemeden kiliseye dönüştürülmüş. Yapının bulunduğu yerde daha önce bir
Vizigot kilisesinin bulunduğu söylenir. Yapımı uzun yıllar sürdüğü için birçok
farklı kültür ve mimarı akımdan nasibini almış. Katedralin en ilgi çeken yeri,
İsa’nın ‘son akşam yemeğinde kullandığı kâse’nin muhafaza edildiği şapeldir.
Katedralin bir de
ismi şirin ama kendisi heybetli bir çan kulesi var ‘Miguelet’ denen. Kişi başı 2 Euro ödeyerek kulenin tepesine
çıkıyor ve muhteşem Valensiya manzarası eşliğinde gezeceğimiz yerleri bulmaya
çalışıyoruz. Katedralin arkasında ise güzel bir çeşmesi bulunan Virgen Meydanı (Placa de la Virgen)
var.
Tarihi şehir (El Carmen) bölgesine girmemiz uzun
sürmüyor ve yolumuzun üzerinde tarihi ipek çarşısı La Lonja’ya denk geliyoruz. UNESCO tarafından Dünya Mirasları
listesine alınan ipek pazarı 1469 yılında kurulmuş ve günümüzde de faaliyetini
sürdürmektedir.
El Carmen
bölgesinde görülebilecek bir diğer turistik nokta ise Mercado Central olabilir. Barselona’daki La Boqueria gibi bir gıda
pazarı burası ama La Boqueria’dan sonra biraz vasat kalınca pek ilgimizi
çekmedi.
1281 yılına
tarihlenen Carmen Kilisesi’ni (Iglesia Convento del Carmen) tarihi
şehir içerisinde bulmak kolay olmayabilir çünkü bu kilisenin pek turistik bir
statüsü yok. Cephesi klasik ve barok özellikler taşıyan kilise, sessiz bir
meydanda kendi halinde zamana meydan okuyor.
El Carmen’e, Serranos Kapıları’ndan (Torres de Serranos) veda ederek Turia Nehri’nin şehir merkezinden geçen
eski yatağına ulaşıyoruz. 1957 yılında Turia Nehri sularının aşırı derecede
yükselmesi nedeniyle Valensiya’da büyük bir sel felaketi yaşanmış ve nehir
yatağının yönünün değiştirilmesine karar verilmiş. Şehir merkezinde kalan eski
nehir yatağı ise günümüzde Jardin
Bahçeleri’nin de bulunduğu kocaman bir yeşil alan olarak değerlendiriliyor.
Tüm Valensiya
ahalisi akşam sporu için burada ve her tarafta koşanlar, bisiklet sürenler,
köpeklerini gezdirenler var. Keşke bizde olaydı böyle bir alan da hemen AVM ya
da Topçu Kışlası yapaydık! Nasıl gelmemiş akıllarına?
Temiz hava ve
spor yapan insanları görmek o kadar hoşumuza gidiyor ki Sanat ve Bilim Merkezi’ne (Ciudad
de las Artes y las Ciencias) kadar yürüyoruz. Bilim kurgu filmlerinden
fırlamış beş ana binadan oluşan tesis, şehre yenilikçi bir değer katıyor.
18.GÜN: VALENSİYA
Valensiya’daki
ikinci günümüz için iki ayrı etkinliğe online bilet aldık. İlk olarak ClueHunter Valencia isimli oyun
odasında dedektifçilik oynayacağız. Ardından Sanat ve Bilim Şehri’ne gideceğiz.
Monte Carlo’da Batuhan’ı zor tutmuştum akvaryuma girmemesi için ve bugün
gideceğimiz Avrupa’nın en büyük akvaryumunun hayaliyle ikna edebilmiştim.
ClueHunter’da 2
ila 5 kişilik bir takım olarak bir saat boyunca bir oyun odasına
kapatılıyorsunuz ve çeşitli ipuçlarından faydalanarak gizemli bir cinayeti
çözmeye çalışıyorsunuz. Zorluk derecesine göre farklı iki oyun odası var ve
bizim gibi çaylaklara kolay olanı tavsiye ediyorlar. Oyuncu sayısına
bakılmaksızın 44 Euro’luk bir bedeli olan etkinlikte güzel vakit geçirdiğimizi
söylemeliyim. http://www.cluehunter.es/en
Torres de
Serranos’un önünden 95 no’lu otobüse (1,5 Euro/bilet) binerek kısa bir sürede Sanat ve Bilim Şehri’ne varıyoruz. Komplekste
gezilecek üç ana bina var. Bilim Müzesi,
Oceanopraphic ve Hemisferic’in
üçünü de kapsayan bileti yüzde 10 online indirimi ile kişi başı 32,62 Euro’dan
almıştık.
