25 Kasım 2013 Pazartesi

Balkanlar Gezisi (Ekim 2013) ...Zagreb, Plitvice Milli Parkı, Saraybosna, Mostar, Dubrovnik, Kotor, Budva, Bar, Ulcinj, Tiran.


Balkanlar: Bizden yerler, bizden insanlar... (2.BÖLÜM)

BİRİNCİ BÖLÜMÜ KAÇIRDIYSANIZ BURAYA TIKLAYIN.

8.GÜN: ZAGREB – PLITVICE MILLI PARKI

Koca bir günümüz var Zagreb’i dolaşmak için. Hostelde yaptığımız kahvaltının ardından valizlerimizi alarak sıcakkanlı ve yardımsever resepsiyonist ile vedalaşıyoruz. Valizleri arabaya bırakıyoruz çünkü bu akşam Plitvice Milli Parkı’na gideceğiz.

Zagreb, Kaptol ve Gradec şehirlerinin neredeyse aralarında savaşa kadar gidebilecek sayısız gerginliklerinin ardından 1851 yılında birleşmesiyle oluşmuş. 1242 yılında her iki şehir de Cengiz Han’ın saldırıları nedeniyle büyük yıkıma uğramış. Kentte 1699 yılında bir üniversite açılmış. 17. ve 18.yy’larda ise veba salgınları nedeniyle büyük acılar çekilmiş. 20.yy’da sanayi ile birlikte kentin nüfusu artmaya başlamış.

Günümüzde ise Zagreb, Gornji Grad (Yukarı Şehir) ve Donji Grad (Aşağı Şehir) olmak üzere iki kısma ayrılmakta. Kaptol ve Gradec bölgeleri, kentin ortaçağdan kalan eserlerinin yoğunlaştığı Gornji Grad bölümünde yer alıyor. Donji Grad kısmında ise devlet başkanının makamı olan Banski Dvori binası ve diğer resmi binalar, müzeler yer almakta.

Bizim önceliğimiz tarihi ehemmiyetinden dolayı Gornji Grad. Bunun için ilk olarak Ban Josipa Jelacica Meydanı’na bağlanan Ilica Caddesi üzerindeki tarihi füniküleri buluyoruz. Zagreb’in İstiklal Caddesi’nin de Ilica Caddesi olduğuna kanaat getiriyoruz.



Uspijaca denilen tarihi fünikülere binerek bir dakikadan kısa bir sürede Gornji Grad’a ulaşıyoruz. Burası dünyanın en kısa toplu taşıma teleferiğiymiş. Biletler kişi başı 4 HRK. Teleferiğin hareket etmesi için dolmasını beklemek gerekiyor ama aceleniz varsa daha pahalı bir tarife ile şahsınıza özel bir teleferik keyfi de yaşayabilirsiniz.

Füniküler ile yukarı çıktığımızda bizi Strossmartre Parkı ve Lotrscak Kulesi karşılamakta. Hırsız Kulesi olarak ta anılan Lotrscak Kulesi’ne giriş kişi başı 20 HRK. Tarihi 13.yy’a kadar dayanan kuleden her öğlen sembolik top atışı yapılmaktadır. Yüz yılı aşkın süredir yapılan top atışları, halkın saatlerini doğru ayarlayabilmesi içinmiş.



Ahşap ve dik merdivenlerden kulenin tepesine tırmanıyoruz. Her katta kule ve Zagreb’e ait eski fotoğrafların sergilendiği bölümler var. Kulenin tepesinden Zagreb manzarası harika gözüküyor.

Kulenin dibindeyken tarihi füniküleri arkanıza alarak sağdaki sokağa girerseniz sizi St. Katerina Kilisesi karşılayacak. Dümdüz yukarı doğru çıkarsanız ise güzelliği ile göz kamaştıran St. Mark Kilisesi var.  St. Mark Kilisesi’ne doğru yürürken solumuzda kalan ‘Croatian Museum of Naive Art’ı (Hırvat Naif Sanat Müzesi) ziyaret ediyoruz. Giriş için kişi başı 20 HRK ödenen müzede, Hırvat naif sanatçılarının 80 kadar eserini görmek mümkün.

1952’de kurulan müze, dünyanın ilk naif sanat müzesi olarak kabul ediliyor. Daha çok komünist rejimde etkili olan bu tarza sahip eserlerde, kırsal yaşam, üretim ilişkileri ve insan psikolojisi gibi konulara yer verilmiş. Özellikle cam üzerine yağlı boya ile yapılan eserlerde, resmedilen naif figürlerin derinliklerinde saklı gerçekliğe hayran kaldık.

Bizden geçer not alan müzenin ardından St. Mark Kilisesi’ne (Crkva sv. Marka) yöneliyoruz. 13.yy’da inşa edilen kilise, ilk olarak romanesk tarzda yapılmış olsa da günümüzde gotik mimari çizgiler taşıyor. Zagreb’in sembol yapılarından biri olan kilisenin en dikkat çekici özelliği ise bir yanda Zagreb’i, diğer yanda Slovenya, Hırvatistan ve Dalmaçya Üçlü Krallığı’nı temsil eden seramiklerle oluşturulmuş bayrakların bulunduğu çatısı.




Taş Geçit’ten geçmeden evvel St. Katerina Kilisesi’ni de görelim diyoruz. St. Katerina Kilisesi, St. Mark Kilisesi, Taş Geçit, Lotrscak Kulesi, Strossmartre Parkı ve tarihi fünikülerin hepsi birbirine 3-5 dakika mesafede.

14.yy’da inşa edilen St. Katerina Kilisesi’nin (Crkva sv. Katarine) bahçesindeki seyir terasında biraz fotoğraf çektikten sonra Taş Geçit’e yöneliyoruz. Taş Geçit (Kamenita Vrata) oldukça enteresan bir yer. Burası, duvarında Meryem Ana ve Hz.İsa’nın bebeklik halinin resimlerinin bulunduğu ve yerli halkın geçerken dua edip mum yaktıkları bir geçit.



Birkaç fotoğraf çektiğimiz geçitten sessizce aşağı inerek Radiceva Sokağı’na çıkıyoruz ve bu sokağın paralelinde bulunan, günlük hayatın kalbinin attığı Tkalciceva (Tkalca) Sokağı’na varıyoruz.



Radiceva Sokağı ve Tkalciceva Sokağı’nı birbirine bağlayan Kravi Most (Bloody Bridge) isimli bir ara sokak var. Aslında burada zamanında bir köprü varmış ve Kaptol ile Gradec şehirlerini birbirinden ayırırmış. 1899 yılında tasfiye edilen köprü, çevredeki su değirmenlerinin kullanım hakları için iki şehrin ahalisi arasında kanlı tartışmalara ev sahipliği yaptığı için ismi ‘Kanlı Köprü’ olarak kalmış.

Yarım günlük yürüyüşün yorgunluğu atmak için Tkalciceva Sokağı üzerindeki sayısız kafeteryalardan birinde mola vererek iki Ozujsko bira (30 HRK) sipariş ediyoruz. Tkalciceva Sokağı, tarihte meyhaneler ile dolu bir sokakmış. Günümüzde ise pek çok restoran ve kafeteryaya ev sahipliği yaparak aileler ve gençlerin ilgisini çekiyor.

Sıradaki durağımız Dolac Pazarı üzerinden Zagreb Katedrali. Dolac Pazarı, her çeşit meyve ve sebze, şarküteri ürünleri, giyim kuşam ve hediyelik eşyaların satıldığı bir açık hava halk pazarı. Avrupa’nın en ünlü halk pazarlarından biri olan bu alandaki seyyar satıcıların birinden magnet almak istiyoruz. Magneti alıyoruz almasına ama öyle parayı verdim hadi bana eyvallah yok! Pazarda da olsanız bakkaldan da çıksanız alışveriş fişinizi almadan hiç bir yere kaybolamazsınız. Hırvatistan’ın henüz birkaç ay önce AB üyesi olduğundan bahsetmiş miydim?



Sonunda ihtişamlı görüntüsü ile Zagreb Katedrali’ne (Kaptol) varıyoruz. Katedralin iki ana kulesi, yakın zamanda yapılacak kutlamalar çerçevesinde sırayla bakıma alınmış. Kulelerden biri örtülü olmasına rağmen güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş bu heybetli yapı.

Neo-gotik stilde restore edilerek bugünkü halini almış olan katedralin kulelerinin her birinin yüksekliği tam 105 metre. Hiç vakit kaybetmeden hızlı adımlar eşliğinde içeri giriyoruz. İçerisini nasıl anlatayım bilmiyorum ki. Canlı canlı görmek gerek…


Katedralden çıkar çıkmaz Kutsal Bakire Meryem ve Dört Melek Sütunu’ etrafında biraz fotoğraf çekiyoruz. Heykeller ve etrafındaki çeşme, 19.yy’ın ikinci yarısında yapılmış.

Katedrali kuşatan surlara bakınırken gözümüze ufak bir kule ilişiyor. Ufak dediğimize pek bakmayın, katedrale oranla ufak. Bakıyoruz kapısı açık, içerisi de hediyelik eşya dükkânı gibi bir şey. İçeri girip üst kata çıkmak istiyorum ancak girişteki görevli yasak olduğunu söylüyor. Derken üst kattan bir rahibe iniyor ve katedral ile alakalı kitaplardan satmak istiyor bize. Teşekkür ederek ayrılıyoruz. 




Yavaş yavaş Donji Grad’da (Aşağı Şehir) bulunan gezi noktalarımıza yönelebiliriz ama katedralin önündeki caddeden kuzey yönüne doğru yürümeye karar veriyoruz. Çok geçmeden solumuzda, yeşil çatılı kulesiyle St. Francis Manastırı (Crkva sv. Franje Asiskog) beliriyor. Manastırın yanındaki sokaktan geçerek çok kısa bir sürede Opatovina Parkı’na varıyoruz. Parkın köşesinde bir geçit var. Bu geçitten (Stube Biskupa Duha) aşağı inerek kestirme bir yoldan tekrar Tkalciceva Sokağı’nda buluyoruz kendimizi.


Artık Donji Grad’a inmemiz lazım keza daha çok yer var gezecek. Ban Josipa Jelacica Meydanı’na ulaşmamız uzun sürmüyor. Praska Caddesi üzerinden güneye doğru yürüyerek kısa bir sürede Zrinjevac Parkı’na ulaşıyoruz. Parkın diğer ucunda Hırvat Bilim ve Sanat Akademisi binası var. 





Aynı istikamette devam ederek önce Strossmayer Galerisi’ni (Strossmayerova Galerija Starih Majstora) ve hemen ardından güzelliğiyle göz kamaştıran Art Pavillion Sanat Galerisi (Umjetnicki Pavillion) binasını geçerek nihayet Kral Tomislav Meydanı’nın (Trg Kralja Tomislava) bulunduğu büyük parka varıyoruz. Yol boyunca içinden geçtiğimiz parkların her iki tarafındaki binalarda neo-klasik mimari hâkim.




Bulunduğumuz parka ismini veren zat-ı muhteremin bir de heykeli var burada.  Kral Tomislav, 10.yy’da Hırvat Krallığı’nı kurarak adını tarihe yazdırmış. Heykelin tam karşısında ise Zagreb Tren Garı bulunuyor.



Buraya sadece bu parkları görmek için gelmedik. Kral Tomislav Meydanı’na çok yakın mesafedeki Botanik Bahçesi’ne (Botanicki Vrt) ulaşmak için demiryolu hattına paralel olan Mihanovic Caddesi’nde yürümeye başlıyoruz. Beş dakikalık kısa bir yürüyüşün ardından cennetten bir bahçede buluyoruz kendimizi.

Bünyesinde binlerce farklı bitkiyi barındıran Botanik Bahçesi, 1892 yılında ilk bitkinin dikilmesiyle oluşturulmaya başlanmış. Şu an nesli tükenme tehlikesi ile karşı karşıya olan türlere de ev sahipliği yapan bahçe, içerisindeki göletler, köprüler, yapay mağaralar ve tepecikler ile ziyaret edilmeyi kesinlikle hak ediyor.



Bahçenin hemen karşısında 17.yy’a kadar geriye dönük devlet arşivlerinin saklandığı Hrvatski Državni Arhiv isimli tarihi bina var. Binanın yanından geçerek Mareşal Tito Meydanı (Trg Marsala Tita) ve hemen arkasında bulunan Ulusal Hırvatistan Tiyatrosu’nun (Hrvatsko Narodno Kazaliste-HNK) bulunduğu alana ilerliyoruz.


 


Bu noktada birbirine çok yakın konumlanmış üç müze var. Etnografya Müzesi (Etnografski Muzej), Mimarlık Müzesi (Muzej Mimara) ve El Sanatları Müzesi (Muzej za Umjetnosti i Obrt) üçlüsünden her biri görülmeye değer ama hepsini gezmeye ne yazık ki vaktimiz yok.



Tercihimizi El Sanatları Müzesi’nden (Museum of Arts and Crafts) yana kullanarak kişi başı 30 HRK ödeyip gezinmeye başlıyoruz. Üç kat üzerinde toplam 2000 metrekareden fazla sergi alanıyla, 4.yy’dan 20.yy’a kadar tarihlenen 100,000’den fazla tarihi eser ve objeye ev sahipliği yapan müzeyi detaylı gezebilmek için yarım gün ayırmak gerek. Bir saatlik zamanımızı mümkün olduğunca verimli kullanarak müzeden ayrılıyoruz.




Hava karardı kararacak. Akşam yemeği yiyip yola çıkmamız lazım. Yemek için Tkalciceva Sokağı’na dönmeden evvel, gezdiğimiz müzenin karşısındaki Ulusal Tiyatro’nun içini görebilmek için şansımı deneyeyim diyorum. Binanın gösterişli kapısından içeri girmemle beraber bir görevli karşılıyor beni. Tiyatronun içini gezmek istediğimi söylüyorum ama gösteri zamanları hariç binaya girmek yasakmış.

Tkalciceva Sokağı, iş çıkış saatinin de etkisiyle iğne atsan yere düşmez bir vaziyette. Vakit kaybetmeden bir şeyler atıştıralım diyoruz ve Pocket Burger Cafe’de iki duble çizburger, patates cipsi ve iki içecek için 104 HRK ödeyerek Zagreb’e veda etmek üzere arabamıza doğru ilerliyoruz.



Rotamız iki saat mesafedeki Plitvice Milli Parkı. Gece burada konaklayarak yarın tüm gün parkı gezeceğiz. Hem Belgrad hem de Zagreb’i birer günde bayağı etraflıca gezmiş olduk ama iki şehrin de hakkı bence ikişer gün.

Zagreb’de bir günümüz daha olsaydı Mareşal Tito Meydanı civarında gezemediğimiz müzeleri, şehrin kuzeyinde bulunan Mirogoj Mezarlığı’nı, şehir dışındaki Trakoscan Kalesi’ni de gezerdik. Birde varlığından çok sonra haberdar olacağımız hayli enteresan bir müze olan Kırık Kalpler Müzesi’ne vakit ayırırdık.

Belgrad’daki ekstra günümüzün yarısını ise şehrin yeni ve modern kesimi olan Zemun bölgesine ayırabilirdik. Kalan vaktimizle de tüm şehri bir günde turlamak yerine daha sakin bir tur programı organize ederdik. Artık başka bir sefere diyelim…

Zagreb’den ayrılmamızdan kısa bir süre sonra otobana giriyoruz. Bir süre sonra yakıt ışığı yanıyor hâlbuki Üsküp’te doldurduğum depo ile Bosna-Hersek sınırına kadar ulaşmayı planlıyordum. Rotamızın sonlarına doğru otoban üzerinde bir benzinliğe giriyoruz ve bizi Boşnak sınırına kadar ulaştırmaya yetecek kadar mazot alıyoruz. 10 litre yakıt için 100 HRK ödüyorum. Hırvatistan’daki akaryakıt istasyonlarının self servis olduğunu da belirtmiş olayım.

Yol planladığımızdan biraz uzun sürüyor ve Balkanlar gezimiz esnasında bizi şaşırtan ikinci tünelden geçiyoruz. Hayır, bu tünelin Prizren’deki ile uzaktan yakından alakası yok. Oldukça yeni ve modern bir tüneldeyiz ama tünel bir türlü bitmek bilmiyor. Alışılmışın dışında bir yol eğimine sahip olan tünelden çıktığımızda en son 5800 metre tabelasını görmüştük. Sonradan öğrendiğim kadarıyla bu tünel, Hırvatistan’ın en uzun tüneli olan Mala Kapela Tüneli’ymiş.

Çok geçmeden Zagreb’den giriş yaptığımız otobana Otocac kasabasından 69 HRK ödeyerek veda ediyoruz. Otobandan daha erken ayrılacağımızı düşünüyordum ama navigasyon uygulaması ne buyurduysa ona uymak durumundaydık. Sanırım yolu biraz uzattık ama güzel bir tünelden geçmiş olduk.

Otobandan çıkıp orman yollarına girmemizle beraber sis bastırıyor. Bir saate yakın maceralı bir yolculuktan sonra Plitvice Milli Parkı’na yarım saat mesafedeki Korenica kasabasında bulunan House Prica isimli hostelimize ulaşıyoruz.



9.GÜN: PLITVICE MILLI PARKI – SARAYBOSNA

Saat 08:00 civarı uyanarak ev sahibimiz Milan’a veda ediyoruz. Dağ havasından mıdır nedir bilinmez, öyle rahat uyumuşuz ki tüm yorgunluğumuz uçup gitmiş. Korenica bölgesine 18 km uzaklıktaki Plitvice Milli Parkı’nı ziyaret edeceğimiz için heyecanlıyız.

Yol üzerinde Bosna-Hersek’in Bihac şehrine ulaşan yolun sapağını görüyoruz. Akşama bu yoldan geçerek Saraybosna’ya doğru yola revan olacağız. Kahvaltılık bir şeyler alacak bir yer bakınıyoruz ama henüz her yer kapalı. Belgrad’dan aldığımız börekler imdadımıza yetişiyor.

Çok geçmeden Plitvice Milli Parkı’nın 2 numaralı girişine varıyoruz. Otoparka arabamızı bıraktıktan sonra (7 HRK/saat) kafeteryadan iki içecek alıyor ve kahvaltımızı yapıyoruz.

Saat 09:00’ı geçmekte ve artık turlamaya başlamamız lazım. Bilet satış ofisine giriyoruz ancak elektrik kesintisinden dolayı geçici olarak satış yapılamamakta. Görevlinin tavsiyesi ile 2 numaralı istasyona (St 2) yürüyerek burada bulunan gişeden biletlerimizi almaya niyetleniyoruz ki burada da elektrik yok. UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne dâhil ve dünyaca ün yapmış bir doğal parkın bilet satış ofislerine birer jeneratör koymak bu kadar mı zor?