İlk olarak Bilim
Müzesi’ni geziyoruz ama burası bayağı bir sıkıcı. Daha doğrusu içeride bulunan
her şey ilkokul talebelerine hitap edecek tarzda düzenlenmiş deneysel
oyuncaklar ve çeşitli makinelerin çalışma prensiplerini anlatan düzeneklerden
ibaret.
Bilim Müzesi
sarmayınca asıl merak ettiğimiz Oceanographic’e gidiyoruz. Avrupa’nın en büyük
akvaryumu olan Oceanopraphic, verdiğimiz parayı fazlasıyla hak ediyor. Tematik
akvaryumların bazılarında tropikal balıklar, bazılarında devasa köpekbalıkları
ve vatozlar, bir diğerinde penguenler, sonrakinde ise memeli su canlıları
görüyoruz. Memelisinden kabuklusuna, yumuşakçasından çeşit çeşit mercanına
kadar envai çeşit deniz canlıları sadece birkaç santimetre uzağınızda duruyor.
Sadece deniz canlıları mı var Oceanopraphic’te? Hayır, türlü türlü balıkçıl
kuşlar ve devasa boyutlardaki kara kaplumbağalarını da yakından görme şansımız
oluyor.
Oceanographic’in
bir diğer sürprizi ise akşama doğru gösterisi yapılan yunus şovları. Yaklaşık
bir saat süren şovda oldukça keyifli vakit geçirdik.
Görülmeye değecek
bir diğer tesis ise Hemisferic. Şu ana kadar yaşadığınız tüm sinema
deneyimlerini unutun. 9D sinema, 10D sinema falan, onları da unutun.
Hemisferic’te kocaman bir kürenin içerisine giriyorsunuz ve 180 derecelik
devasa bir oval perdede alışılmışın dışında bir sinema deneyimi yaşıyorsunuz.
Çeşitli konularda filmler mevcut ve biletinizi alırken hangi filme girmek
istediğinizi seçerek gösteri saatinde salona gidiyorsunuz. Biz, uzay çalışmalarının
ve dünyadaki en büyük teleskopların konu edildiği ‘Hidden Universe’ isimli
filmi izledik. Doğal hayat ya da hayvanlar ile alakalı bir filmin bu sinema
salonunda daha eğlenceli olacağını düşünüyorum.
Eğlenceli bir
günün ardından akşam yemeği için Virgen Meydanı’na dönüyoruz. Gözümüze
kestirdiğimiz bir restoranda tapas ve paella ağırlıklı yemeğimizin ardından
otelimize dönüyoruz. Paella için Valensiya’dan büyük beklentilerim vardı ama
Barselona’da yediklerimizin yanında vasat kaldı. Belki de dandik bir restorana
denk geldik, bilemiyorum.
Valensiya, tarihi
mirasıyla ünlü bir şehir. Renkli festivalleri, altın kumlu plajları, şehre özgü
paella yemeği, hiç bitmeyen gece hayatı ve portakal ağaçlarıyla ün salmış bu
şehri biraz sıkıcı bulduk. Valensiya’ya yazın gelip plajlarının ve gece
hayatının tadını çıkarmak gerek. Ekim ayı olması nedeniyle ikisinden de uzak
kaldık.
19.GÜN: VALENSİYA – MADRİD
Valencia Estacio
del Nord’dan Madrid Atocha garına
yolculuğumuz iki saat sürüyor. İspanyol RENFE’nin
hızlı trenlerini sevmeye başladık. Yer yer 300 km/h hıza ulaşan trenler son
derece konforlu.
Atocha tren
garından Hotel Buelta’ya yürümemiz on dakika sürüyor. Garın önünde, beline
Katalunya bayrağı bağlamış ve üzerinde ‘bağımsız Katalunya’ yazan genç
dikkatimi çekiyor. ‘Oğlum, burası Barselona değil Madrid. Adamın bir yerinden
kan alırlar kan’ diyerek uzaklaşıyoruz.
Hotel Buelta,
gara yakın ama gezilecek yerlere göre çok merkezi olmayan bir konumda olmasına
rağmen dibinde metro istasyonu var ve Madrid’in görülecek tüm turistik
noktalarından illa ki metro geçiyor.