Çok geçmeden diğer gişenin bulunduğu 1 numaralı istasyona (St 1) ulaşmak için bizimle aynı dertten muzdarip ziyaretçiler ile park içi sefer yapan otobüslerden birine biniyoruz. 1 numaralı istasyondan milli parkın içinde yürüyerek 1 numaralı girişe varıyoruz. Daha biletleri alamadan ağzımız açık kaldı bu güzelliğe. Çok şükür burada elektrik var ve uzunca bir kuyrukta sıraya girerek kişi başı 110 HRK’ye alıyoruz biletlerimizi. Hatırladığım kadarıyla iki günlük indirimli biletler de vardı.


Sonunda sıra geldi bu Cennet’ten köşeyi gezmeye. Aslında burası Cennet’in ta kendisi olmalı. Gezmeye başlamadan evvel muhtemel tur seçeneklerinden bahsedeyim.


Parkın iki giriş noktasından başlayabileceğiniz üçer farklı tur planı var. Bu turlar kısa, orta ve uzun olmak üzere üç kategoriye ayrılmış. Tur planlarına Plitvice Milli Parkı resmi web sitesinden (http://www.np-plitvicka-jezera.hr/) bakabilirsiniz. Bizim planımız biraz daha farklı.

Tripadvisor sitesinden aldığım bir tüyoyu değerlendirerek orta (3-4 saat) ve uzun (6-7 saat) rotalardan ikisini kombine ederek parkı baştanbaşa gezmek niyetindeyiz. St2 ile St1 arasındaki bölümü çoktan gördük bile.




İlk durağımız aşağı göller bölgesi olarak ta adlandırılan 1 numaralı girişe yakın konumdaki büyük şelale. Ekim ayının sonu olmasına rağmen park kalabalık. Yaz sezonunda ise tam bir işkenceye dönüşüyormuş buraları gezmek. Yer yer tahta yürüme yollarının üzerinden ilerleyerek gölün bir yakasından diğer yakasına geçiyorsunuz. Önünüzdeki birinin durup fotoğraf çektirmesi demek bu dar tahta köprülerdeki bütün trafiğin duraksaması anlamına geliyor.



Büyük şelalenin dibinde bir tabela var. Vidikovac seyir noktasına gidiyormuş. Dik merdivenlerden tırmanarak bu noktaya ulaşıyoruz. Gitmesi biraz zahmetli ama harcanan emeğe fazlasıyla değer.





Şelaleye dönerek P3 iskelesine ilerliyoruz. Park içerisinde bazı bölümlerde otobüsler bazı bölümlerde ise tekneler ile bir sonraki gezi noktasına götürülüyorsunuz. Birbirinden güzel göller, mağaralar etrafından geçerek öğlen saatlerinde P3’e ulaşıyor ve tekne ile P2 iskelesine ulaşıyoruz. Bu güzelliğin içerisinde tekne ile gezmek oldukça keyifliydi.










P2 noktasından 4 numaralı istasyona (St 4) yürümeye başlıyoruz. Burası yukarı göller bölgesi ve her göl öncekinden daha güzel, her şelale diğerinden daha göz alıcı. Su o kadar berrak ki gölün içinde ne var ne yok her şey gözünüzün önünde. Koskoca parkta bir tane mi çöp olmaz yerlerde. Çevre bilincine sahip olmak ne güzel bir şey.


İki saati aşkın yürüyüşümüzün ardından 4 numaralı istasyona varıyoruz. Her istasyonda kafeterya, tuvalet ve çöp kutuları var. St 4’ten bindiğimiz otobüsün St 2’ye varması ile 09:00’da başladığımız turumuzu saat 15:00 civarı bitirmiş olduk. Altı saatlik yürüyüş biraz yorucuydu ama gezdiğimiz parkı anlatmaya kelimeler yetmez.





Hava kararmadan Bosna-Hersek sınırından geçmek niyetindeyiz. 42 HRK otopark ücreti ödeyerek mutlu bir şekilde ayrılıyoruz parktan. Bihac yoluna saparak kısa sürede Bosna-Hersek sınırına varıyoruz. Hayret, burada arabayı ve valizlerimizi aramadılar.

Sınırdan geçer geçmez Müslüman köylerinin içinden yolumuza devam ediyoruz. Yol kenarındaki tek tük mezarlar, bariyerlere bağlanmış çiçekler dikkatimizi çekiyor ve hüzünleniyoruz. Bosna Savaşı sırasında BM tarafından ilan edilen sözüm ona beş güvenli bölgeden biri de Bihac’tı.

Bosna-Hersek’te adım başı yol kenarı hız kameraları var. O yüzden temkinli ilerliyoruz. Trafikteki bir diğer önemli husus ise Bosna-Hersek ve Balkanlar’daki bazı ülkelerde gündüzleri de araç farlarının açık olması zorunluluğu. Biz eşeği sağlam kazığa bağlayıp hangi ülkede olursak olalım hep açık tuttuk farlarımızı.

Bihac merkezine yaklaşırken üçüncü ve son yakıt ikmalimizi yapıyoruz. Tabi önceki akşam Hırvatistan’daki ara ikmali saymazsak. Depomuz 115 BAM’a (160 TL) doluyor ve şehir merkezine varıyoruz. Burada para hesabı yapmak daha kolay çünkü 2 BAM yaklaşık 1 Euro’ya denk gelmekte.

Bihac kent merkezi hafta sonu olmasına rağmen son derece sessiz ve sakin. Bizim derdimiz uzun yolculuğumuzdan evvel güzel bir yemek yemek ve sonraki gün pazar olacağı için şimdiden biraz döviz bozdurmak.

Tüm döviz ofisleri kapalı ancak kent merkezindeki polis memurunun da yardımıyla açık bir tanesini buluyoruz. Yemek için ise ilk bulduğumuz yer olan Alma Bistro’da iki ‘cevapi’, shopska, patates cipsi ve dört içecek için 25 BAM ödeyerek ayrılıyoruz mekandan. Bihac kent merkezinde görülecek pek bir şey yok ama Fethija Cami ve St. Anthony Kilisesi’ne şöyle bir göz atarak yola çıkıyoruz.


Kaç gündür otobana alışmıştık ama Bosna-Hersek’te durum biraz farklı. Bihac’tan Saraybosna’ya giden yolun son bölümü hariç tamamı birer şeritli ve bol virajlı dağ yolları. Gecenin bir vakti simsiyah bir köpek önümüze atlıyor ve tüm yolculuğumuz boyunca yaşadığımız ikinci ve son tehlikeyi de kazasız belasız atlatıyoruz.

Son yarım saatini otobanda (5 BAM) geçirdiğimiz beş saatlik yolculuğumuz saat 22:00 gibi Saraybosna’ya varmamızla sona eriyor. Yerini bulmakta biraz zorlandığımız hostelimiz Apartments Kira’ya geç saatte vararak dinlenmeye çekiliyoruz.

10.GÜN: SARAYBOSNA

Tüm gezi noktalarımız arasında en çok merak ettiğim şehirlerden biri olan Saraybosna’yı gezmek için erkenden sokağa atıyoruz kendimizi. Gezimize, şehrin kalbi diyebileceğimiz, 1753 yılında Vali Hacı Mehmet Paşa tarafından yaptırılan sebil çeşmesinin (Sebilj) olduğu meydandan başlayacağız. Suyundan içenin şehre mutlaka geri döneceğine inanılan çeşme, İstanbul’daki çeşmeler model alınarak yaptırılmış.


Kahvaltı için meydanın Başçarşı (Bascarsjia) ile kesiştiği köşede bulunan Ahmo Börekçisi’nde karar kılıyoruz. Biri kıymalı diğeri ise peynirli iki börek ve dört çaydan oluşan kahvaltımız 15 BAM tutuyor. Kahvaltı yaparken bir yandan Başçarşı’yı izleyip diğer yandan Saraybosna tarihi ile alakalı notlarıma göz atıyorum.


1263 yılında Vrh-Bosna adıyla temelleri atılan kale-kent, 1468 yılında Osmanlı himayesine girince Bosna-Seraj ismini almış. 16. yy’da askeri ve ticari olarak önemli bir Osmanlı yerleşkesi olan şehir önce 1878’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun kontrolüne girmiş ve sonrasında 1918’de Yugoslavya Birliği’ne katılmıştır.

2.Dünya Savaşı’nda Almanlar ile Müttefikler arasında ciddi çatışmaların yaşandığı şehirde büyük yıkım meydana gelmiş. 1991’de Bosna-Hersek’in Yugoslavya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle şehir bir kez daha trajik bir savaşın merkezi olmuş ve savaşın ardından şehirde yaşayan Sırplar bölgeyi terk etmiştir.

Kahvaltımızı iki Boşnak kahvesi ve iki su (8 BAM) ile tamamlayarak gezmeye başlıyoruz. Başçarşı’ya girmeden evvel Miljacka Nehri’nin diğer yakasındaki İnat Evi’ni (Inat Kuca) görmek istiyoruz. Seher Cehaja Köprüsü’nün bir ayağında şehir kütüphanesi (Vijecnica City Hall) diğer ayağında ise İnat Evi bulunuyor.



Bu iki yapının birbiri ile alakalı olan hikâyesi ilginç. Zamanında, şu an şehir kütüphanesinin olduğu yerde günümüzde İnat Evi olarak anılan ev varmış. Osmanlı’dan sonra şehri ele geçiren Avusturya-Macaristan, evin olduğu alana kütüphane olarak ta kullanılacak görkemli bir belediye binası yapmak ister. Bunun için evin sahibine oldukça cazip bir teklif sunarlar ama evin Boşnak maliki inatla direnir, direnir. Sonunda tek bir şart ile evin bulunduğu arsayı satmaya ikna olur. Nehrin hemen diğer yakasına, hâlihazırdaki evi parçalar halinde taşınarak aynı biçimde inşa edilecektir. Günümüzde güzel bir de restorana ev sahipliği yapan İnat Evi’nin ismi bu hikâyeden gelmektedir.