Metroya
bindiğimiz gibi beş dakikada Sol Meydanı’ndayız. Puerto del Sol, Madrid’in en ünlü, en işlek meydanı ve bir diğer
önemli meydan olan Mayor Meydanı’na (Plaza Mayor) çok yakın. Sol Meydanı,
günümüzdeki görünümünü 1854-1860 yılları arasında yapılan yenileme
çalışmalarına borçluymuş.
Meydanın
ortasında Kral Charles III’ın at üstünde görüldüğü bir heykeli var. Diğer
önemli bir eser ise Ayı ve Çilek Ağacı (El Oso y El Madromo) heykelidir. Puerto
del Sol’un güney tarafında ‘Real Casa de Correos’ olarak bilinen yapıya ait bir
saat kulesi var. 18.yy’da, buradaki postanenin bir parçası olarak inşa edilen
saat kulesi, yeni yıl kutlamalarında da geri sayım için kullanılıyor.
Calle Mayor Caddesi’nde ilerleyerek Plaza Mayor’a
ulaşıyoruz. 129 metre uzunluğunda ve 94 metre genişliğindeki meydan, Habsburg
döneminde inşa edilmiş. Geometrik olarak tarih boyunca şekilden şekle girmiş
olan ve ismi birçok defa değişen meydanın son haline 1853 yılında karar
verilmiş. Meydanın ortasında Felipe III’nin heykeli bulunuyor.
İspanyol Sivil
Savaşı sırasında idamlar, yargılamalar, taç giyme törenleri, boğa güreşleri
gibi olaylara tanıklık eden meydan günümüzde turistlerin en uğrak noktalarından
biri haline gelmiş. Etraftaki restoranlarda Madrid’in meşhur yemeği ‘kalamarlı
sandviç’i görüyoruz. Ekmek arası kalamarlarımızı alarak yürümeye devam
ediyoruz.
Çok geçmeden Mercado de San Miguel’in önüne
çıkıyoruz. Burası, Barselona’dakinden basit, Valensiya’dakinden ise gösterişli
bir gıda pazarı. Aslında gıda pazarından ziyade atıştırmalık yemekler satan dükkânların
bir araya toplandığı bir yer. Pazara girerken yerde oturan bir dilenci
İspanyolca bir şeyler sayıklıyor, ilgilenmeyince bizimkinden daha temiz bir
Türkçeyle ‘abi, bir ekmek parası atsana’ diyor. Ablacım, sen buralara nasıl
geldin, bizim Türk olduğumuzu nerden anladın?
Calle Mayor’dan devam edince yolun sonu Almudena
Katedrali ve yanı başındaki Kraliyet
Sarayı’na (Palacio Real)
çıkıyor.
2004 yılında
Prens Felipe ve Letizia’nın evlendiği katedral, son derece modern bir görünüme
sahip. 1883 yılında başlanan çalışmalar, finansman sıkıntıları nedeniyle ancak
1993 yılında tamamlanabilmiş. 1993’te Papa John Paul II tarafından vakfedilen
katedral, bu özelliği ile dünyada tekmiş. Tipik kiliselerin aksine doğu-batı
yönde değil, kuzey-güney yönündedir. Granit ve mermerden inşa edilen katedrali
beğendik.
Batı Avrupa’daki
en büyük saray olan Palacio Real’in önünde kuyruk var. 16:00’dan sonra giriş
ücretsizmiş. Bizde sıraya girerek beklemeye başlıyoruz. Derken bir görevli
geliyor ve arkamızda bekleyen Uzakdoğulu turistlere, ücretsiz girişin sadece
Avrupa ve Latin Amerika vatandaşlarını kapsadığını, boşuna beklememeleri
gerektiğini söylüyor. Görevliye Türkiye’nin Avrupa’dan sayılıp sayılmadığını
soruyorum ama ücretsiz giriş sadece Avrupa Birliği vatandaşlarını kapsıyormuş.
Elin oğlu bedavaya girerken bize 10 Euro giriş ücreti çekilmesini boykot ediyor
ve sarayın arkasındaki Oriente Meydanı’na
(Plaza de Oriente) yürüyoruz.
İspanyol
krallarının heykellerinin bulunduğu ve geometrik şekillerde budanmış
ağaçlarıyla dikkat çeken meydanın biraz aşağısında ise İspanya Meydanı (Plaza de Espana) var.
Meydanın
merkezinde ünlü şair ve oyun yazarı Cervantes’in bir anıtı bulunuyor. Anıtın
tepesinde ise Cervantes’in taştan bir heykeli var. Bu heykel, bronzdan yapılmış
olan Don Kişot ve Sancho Panza karakterlerine bakıyor.
Plaza de
Espana’ya geldiyseniz Madrid’in en ünlü ve işlek caddesi olan Gran Via’nın sonundasınız demektir.
Cadde üzerinde yüzlerce mağaza, dükkân, otel, restoran, sinema ve tiyatro
bulunmaktadır. En dikkat çeken binalar ise amfi tiyatro, konser salonu ve opera
binası olarak kullanılan Capitol ile 88 metrelik uzunluğuyla, 1953 yılına kadar
Madrid’in en yüksek binası olan Telefonica. Bazı binaların çatıları enteresan
ve kimisinde ilginç heykeller de var.
Gran Via’da biraz
soluklandıktan sonra dümdüz yürüyerek Cibeles
Meydanı’na (Plaza de Cibeles)
çıkıyoruz. Meydanın ortasında 1782’de yapılan Kibele Çeşmesi yer alıyor.
Neoklasik tarza yapılan çeşme, adını doğa tanrıçası Kibele’den almış. Bu eserde
Kibele, iki aslan tarafından çekilen bir araç üzerinde görülüyor.
Meydanın dört bir
köşesi 18. ve 20. yüzyılda inşa edilmiş binalar ile dolu. 1777 yılında Alba
Dükü tarafından yaptırılan Kibele Sarayı, 1882’de yapımına başlanan İspanya
Banka Binası ve 1873 yılında inşa edilen barok tarza sahip Linares Sarayı bu
yapılardan bazıları.
Bizim hedefimiz
ise Prado Müzesi oluyor. Giriş
ücreti 14 Euro olan müze, akşam 18:00 ile 20:00 arası ücretsiz. Vallahi bayağı kanımız
ısındı şimdi Madrid’e!
Prado Müzesi’ni
gezmek için iki saat tabi ki yetersiz ama denk gelen fırsatı da geri çevirmek
olmaz. Vakti zamanında İspanya Kraliçesi, Paris’teki Louvre Müzesi’nden çok
etkilenir ve kendi ülkesindeki sanat koleksiyonlarını sergileyebileceği bir yer
ister.
Müze içerisinde
Velazquez, Goya, Rubens, Raphael ve birçok önemli sanatçının nadide eserleri
sergileniyor. Vaktimiz kısıtlı olduğu için müze girişinde edindiğimiz broşürün
yardımıyla en ünlü eserlere öncelik veriyoruz.
Müzenin baş tacı
olan Valezquez’in Las Meninas’ı ve The Triumph of Bacchus’u, Goya’nın ‘The
Naked Maja’sı, Rubens’in ‘The Three Graces’i ve Bosch’un ‘The Garden of
Delights’ı görülmeye değer eserlerden yalnızca birkaçı. Sanatla ilgisi
olmayanların bile ziyaret etmesi gereken bir müze Prado.
Otele dönerken
sabah gördüğüm Katalunya bayraklı çocuğa denk geliyoruz. Önüne geleni çevirip
bir şeyler anlatıyor. Uzaktan izliyoruz ne olacak diye. Derken diplerindeki
binanın birinci katındaki kameramanı ve biraz uzaktaki fotoğrafçıyı fark edince
düşüyor jeton. Kamera şakası yapıyorlarmış meğerse.
Akşam yemeği için
Sol Meydanı yakınında bulunan Santa Ana
Meydanı (Plaza Santa Ana) tavsiyesi alıyoruz otelimizden. Burası küçük bir
medyan ve etrafı kafeteryalar ile çevrili. Civar muhit ise kalburüstü gözüküyor
ve ara sokaklarda birçok eğlence mekânı mevcut. Santa Ana Meydanı’nın etrafı
hoşumuza gidiyor ve gecenin geç saatlerine kadar buralarda takılıyoruz.
20.GÜN: MADRİD – PARİS
Gezginler
tarafından Barselona, İspanya’nın İstanbul’u kadar eğlenceli ise Madrid’de
Ankara’sı kadar sıkıcı olarak betimlenip saman altı edilir genelde ama biz
Madrid’i çok beğendik. Ankaralılar sakin olun, başkenti de seviyoruz. Bir gün
bile yeterli tüm turistik noktaları gezmek için ve bizim yarım günümüz daha
var.