Bosna Savaşı esnasında kütüphane Sırplar tarafından yakılmış, top ateşiyle ağır hasar almıştır. Kütüphane arşivindeki sayısız kıymetli eserin çok az bir bölümü tahribatın etkisinden kurtulabilmiştir. Savaşın orta yerinde ve ölümcül keskin nişancı tehdidine rağmen duyarlı Boşnaklar tarafından kaçırılan bazı eserler günümüze ulaşabilmiştir.

İnat Evi’nin yanından yukarıya doğru çıkan patikanın sonundaki mezarlık dikkatimizi çekiyor. Bu mezarlığın, Aliya izzetbegoviç’in de mezarının bulunduğu Kovaçi Şehitliği olduğunu düşünerek yukarıya tırmanıyoruz. Yol boyunca bulunan tüm binalar delik deşik, kurşun ve şarapnel izleri halen duruyor.

Bulunduğumuz mezarlığın, Saraybosna’daki bir diğer şehitlik olan Alifakovac Şehitliği olduğunu fark ediyoruz. Şehitlikte birkaç Osmanlı mezarı da var. Farklı bir yoldan aşağı inerek nehir boyunca yürümeye başlıyoruz.


1457 yılında İsa Bey tarafından Fatih Sultan Mehmet’e armağan olarak yaptırılan Hünkâr Cami’nin (Careva Dzamija) bulunduğu sokağa dalarak St. Anthony of Padua Kilisesi’ni buluyoruz. Kilisenin koyu kırmızı renginden başka ilgi çekici bir şey bulamayınca vakit kaybetmeden geri dönerek ünlü Latin Köprüsü’ne ulaşıyoruz. 


Latin Köprüsü’nün dibinde 1913 yılında Josip Pospisil tarafından yaptırılan Music Pavilion var. Bu alan Osmanlı zamanında hipodrom (At Mejdan) olarak kullanılmaktaymış. 2.Dünya Savaşı sırasında ağır hasar gören pavilyon, 2004 yılında tekrar inşa edilmiş.



Latin Köprüsü’nden ise çok bahsetmeye gerek yok sanırım. Avusturya-Macaristan veliahtı Ferdinand’ın bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülüp 1.Dünya Savaşı’nı başlatan kıvılcımın çakıldığı köprü burası.

Köprüyü geçer geçmez köşede bulunan Saraybosna Müzesi dikkatimizi çekiyor. Müzenin karşısındaki binanın duvarında ise sabahtan beri birçok binanın dış cephesinde görmeye alıştığımız ve Bosna Savaşı’nda ölen Müslümanların adlarının yazıldığı plakalar var.


Müzeyi pas geçerek kısa bir sürede Ferhadija Caddesi’ne çıkıyoruz. Saraybosna’nın İstiklal Caddesi olarak adlandırabileceğimiz cadde günlerden Pazar olması sebebiyle oldukça kalabalık.

Sağa sola bakınarak Mareşal Tito Caddesi’ne yürümeye başlıyoruz. İlk olarak Katolik Katedrali (Sacred Heart Cathedral) karşılıyor bizi. 19. yy’da Gotik ve Roma tarzıyla inşa edilen katedral kapalı olduğundan gezemiyoruz. Zagreb’teki katedral zaten bundan daha güzeldi diyerek kendimizi avutuyoruz.


Katedrale çok yakın bir mesafede Sırp Ortodoks Kilisesi var. Neyse ki burası açık ve içeriye giriyoruz.  19. yy’a tarihlenen kilisenin iç dekorasyonu bayağı güzel. Kilisenin karşısındaki meydanda ise yaşlılar satranç oynuyor. Meydanın ortasına kocaman bir satranç alanı yapmışlar ve yaşlılar yarı boylarına kadar gelen satranç taşlarını birbirleriyle şakalaşarak sürüyorlar oyun alanına.



Kısa bir sürede Mareşal Tito Caddesi’nin Ferhadija Caddesi ile kesiştiği köşedeki Sonsuz Ateş’e (Vjecna Vatra) varıyoruz. 1946 yılında, Saraybosna’nın Nazi işgalinden kurtulmasının birinci yıldönümü anısına yakılan ve o tarihten beri hiç söndürülmemiş olan ateşin arkasındaki anıtta şöyle yazıyor:

‘Şanlı Yugoslav Halk Ordusu’na bağlı Bosna-Hersekli, Hırvat, Karadağlı, Sırp birliklerinin savaşçılarının ortak dökülen kanıyla ve cesaretle… Sırp, Müslüman ve Hırvat vatansever Saraybosnalılar 6 Nisan 1945’teki ortak çabaları ve fedakârlılarıyla… Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin başkenti Saraybosna özgürlüğüne kavuştu. Özgürlüğün birinci yıldönümünde, Saraybosna’nın ve vatanımızın kurtuluşunun ölen kahramanlarına sonsuz şan ve şükran… - Müteşekkir bir Saraybosna’


Maalesef Sonsuz Ateş’in yakılmasından 45 sene sonra bu şehrin halklarının birbirine girmesi, çoğu Müslüman binlerce kişinin hayatını kaybetmesi ise trajik.

Tito Caddesi’nde ilerleyerek ‘Savaşta Ölen Çocuklar Anıtı’nın da bulunduğu Veliki Park’a varıyoruz. Parkın önündeki yürüme yollarında, balmumu ile kaplanmış şarapnel ve top mermilerine ait oyuklar dikkat çekiyor. Savaş sırasında Boşnak kadınlar, Sırp askerleriyle dalga geçercesine açılan oyukları balmumu ile kapatarak onlara mesaj vermek istemişler: ‘Biz daha ölmedik, hala buradayız ve bombalarınız bizi yıldıramaz.’



Parkın girişindeki silindirlere savaşta ölen çocukların ismi yazılmış. Çoğu daha bir yaşındayken kurban gitmiş bu zalimliğe. Parkın içerisinde ise çocuk mezarları olduğu gibi Osmanlı döneminden izler taşıyan mezarlıklar da var.



Caddede biraz daha ilerleyince Ali Paşa Cami’nin (Alipasina Dzamija) de bulunduğu ana kavşağa geliyoruz. Burası Mostar yolunun başlangıcı ve bildiğim kadarıyla ‘Keskin Nişancı Vadisi’nin (Snajperska Aleja) de başlangıç noktası. Bu noktadan sonra nizami şekilde sıralanmış binaların arasından savaş sırasında geçmek, ölüm ile hayat arasındaki ince çizgide yürümek ile eş değermiş.

Üç tarafı dağlarla çevrili olan şehre hâkim noktalara konuşlanmış keskin nişancılar, Boşnaklar bu binaların arasında yiyecek, tıbbi malzeme ve yaralılara yardım edebilmek için koştururken alıvermiş canlarını.

Bulunduğumuz açık alandan daha net görülüyor şehrin etrafındaki dağlar. O günleri kafamda canlandırmaya çalışıyorum. Uzun uzun bakıyorum dağlara. Sanki aniden bir keskin nişancının mermisine hedef olacakmışım gibi geliyor. Biraz uzağımda ise terasından Sırp kasabı Radko Mladic’in keskin nişancı tüfeğiyle zevk için buradan geçen sivilleri öldürdüğü Holiday Inn var.

Ali Paşa Cami’ni de gezdikten sonra aynı yoldan Sonsuz Ateş anıtına geri dönüyoruz. Bu kez Ferhadija Caddesi yerine Mareşal Tito Caddesi’nden yürümeye karar veriyoruz. Katedrale yakın bir konumdayken Markale Pazarı’na denk geliyoruz.



Burası 1994’te 68 kişinin ve 1995 yılında 37 masum insanın Sırp havan topu saldırısı ile hayatını kaybettiği pazaryeri.  Sırplar saldırıların sorumluluğunu hiçbir zaman kabul etmemiş. Saldırılardan sonra pazar yeniden inşa edilmiş. Tek farkı ise arka planda, saldırılarda ölen insanların isimlerinin yazıldığı kırmızı pano. Köşede yaşlı bir teyze görüyorum ve cebimden 2 BAM çıkartarak veriyorum. Teyze, oldukça akıcı bir Türkçe ile arkamızdan dua ediyor.

Sonradan pişman oluyorum neden durup ta teyze ile konuşmadım diye. Nasıl anlamıştı Türk olduğumuzu? Nasıl bu kadar düzgün Türkçe konuşuyordu? Her şeyden önemlisi ise kim bilir anlatacağı neler vardı bize hayatı ve savaşa dair? Saatlerce sohbet etmeyi isterdim kendisiyle…

Markale Pazarı’nın çok yakınında ve Katolik Katedrali’nin arkasında Gazi Hüsrev Bey Hamamı bulunuyor. 1537 yılında yaptırılan hamam, 1.Dünya Savaşı’na kadar asli görevi için kullanılmış. 2.Dünya Savaşı’ndan sonra ise gece kulübüne çevrildiğini okumuştum bir yerlerde.



Katedralin yanında bulunan Galeri 11/07/95’i ziyaret edeceğiz. Kişi başı 10 BAM ödeyerek Srebrenica Katliamı’na ait yürek burkan fotoğrafların bulunduğu galeriyi geziyoruz. Galerinin bir bölümünde katliamın gün gün, saat saat anlatıldığı sinematik görsellerin izlenebileceği bilgisayarlar var. Giriş koridorunda ise savaşta yakınlarını kaybedenlerle yapılan röportajları izleyebileceğiniz ekranlar var.

Üzerimize çöken buhranı biraz olsun atabilmek için katedralin karşısındaki ilk kafeterya olan ‘Kafe Monument’e giderek iki espresso (3 BAM) siparişi veriyor ve gelen geçeni izliyoruz. Ağzımızı bıçak açmıyor keza aklımız hala demin ziyaret ettiğimiz galeride.



Keşfetmek için sona bıraktığımız Başçarşı’yı gezmeye geldi sıra. İlk durağımız Gazi Hüsrev Bey Cami ve yanındaki saat kulesi (Sahat Kula) oluyor.




İlk olarak Başçarşı’nın her köşesinde kendi ismiyle anılan eserlere sahip olan Gazi Hüsrev Bey’den bahsedeyim. Saraybosna tarihinde, 400 yıllık Osmanlı hâkimiyeti şehrin altın dönemi olarak anılır. Bu dönemin öne çıkan ismi ise Saraybosna’da 17 yıl boyunca sancakbeyi olarak görev yapmış Gazi Hüsrev Bey’dir.

Boşnak bir baba ile Türk bir annenin oğlu olarak dünyaya gelen Gazi Hüsrev Bey, anne tarafından köklerinin payitahta dayanmasından dolayı iyi bir eğitim almış. Sancakbeyliği döneminde Saraybosna’nın imarına yaptığı katkılarla öne çıkan Gazi Hüsrev Bey, yaptırdığı camiler, çeşmeler, medrese, köprü ile halkın sevgisini kazanmış. Ayrıca vakıf sistemini de kurarak kira geliri toplamış ve bu gelirin büyük kısmını şehrin imarına kullanmış. 1541 yılında Karadağ bölgesindeki Sırp isyanını bastırırken şehit düşmüş ve cenazesi Gazi Hüsrev Bey Cami’ye defnedilmiştir.

Caminin hemen yanında ise ay takvimine göre çalışan saat kulesi var. Boşnakların ‘Sahat Kula’ ya da ‘A La Turca’ dedikleri saat kulesi, güneş tam battığında 12:00’ı gösteriyor. Saatin 12:00’ı göstermesiyle camilerin kandilleri yanıyor ve günün biterek iftar saatinin geldiği haber veriliyor.

Şimdi sırada 1540 yılı civarında yaptırılan Gazi Hüsrev Bey Bezistanı var. Bizim Kapalıçarşı’ya benziyor ama hepi topu 100 metre. 2 BAM’a magnet alarak yakınımızdaki Gazi Hüsrev Bey Medresesi’ne yöneliyoruz.



Günümüze dek eğitimin hiç kesintiye uğramadığı medrese, 1537 yılında Dubrovnik’ten özel olarak getirilen taş ustalarına yaptırılmış. Osmanlı’dan sonra bölgede denetimi alan devletler, medresenin eğitim vermesine engel olmamış. Hem komünist Yugoslavya döneminde hem de Bosna Savaşı sırasında eğitime aralıksız devam edilmiş. Girişi kişi başı 2 BAM olan medresenin bir bölümünde, Gazi Hüsrev Bey ve hayatıyla alakalı oldukça sürükleyici bir sinevizyon gösterisi yayınlanmakta.



Medreseden ayrıldıktan sonra 1551 yılında Rüstem Paşa tarafından yaptırılan Bursa Bezistan’ı görmek istiyoruz. Günümüzde müze olarak görev yapan çarşı, günlerden pazar olması nedeniyle kapalı olduğu için göremedik.

Akşam olmak üzere ve karnımız acıktı. Sebilj meydanındaki Cevabdzinica Hodzic’te iki büyük ‘cevapi’, salata ve iki ayran (16 BAM) sipariş ediyoruz. Bizim ayranımıza Balkanlar’da yogurt denmekte. Biraz yoğun kıvamlı ve tuzsuz olmasına rağmen oldukça güzel.



Yemeğin ardından bir de kahve içmek lazım. İlk olarak sabah kahvaltı yaptığımız Ahmo Börekçisi’nden üç börek (11 BAM) paketlettiriyoruz ve Başçarşı’nın önemli yapılarından Morica Han’a gidiyoruz.

1551 yılında inşa edilen hanın avlusundaki kafeterya tıka basa gençler ile dolu. Biraz bekleyişin ardından boş bir masa bularak iki Boşnak kahvesi (3 BAM) söylüyoruz. Bosna-Hersek’teki kahve bizim Türk kahvesinden biraz farklı. Kişiye özel cezvelerde pişirilen şekersiz kahve, kulpsuz fincanlar ile şeker ve lokum eşliğinde servis ediliyor. Dilediğiniz kadar şeker kullanmak size kalmış. Her cezveden iki fincan kahve çıkmakta ve cezvede getirilmesinden dolayı fincanda kahve telvesi pek kalmıyor.



Evliya Çelebi’nin 1659 yılındaki Saraybosna ziyaretinin ardından 300 misafir ve 70 atın konaklayabileceği bir han olarak bahsettiği Morica Han’a bir kahve içmek için uğrayın derim.

Handan ayrılarak Ferhadija Caddesi’ne yürüyoruz. Cadde akşam olmasına rağmen hala kalabalık. Katedralin karşısında rüzgar gülü satabilmek için müşteri bekleyen bir teyze var. Teyzeye 3 BAM vererek hayır duasını alıyor ve karanlık sokakların içerisinden hostelimize dönüyoruz.



11.GÜN: SARAYBOSNA – MOSTAR – DUBROVNİK

Dün aldığımız börekler ile kahvaltımızı yaparak hostelimizden ayrılıyoruz. Mostar’a yola koyulmadan evvel Saraybosna şehir merkezinin dışında görmemiz gereken iki yer var ama ondan da önce dün bulamadığımız Kovaçi Şehitliği’ne gidebilmek için sabah trafiğine dalıyoruz.

Kovaçi Şehitliği, Aliya İzzetbegoviç ve beraberinde 1500 şehidin bulunduğu tertemiz bir mezarlık. İzzetbegoviç, vasiyetini hazırlarken kendisi için görkemli bir anıt mezar yapılması yerine naaşının yurttaşlarının yanına gömülmesini istemiş. Sanki her biri aynı ustanın elinden çıkmış gibi görünen mezar taşlarının arasından geçerek İzzetbegoviç’in mezarına ulaşıyor ve dua ederek ayrılıyoruz şehitlikten.




Mostar’a hareket etmeden evvel bir kahve içmek için Vrelo Bosne Parkı’na uğrayacağız ancak öncesinde Saraybosna’ya gidip te görülmeden dönülmemesi gereken Umut Tüneli (Tunnel Spasa – Tunnel of Hope) var.

Şehrin 15 dakika kadar dışında bulunan bu tünel, savaş sırasında Boşnakları hayata bağlayan yegâne yapı olmuş. Üç tarafı Sırplarca kuşatılmış olan kente erzak, tıbbi malzeme ve silah sağlamak için NATO kontrolündeki havalimanının altından bir tünel kazılması fikri ortaya çıkmış. Yapımı aylarca süren 800 metre uzunluğundaki tünel, binlerce insanın hayatını kurtarmış ve savaş boyunca bu tünelden yaralı askerler ve sivillerin tahliyesi de gerçekleştirilmiş.



Müzenin karşısındaki otoparka 2 BAM ödeyerek kişi başı 10 BAM karşılığında biletlerimizi alıyoruz. Zamanında evlerinin altından bu tünelin inşa edilmesi için izin veren aile ile yapılan röportajlara ait gazete kupürlerini inceleyerek başlıyoruz gezimize. Evin bodrum katında savaşı ve tünelin yapımını anlatan 18 dakikalık videoyu izliyoruz.

Şu an çok kısa bir bölümü açık olan tünele dalarak kısa bir sürede diğer ucundan çıkıyoruz. Videoyu izledikten sonra tünelin içerisinde hissettiğimiz atmosferi tarif etmek güç. Evin giriş katında ise savaşa ait objeler, fotoğraflar ve evi bağışlayan aileye verilen plaketleri, teşekkür mektuplarını görmek mümkün.




Bir saat kadar süren ziyaretimizin ardından üzerimize çöken karanlık bulutları dağıtmak için yeşilin ve temiz havanın içine atıyoruz kendimizi. Vrelo Bosne’ye giriş kişi başı 2 BAM, otopark ücreti ise bir saat için 2 BAM.




Plitvice Milli Parkı’nı görmüş bünyeler için alelade bir parkta olduğumuzu söylersem Vrelo Bosne’ye haksızlık etmiş olurum. Burası, Saraybosnalı aileler için özelikle hafta sonlarında uğrak bir park. Göletlerin bulunduğu bölümü kısaca gezerek iki kahve (5 BAM) sipariş ediyoruz. Öğle vakti bu güzel parktan ayrılarak Mostar yollarına düşüyoruz.




Üç saate yakın sürüyor Mostar’a olan yolculuğumuz ve arabamızı park ederek hızlı adımlar eşliğinde sağlı sollu hediyelik eşya dükkânlarının bulunduğu taş döşemeli sokaklardan geçerek Mostar Köprüsü’ne (Stari Most) yürüyoruz. 



Osmanlılar buraya geldiğinde 15 kadar hanenin bulunduğu ve nehrin iki yakasının asma bir köprü ile birbirine bağlandığı bir yerleşim ile karşılaşırlar. 1468 yılındaki fetih ile birlikte bu kasabaya ‘Köprü Hisar’ ismi verilir. Köprünün her iki yanındaki nöbetçilere de ‘Mostari’ denirmiş. Şehrin isminin bu nöbetçilerden geldiği rivayet edilir. 1878 yılında Avusturyalılara masa başında kaybedilmesiyle birlikte şehrin iki yakasında yaşayan Hırvatlar ile Müslümanların arasında başlayan husumet Bosna Savaşı esnasında tavan yapar.

Mimar Sinan’ın öğrencilerinden Mostarlı Hayreddin tarafından 16. yy’ın sonlarında tam dokuz senede inşa edilen köprü kartpostallardan fırlamışçasına göz kamaştırıcı. Tabi ki ilk yapılan köprü değil, 1993 yılında Hırvat topçu ateşiyle yıkıldıktan sonra aslına uygun şekilde inşa edilen köprüden bahsediyorum.



İlk köprünün yapılış hikâyesi ise hayli ilginç. Rivayete göre Mostarlı Hayreddin arkadaşları ile nehirde yüzerken arkadaşlarının biri akıntıya kapılarak boğulur. Bu duruma çok içerleyen Hayreddin, yıllar sonra Kanuni Sultan Süleyman’ın fermanı ile memleketine dönerek köprüyü yaptırır.

Köprü, dönemin en maliyetli yapılarından biri olmuş. 456 kalıp taş kullanılan köprü, 30 metre uzunluğunda, 24 metre yükseklikte ve 4 metreyi aşkın bir genişliğe sahip. Her iki yakasında birer kule var. Evliya Çelebi, Mostar Köprüsü için ’Onaltı imparatorluk gezdim, bu kadar yüksek bir köprü daha görmedim’ der.



Köprünün savaşın ardından yeniden yapılması ise ayrı bir hikâye. Evvela nehrin kıyısında günümüzde de gelişi güzel yatan eski taşları kullanmayı düşünmüşler ancak bombardımanın etkisi ve suyun aşındırma etkisi nedeniyle bu fikir havada kalmış. Zamanında köprünün imalatında kullanılan taşların çıkarıldığı ocak yeniden açılmış ve taşlar buradan tedarik edilmiş. Mimar Hayreddin, taşları delerek içerlerinde açtırdığı oyuklardan kurşun döktürerek taşları birbirine bağlamış. Köprünün yeniden inşasında da aynı teknik kullanılmış.

Şehrin Müslüman yakasındaki kule günümüzde müzeye çevrilmiş. Kişi başı 5 BAM ödeyerek kuleye tırmanmaya başlıyoruz. Her katta eski savaş aletlerinin sergilendiği müzenin bir de fotoğraf sergisi bölümü var. Kulenin en üst katındayken karşı yakada bir dağın tepesinde bulunan devasa haç gözüme çarpıyor.



Hırvatların Mostar Köprüsü’nü top ateşine tutmasının nedeni olarak köprünün mimari açıdan hilale benzemesi söylenir. Aynı kafa yapısı ile kendi taraflarındaki dağın tepesine bu haçı dikerek yönünü de Müslüman tarafına çevirmişler.

Kuleyi gezdikten sonra gene Müslüman tarafındaki Koski Mehmed Paşa Cami’ni ziyaret ediyoruz. 1618 yılında inşa edilen caminin avlusundan Neretva Nehri ve Mostar Köprüsü’nü doyasıya izlemek mümkün.



Caminin ardından merdivenlerden tırmanarak kısa sürede Saat Kulesi’ni (Sahat Kula) buluyoruz. 1600’lü yıllarda inşa edilen kule oldukça bakımsız ve ziyarete kapalı. Kulenin üstündeki sokaktan yürüyerek merkezden daha da uzaklaşıyoruz. Etraftaki binalarda mermi ve şarapnel izleri var. Bazıları ibret olsun diye öylece bırakılmış bazıları ise imkânsızlıktan. Aynı zamanda otel olarak ta hizmet veren Müslimbegovic Evi’nin müze olan kısmını gezmek istiyoruz ancak zili ısrarla çalmamıza rağmen kimse kapıyı açmıyor ve vakit kaybetmeden Biscevica Türk Evi’ne ulaşıyoruz.



1635 yılına tarihlenen Biscevica Evi’nin etrafı, evin kadınlarını meraklı bakışlardan korumak için yüksek duvarlar ile çevrilmiş. Giriş için kişi başı 2 BAM ödediğimiz bu şirin evin üst katında bulunan salonundan Neretva Nehri’nin akışını seyretmek keyifliydi. Müze girişinde bulunan hediyelik eşya standından 2 BAM’a magnet alarak Mostar Köprüsü’ne geri dönüyoruz.




Karşıya geçerek Çarpık Köprü’yü (Kriva Cuprija) bulmamız uzun sürmüyor. Mostar Köprüsü’nün minyatürü gibi duran Çarpık Köprü’den karşıya geçerek ünlü Şadırvan Restoran’a varıyoruz.



İki kişilik karışık yemek tabağı, salata ve içeceklerden oluşan yemeğimiz 48 BAM tutuyor. Servis kalitesi ve tabak sunumu oldukça kuvvetli olan restoranın yemeklerini pek beğenmedik.


Hava kararmak üzere iken Dubrovnik yollarına düşmek için ayrılıyoruz Mostar’dan. Huzur dolu ve bir o kadar da hüzünlü bir yer Mostar. Vakit sıkıntımız olmasa bir gece kalmak isterdik burada. Hem yakınımızda bulunan Blagaj Alperenler Tekkesi’ni de ziyaret etmeye fırsatımız olurdu.



Çok geçmeden Poçitel Köyü’ne varıyoruz. Bu şirin köyü ve kalesini gündüz gözü ile görmek isterdik ancak Mostar’da zaman kavramını unutunca bu hayalimiz suya düştü. Köy girişinde bulunan ufak meydandaki kafeteryada birer yorgunluk kahvesi, bir ufak su ve ufak bir tatlının (10 BAM) ardından yola koyuluyoruz.

Metkovic sınır kapısından geçerek Hırvatistan topraklarına giriyoruz. Kısa bir süre sonra Bosna-Hersek’in Adriyatik Denizi’ne açılan tek kapısı olan Neum sahil kasabasından geçerek çok kısa bir sürede tekrar Hırvat hudutlarına giriş yapıyoruz. İki saat kadar süren yolculuğumuzun sonlarına doğru Dubrovnik’in büyüleyici manzarası karşılıyor bizi. 

Dubrovnik’teki en büyük sorun otoparkların çok sınırlı ve pahalı olması. Daha evvel internetten edindiğim bilgilerden ve sezon sonu olmasının avantajından faydalanarak ücretsiz bir park yeri buluyorum ve Apartments Rose’ye ulaşıyoruz.

Hostel sahibemiz Gloria tarafından samimi bir şekilde karşılanarak odamıza yerleşiyoruz. Evinin alt katında bulunan üç odayı kiraya veren Gloria’nın hosteli, Dubrovnik surlarının enfes manzarasına sahip ve oldukça merkezi bir konumda olan Ploce bölgesinde. Yorucu bir güne enerji toplamak için dinlenmeye çekiliyoruz.

12.GÜN: DUBROVNİK

Güneşli bir güne merhaba diyerek odamızın önünde bulunan verandamızda kahvelerimizi yudumluyor ve eski kale suları ile yanı başındaki Lokrum Adası'nı seyrediyoruz. Çok geçmeden Dubrovnik merkezini gezebilmek için aşağılara yürüyoruz.



Dubrovnik'e Türk kaynaklarında eski adıyla "Ragusa" ismiyle rastlanmaktadır. Ragusa Cumhuriyeti'ne 1365 yılında 1. Murat ayrıcalık tanımasıyla bu küçük devlet Osmanlı himayesine girmiş ve yıllık vergiye bağlanmış. Napolyon savaşları sırasında 1808 yılında şehre giren Fransız ordusu devleti yıkmış ve şehri Fransa'ya bağlamıştır. 1815 yılında düzenlenen Viyana Kongresi ise şehri Avusturya yönetimine vermiştir. Devletin yıkılması ile şehir üzerindeki 443 yıllık Osmanlı egemenliği de sona ermiştir. Hırvatistan'ın 1991'de Yugoslavya'dan ayrılışı esnasında yaşanan iç savaşta, Sırp saldırıları nedeniyle şehirdeki tarihi eserler önemli ölçüde zarar görmüştür. Söylenildiğine göre bir günde 300.000 bomba yağmış Dubrovnik’e. UNESCO'nun gerçekleştirdiği yenileme çalışmaları ile de 2005 yılı itibariyle şehir eski görünümüne kavuşmuştur.

Kenti doğu-batı yönünde kesen Pile Kapısı ve Ploce Kapısı arasında geniş ve ünlü Stradun Caddesi (Placa) yer alıyor. Pile Kapısı'nın dışındaki döviz ofisinden nakit ihtiyacımızı hallederek içeri yürüyoruz ve kapıdan geçer geçmez bizi Büyük Onofrio Çeşmesi karşılıyor. Sur içini adım adım gezeceğiz ancak evvela kahvaltı yapmak gerek.




Stradun üzerindeki Kavana Festival’de bir masa bularak kahvaltı tabağı, omlet, iki kahve, portakal suyundan oluşan kahvaltımızı kapuçino (177 HRK) ile tamamlıyoruz. Ekim ayının sonu olması nedeniyle çok şiddetli bir kalabalık yok ya da şimdilik biz öyle sanıyoruz.



Stradun yerine ara sokaklara dalarak Ploce Kapısı tarafına doğru ilerlemeye başlıyoruz. Çok geçmeden Aziz Vlaho Kilisesi (Saint Blaise Church) ile Dubrovnik Katedrali’nin arasında kalan ufak bir meydandaki pazar yerine ulaşıyoruz. Tezgahlarda sergilenen ürünlerin çoğu organik ama fiyatları da oldukça turistik.



Aziz Vlaho Kilisesi’nin kapalı olduğunu görünce vakit kaybetmeden 12.yy’da yapılmış ancak 1667’deki büyük depremde tamamen yıkılmış olan Dubrovnik Katedrali’ne giriyoruz. İtalyan mimar Buffoloni tarafından Barok tarzında tekrar inşa edilmiş katedral etkileyici. İçerisinde bir de katedral hazinesi bulunuyor. Hazinenin bulunduğu bölüme geçişe şerit çekmişler ancak turlar dâhilinde gelen kalabalık gruplar birer birer hazine odasına girip çıkıyor. Bizde sonraki gruba kaynayıp gireriz diye ümitlenirken yaşlı ve huysuz görevli tarafından fotoğraf çektiğim için fırça yiyorum. Hazine sana kalsın diyerek katedralden ayrılıyoruz.




Sonraki durağımız Rektörler Sarayı (Rector’s Palace) ve üst katında bulunan Dubrovnik Kent Müzesi oluyor. Kişi başı 70 HRK ödediğimiz biletlerimiz ile o hafta boyunca diğer üç müzeyi daha gezebiliyormuşuz: Denizcilik Müzesi (Maritime Museum), Etnografya Müzesi ve arkeolojik eserlerin sergilendiği Virtual Museum.



Rektörler Sarayı’nda bir zamanlar şehri yönetenler ikamet ediyormuş. Alt katında bulunan koğuşlarda ise mahkûmlar tutulurmuş. Müzenin bir bölümünde, Dubrovnik’in savaş sırasında çekilmiş fotoğraflarının bulunduğu sergi de görmeye değer.




Sur içinde uzun, dar ve merdivenli sokaklarda insanlar tarih ile iç içe yaşıyor. Pek çok noktada hünerlerini sergileyen sokak çalgıcıları ve göstericiler mevcut. Kilise, manastır, katedral derken deniz tarafındaki sinagog ve ara sokakların birinde bulunan mescit ise diğer dinlere gösterilen saygıyı işaret ediyor. Sokaklar her daim hareketli…



Rektörler Sarayı’ndan ayrılmamızdan birkaç adım sonra saat kulesi ve özgürlük savaşçısı Orlando sütununun bulunduğu Loggia Meydanı’nda buluyoruz kendimizi. Orlando, eski dönemde kılıcıyla Dubrovnik’in bağımsızlığı için savaşmış bir kahraman imiş. Sütunun hemen karşısında Sponza Sarayı bulunuyor. 




Sarayı sonraya bırakarak Ploce Kapısı yanındaki Dominik Manastırı’na (Dominican Monastery) yöneliyoruz. Ploce Kapısı’nın dışında ise günlük tekne turlarına katılabileceğiniz ufak bir liman var. Tekne turu bizim ilgimizi çekmediği için gerçekleştirmedik ama limanın etrafı cıvıl cıvıl.





Manastırın ardından ziyaret durağımız Arkeoloji Müzesi oluyor. Müze, pek ilgimizi çekmeyince Loggia Meydanı’na geri dönüyor ve saat kulesinin dibindeki Küçük Onofrio Çeşmesi etrafında birkaç fotoğraf çekiyoruz.



Öğlen yorgunluğumuzu atmak için meydanın yanındaki Cele Bistro’da iki büyük Ozujsko bira sipariş ederek iyice kalabalıklaşmış olan Stradun’u seyrediyoruz. Arkeoloji Müzesi’nin yarattığı hayal kırıklığını Denizcilik Müzesi ve Etnografya Müzesi telafi ediyor. Günümüzün son durağı olan Fransisken Manastırı’nı (Franciscan Monastery) görmek için Pile Kapısı’na doğru ilerliyoruz. Müze kısmı için ziyaret saatine yetişemeyince manastırı geziyor ve Büyük Onorfio Çeşmesi etrafında biraz fotoğraf çekiyoruz.




Sabah kahvaltı yaptığımız kafeteryanın karşısındaki ara sokakların birinde oldukça popüler bir fast food restoranı olmalı. Cafe Presa’yı bulmamız uzun sürmüyor ve mütevazi olmasına rağmen Dubrovnik standartlarına göre son derece uygun bir akşam yemeği için yalnızca 95 HRK ödüyoruz. Bir büyük cevapi, bir çizburger, patates cipsi, kola ve bir biradan oluşan menü ile tıka basa doyarak akşam karanlığı eşliğinde hostelimize dönüyoruz.




13.GÜN: DUBROVNİK

Bugünkü programımız dünkü kadar yoğun değil. Hem yaklaşık iki haftalık yoğun gezimizin de yorgunluğunu hafifletebilmek için biraz geç kalkıyoruz. Tatilimiz boyunca ilk defa kapalı bir hava ile karşılaştık ama soğuk değil. Hostelimiz, meşhur Dubrovnik teleferiğine çok yakın ve teleferiğin tam karşısında bulunan fırın dün dikkatimi çekmişti.



Yürüyerek fırına iniyorum ve leziz dört börek ile (30 HRK) hostele dönüyorum. Kahvelerimiz eşliğinde manzaranın tadını çıkararak karnımızı doyuruyoruz. Öğlene doğru hostelden ayrılarak teleferiğe varıyoruz.  Dubrovnik teleferiği, Üsküp’te bindiğimiz teleferiğe oranla bayağı büyük. Bilet almak için kuyruğa giriyoruz ve kişi başı 50 HRK ödeyerek tek yön biletlerimizi alıyoruz. Dönüş için farklı bir planım var…



Yaklaşık 15 kişi ile beraber teleferiğe biniyoruz ve kabinin en güzel köşesini kaparak doyumsuz manzaranın keyfini çıkarıyoruz. Bu arada gidiş-dönüş biletlerin 2013 itibariyle kişi başı 94 HRK olduğu bilgisini de vereyim.

Yaklaşık 800 metrelik bir hatta sahip olan teleferik yükseldikçe Dubovnik kent merkezi daha da ufalıyor ve karşımızdaki manzara gitgide güzelleşiyor. Denizden yüksekliği 400 metre olan üst istasyona ulaşmamız ile teleferikten iniyoruz. Manzara harika ve bol bol fotoğraf çekiyoruz.



İstasyonun yanındaki ‘Panorama Restaurant’ isimli kafeteryada iki kahve (45 HRK) sipariş ederek dün gezdiğimiz yerleri bulmaya çalışıyoruz yüzlerce metre uzaktan.

Dönüş için teleferik istasyonunun yanındaki harabe binanın altından başlayan yürüyüş parkurunu biraz zor da olsa buluyoruz. Bu parkuru kullanarak yukarı tırmanmak her babayiğidin harcı değil ama aşağı inmesi keyifliydi. Yarım saatlik bir yürüyüşün ardından parkuru bitiyoruz ve Pile Kapısı’ndan Dubrovnik’e giriş yapıyoruz.




Dubrovnik şehir surlarını gezeceğiz ama önce dün göremediğimiz Fransisken Manastırı’na bir göz atalım diyoruz. Manastırın yapımına 1317’de başlanarak bir sonraki yüzyılda tamamlanmış. Manastırın en önemli özelliği Avrupa’nın en eski eczanesi olarak kabul edilen bir ilaç laboratuarına ev sahipliği yapması. Müze haline getirilen bu kısımda eskiden kullanılan laboratuar aletleri, kavanozlar, eski tıp kitapları sergileniyor. Müzede ayrıca dini eserlerin sergilendiği bir bölüm de bulunuyor. Giriş kişi başı 30 HRK ama görevli bize kıyak geçiyor ve ikimizden tek kişilik ücret alıyor.



Manastırdan ayrılmamız ile hemen karşısındaki ve dün fazla vakit ayırmadığımız Büyük Onofrio Çeşmesi’ne yöneliyoruz. 15. yy’da Dubrovnik’in ilk su tesisatını yapan Onofrio della Cava tarafından yaptırılan çeşmenin 16 bölmesi ve her bölmede bir rölyefi var.



Evet, artık sıra bir buçuk gündür tavaf ettiğimiz Dubrovnik’i surlarından izlemeye geldi. Kişi başı 90 HRK ödeyerek surlara tırmanıyoruz. Şehir surlarını tam bir tur atarak gezmek iki saatten fazla zamanımızı alıyor ve havanın kararmaya başlamasıyla bu görsel şöleni noktalıyoruz.













Akşam yemeği için tekrar Cafe Presa’ya uğradıktan sonra şu meşhur Dubrovnik dondurmasından tadalım diyoruz. Birer top dondurma için 20 HRK ödeyerek akşam karanlığında ışıl ışıl parıldayan Stradun’da yürüyoruz.





Hostele dönmemizle beraber surları gezmek için aldığımız biletler ile Minceta Kulesi’ne (Fort Minceta) de girebileceğimizi idrak ediyorum. Ziyaret saatinin bitmesine hala var ama Berna’yı ikna edemememle birlikte bu hayalim suya düşüyor. 

14.GÜN: DUBROVNİK – KOTOR – BUDVA – BAR – ULCİNJ

Tatilimizin son gününe erken başlıyoruz ve bizim mahallenin fırınından aldığımız börekler ile yaptığımız kahvaltının ardından sıcakkanlı ve konuşkan hostel sahibemiz Gloria’ya veda ediyoruz. Bugün boylu boyunca Karadağ sahil şeridini gezeceğiz.

Dubrovnik’ten ayrılmamızı bir saat geçmeden Karadağ sınırına ulaşıyoruz. Sınır geçişi kısa sürüyor ve bir saatten az bir sürede Kotor’a ulaşıyoruz. Karadağ’da para birimi çok şükür ki Euro ve günlerdir farklı para birimleri ve kur hesapları ile uğraşmaktan bıkmış bünyem rahat bir nefes alıyor.

Yol üzerinde ziyaret edilebilecek noktalardan olan Herceg Novi’yi pas geçiyoruz ancak Kotor’a çok yakın mesafedeki Perast bölgesinde yol kenarında mola veriyoruz.

Denizde iki ada var. Ağaçlıklı olanı doğal bir ada. Diğeri ise rivayete göre 200 yılda oluşturulmuş. Vakti zamanında denizciler suyun dibinde bir fresk bulurlar ve doğal adadaki kiliseye getirirler. Ertesi gün fresk kaybolur ve yine suda aynı yerde bulunur. Bu durum defalarca tekrarlayınca buraya bir kilise inşa etmeye karar verirler. Önce içi taş dolu dokuz gemi batırılarak adanın temeli oluşturulur. İki yüz yıl boyunca taşlar atılarak ada ortaya çıkarılır.



Adriyatik kıyısında fiyort benzeri kıvrımlı bir girintinin oluşturduğu doğal bir limana sahip olan Kotor’a ulaşmamızla beraber bizi devasa boyutlardaki cruise gemileri karşılıyor. Dubrovnik’in minyatürü gibi duran Kotor’un şehir surlarından içeri girerek ufak bir meydana ulaşıyoruz.



Silahlar Meydanı’nda eski bir saat kulesi var, kulenin önünde de eskiden suçluların önünde cezalandırıldığı piramidimsi bir kaide mevcut. Meydandan sağa yönelerek sur içindeki onlarca malikânelerden ikisi olan Beskuca Sarayı ve Pima Sarayı’nı görerek daracık sokakların içinden başka bir meydana çıkıyoruz.



Meydandaki en belirgin yapı şehrin katedrali olan ve meydana da adını veren 1166 yılı yapımı Aziz Tryphon Katedrali. Kişi başı 2 Euro ödeyerek içerisini geziyoruz. İki çan kulesine sahip kilise iyi bir restorasyondan geçmiş. Kilisenin kırmızı tuğlalardan yapılmış yuvarlak hatlı taşıyıcı sütunları ve tavan kemerleri ilgimi çekiyor. Üst kata çıkıyoruz ve birbirinden güzel el işçilikleri ile yapılmış dini objeleri inceliyoruz.




Aziz Tryphon aslında ayyaş bir kişi olarak bilinirmiş. Günün birinde üzüm bağlarına doğru yürürken karşısına Meryem Ana çıkar. Tryphon da bunun sonucunda kendini şarap dünyasından inanç dünyasına yöneltir. Meydanın etrafında, güzel bir yapı olan Drago Malikânesi ve belediye binası yer almakta. Ayrıca bir sonraki meydan olan St. Luka Meydanı’na giden yolda şehir arşivini, dedikodu meydanı denilen küçük alandaki su kuyusunu da görebiliyorsunuz. Şimdilerde Denizcilik Müzesi olarak kullanılan Grigurana Malikânesi de burada.



Daracık sokaklardan ilerleyerek gene ufak bir meydanda buluyoruz kendimizi. Meydanda biri diğerine göre büyük olan iki kilise var. Bunlardan biri Sırp Kilisesi olarak ta bilinen Aziz Nikola Kilisesi, diğeri ise Aziz Lukas Kilisesi. 1195’te yapılmış olan Aziz Lukas Kilisesi, 17. yy’da Katoliklerden Ortodokslara devredilmiş.





Kiliselerin bulunduğu meydandaki bir hediyelik eşya dükkânından magnet aldıktan sonra yemek yiyelim diyoruz. Denizcilik Müzesi’nin bulunduğu meydana dönerek Piazza Kotor’da üç dilim pizza ve iki kola (10 Euro) sipariş ediyoruz.

Sabah 10:00 gibi başladığımız gezimizi öğlen 13:00 civarında tamamlayarak şehrin kuzey kapısından çıkıyoruz. Üzerinde bulunduğumuz köprüden şehrin arkasındaki dağlara bakınca dikkatimi çeken şehir kalesini baştan başa süzüyorum. Kaleye çıkan patika yolun üzerinde bir de kilise görüyorum ancak daha Budva’ya gideceğiz ve yukarılara tırmanmaya gözümüz yemiyor.




Huzurlu, sessiz, daracık sokaklarında hesaplı kafeteryaları ve inanılmaz derecede temiz bir denize sahip olan Kotor’u sevdik. Şimdiki durağımız ise yarım saat mesafedeki Budva.

Şehir merkezine yakın bir otoparka arabamızı bırakarak kaleye doğru yürüyoruz. Limanda bulunan lüks yatlar göz kamaştırıyor. Budva, Avrupa sosyetesinin son gözdelerinden ve özellikle Rus istilasına uğramış durumda. Adım başı Rusça emlak satış ilanlarına rastlıyoruz. Yazın son derece hareketli olan bu ufak kasaba sezon sonu olması itibariyle oldukça sakin.



Sur içinin dar ve sakin sokaklarından ilerleyerek ufak bir meydana çıkıyoruz. Bulunduğumuz meydanda dikkat çeken kiliselerden biri yüksek çan kulesi ile ünlü olan Sveti Jovan Kilisesi. Hemen yanı başında ise daha ufak olan Kutsal Üçleme Kilisesi (Holy Trinity Church - Crkva Sv. Trojice) var. Kiliselere göz atıp meydandaki MB Ice Club isimli kafeteryada iki kahve ve bir su (5 Euro) sipariş ederek bol bol fotoğraf çekiyoruz.



Budva bize pek enteresan gelmedi o nedenle kahvelerimizi bitirdikten sonra ayrılıyoruz. Belki de yaz sezonu dışında olmamız nedeni ile gereğinden fazla sakindi bu ufak şehir.

Bar’a doğru harekete geçiyoruz ve yol üzerinde Sveti Stefan kasabasının kendi adıyla anılan ünlü adasını görmek istiyoruz. Ana kara ile ince bir bağlantısı olan ada uzaktan hoş gözükünce bir de yakından görelim diyoruz ancak ada yabancı bir zengin iş adamı tarafından uzunca bir süreyle kiralanıp ultra lüks ve pahalı bir otel olarak hizmet vermekteymiş.



Çok geçmeden Bar’a ulaşıyoruz. Arnavutluk sınırına yaklaştıkça Müslüman nüfusun artmaya başladığını hissediyoruz çünkü yolumuz üzerinde camiler belirmeye başladı. Bar şehrinin kalesini üstün körü gezerek Ulcinj’e doğru yola çıkıyoruz.



Son gecemizi Kotor’da geçirmeyi isterdik ancak sonraki gün dönüş uçağımız sabah erken bir saatte Tiran’dan olduğu için Arnavutluk sınırına çok yakın olan Ulcinj’de kalmayı uygun bulduk.

Ulcinj’de Budva gibi yazın tıklım tıklım dolu bir sahil kasabası ancak ziyaret tarihlerimizde çoğu otel ve pansiyon çoktan sezonu kapatmış. İlk olarak kalacağımız hostel olan Apartments Donna’yı buluyoruz ama mekânda in cin top oynuyor.

Akşam yemeği için şehir merkezine inip sahilde kısa bir yürüyüş yapıyoruz. Ulcinj’deki baskın nüfus Arnavut ve birçok cami var. Kent meydanında bulunan Aragosto Restaurant’taki hafif akşam yemeğimiz 15 Euro tutuyor. Yemek esnasında hostel sahibini arayarak kısa bir süre sonra geleceğimizi belirtiyorum. Erkenden odamıza çekilip uykuya dalıyoruz.

15.GÜN: ULCİNJ – TİRAN - İSTANBUL

En geç 09:30 gibi Tiran Havalimanı’nda olmamız gerektiğinden sabah 05:30’da Ulcinj’den ayrılıyoruz. Yolumuz aslında çok uzun değil ama bu yolu hızlı kat etmekte mümkün değil. Planladığımız saatte havalimanına vararak arabamızı Andi’ye teslim ediyorum. İlk gün sıfırladığım yol bilgisayarı 2970 km’yi gösteriyor. Her 100 km’de ortalama 5 litre yakıt tüketmişiz. 

Uçak saatini beklerken yol haritası kitapçığımızın ilk sayfasını süsleyen haritaya ve rotamıza bakıyorum. Kısıtlı vakte rağmen iyi iş çıkarmışız. Darısı seneye planladığımız ve Prag – Budapeşte – Viyana - Bratislava’dan oluşacak Orta Avrupa turumuzun başına…

 - FAYDALI BİLGİLER VE BAĞLANTILAR –

Merak edenler için yol haritası kitapçığımız

Balkanlar genel ve tarihi bilgi, şehirler ve gezilecek yerler ile alakalı bilgiler kitapçığımız

Beğendiğimiz blog yazılarına ait gezi notları kitapçığımız (alıntıdır)

Navigasyon cihazında kullanabileceğiniz .kml dosyaları

Yararlı olabilecek web siteleri bağlantıları


- ŞUNLARI YAPIN/YAPMAYIN – 

(YAKINDA)


...VE SON OLARAK GEZİMİZDEN BİR KAÇ VİDEO (yakında)