Dışarı çıkmadan
evvel ufak bir işimiz var. Paris’te harcayacağımız günlerden birini
Disneyland’a ayırdık ama hava durumunu kestiremediğim için biletleri almayı
erteleyip durmuştum. Otelimizin bilgisayarlarından birine kuruluyor ve
aşağıdaki adreste anlatılan taktiklerden faydalanarak günü birlik ve iki park
girişli biletleri kişi başı 60 Euro’ya alıyorum. Bir hafta evvel alsaydık 50
Euro’ya bile düşürebilirdik ama yağmurlu bir günde Disneyland’da olma riskini
göze alamadık. Bu sayfada anlatılan metotları kullanarak kendinizi Fransız
vatandaşı olarak sisteme tanıtıp taban fiyatlardan bilet alabiliyorsunuz.
Farklı ülkelerin vatandaşları için fiyatlar daha yüksek seviyede. http://www.saventravel.com/2013/12/20/disneyland-paris-bilet-fiyatlari/
Metro ile (1,5
Euro/bilet) Retiro durağına ulaşıp Madrid’in en güzel parkını gezeceğiz. Artık
kaçıncı defa yazıyorum bilmiyorum ama bu son olacak: Metro biletlerini daha
doğrusu her türlü toplu taşıma biletlerini araca bindiğimizde onaylatmayı
unutmamak gerek. Otobüste araç içerisindeki makinelerde, tren garlarında
peronların başındaki makinelerde, metroda giriş turnikelerinde, gördüğünüz
makineye sokun bileti yoksa cezası var. Ha, çok yerde kaçak toplu taşıma
kullandık ama yaptığımızı yapmayın, dediğimizi yapın.
Retiro Park’a
girmeden evvel Alcala Meydanı’nda (Puerta de Alcala) olduğumuzu fark
ediyoruz. Ne kadar da çok meydan varmış Madrid’de?
1774 yılında Kral
Charles III’ın bir şehir kapısı yapılmasını salık vermesiyle buradaki anıt yapılmış.
Anıtın tepesinde çeşitli heykeller bulunuyor.
Retiro Park’a girmemizle bambaşka bir dünyada
buluyoruz kendimizi. Avrupa’da çok park gördük ve Avrupalıların yeşile verdiği
değere her gittiğimiz şehirde hayran kaldık ama bu park hakikaten aşmış, almış
başını yürümüş. İçerisinde birçok heykel, anıt ve bir de göl bulunan parkta
yüzlerce insan spor yapıyor. Bir tarafta koşanlar, diğer tarafta paten
kayanlar, bazıları grup halinde boks çalışıyor, diğerleri ise aerobik
çalışmasında. Sanırsın ki Madrid’in yarısı bu parkta. Retiro Park’a mutlaka
uğrayın ve birkaç saatinizi ayırın.
Paris’e uçağımız
akşam 20:15’te ve havalimanına gitmeden yemek yiyelim diyoruz. KFC’de bir
şeyler atıştırırken çingene bir çocuk masaya yanaşıp yemek istiyor. Aslında
yemek bahane, Batuhan’ın masada duran telefonunu kestirmiş gözüne. Laf kalabalığı yaparak masadaki kâğıtları
telefonun üzerine kapatıyor ve dalgın anımızda kapıp götürecek çaktırmadan.
Durumu erken fark ediyoruz ve paketliyoruz kızı. Böylece tüm tatilimiz boyunca
başımıza gelen ilk ve tek hırsızlık denemesini kazasız atlatıyoruz.
Atocha Garı’nın
önünden kalkan ‘Linea Expres’
otobüsü kişi başı 5 Euro’ya havalimanına götürüyor bizi. Yolculuk süresi bir
saatten az sürüyor. 22:30’da iniyoruz Paris Charles de Gaulle Havalimanı’na.
Valizleri
aldıktan sonra airbnb’den evini kiraladığımız arkadaş karşılıyor bizi çıkış
kapısında. Havalimanından şehir merkezine tren ile ulaşım kişi başı 8 Euro
civarı. Gece vakti valizlerle uğraşmayalım diyerek 30 Euro karşılığında
anlaşmıştık ev sahibimizle.
Paris’te uygun
fiyata konaklayacak yer bulmakta zorlanmıştık. Şehir merkezinde fiyatlar uçuk olduğundan Montmartre’ye yakın bir bölgede konaklamaya karar vermiştik. Gare du
Nord ile Montmartre’nin tam ortasında kalan evimizin konumu biraz sakatmış.
Afrika nüfusunun yarısının ikamet ettiği bölgede bayağı eğleneceğiz gibi
gözüküyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder