Balkanlar: Bizden yerler, bizden insanlar... (1.BÖLÜM)
- ÖNSÖZ -
14 günde 14 farklı şehir, 7 ayrı ülke ve kiralık arabayla 3000 km'lik çılgın bir rotayı kapsayan bir seyahat idi bizimkisi. Gezimiz boyunca gözümüze takılan tüm detayları paylaşmaya çalıştığımız için oldukça uzun bir yazı oldu. Bu nedenle iki bölüme ayırmayı uygun gördük.
Gezi noktalarımız ile alakalı tarihi bilgilere çok detaylı değinmedik çünkü bunlara birçok kaynaktan ulaşmak epeyce kolay. Daha çok rotamız boyunca yaşadığımız anlık izlenimlerimizi ve kişisel tecrübelerimizi aktarmaya çalıştığımız bu yazıyı sıkılmadan takip edeceğinizi ümit ediyoruz.
Kemal & Berna
--------------------------------------------------
Kaç zamandır kanımız çekiyordu Balkanlar’ı.
Bizden yerler, bizden insanlar, kan ve kardeş kavgasının eksik olmadığı bu
toprakları ziyaret etmek hep bir köşesindeydi aklımızın ve nihayet Ekim 2013’te
bu planımızı gerçekleştirebildik.
Aslında aklımda kabaca bir rota vardı ancak
tatilimiz kesinleştiğinde gene bilgisayar başına geçerek detaylı bir yol
haritası çıkartmalıydım. Tur dâhilinde ve grup halinde düzenlenen seyahatleri
hiçbir zaman sevememiştik ama planımızın da kusursuz ve dakik olması
gerekiyordu.
Kafamdaki plan, Üsküp’e uçarak havalimanından
araç kiralamak ve saatin tersi yönünde, Kosova,
Sırbistan, Hırvatistan, Bosna-Hersek ve Karadağ’ı kapsayan geniş bir daire
çizerek aynı noktada bitirmekti. Üsküp’e
bulduğumuz ucuz uçak biletlerini almakta geç kalınca planı biraz değiştirerek
Arnavutluk’un başkenti Tiran için 18 Ekim 2013 tarihine biletlerimizi alarak
ilk adımı attık.
İlk etapta seyahat tarihlerimiz 18 Ekim-31 Ekim arası idi. Yol haritamızda, Belgrad ve Hırvatistan’ın Plitvice Milli Parkı olmasına rağmen bu plana göre yolumuzun üzerinde bulunan Zagreb’e sadece bir akşam yemeği için uğrayacaktık. Son bir hamle ile dönüş günümüzü 1 Kasım 2013 olarak değiştirip Zagreb’e de bir gün ayırmış olduk. Rotamız artık iyice şekillenmişti…
Tiran – Ohrid(2) – Üsküp(2) – Prizren – Belgrad(1) – Novi Sad – Zagreb(1) – Plitvice(1) – Saraybosna(2) – Mostar – Dubrovnik(3) – Kotor – Budva – Ulcinj(1) – Tiran olmak üzere 13 gecelik konaklamalarımızı hostelworld.com ve hostelbookers.com sitelerinden hallettik. Bir geceyi ise Üsküp’ten Belgrad’a beş saat süren gece yolculuğunda harcayacaktık.
Fas gezimizde olduğu gibi üç kitapçık hazırladım. İlki yol haritası kitapçığımız, ikincisi gezimanya.com sitesinden arakladığımız, gezeceğimiz ülke ve şehirler ile alakalı tarihi ve günlük bilgilere ait içerikle dolu bir kitapçık ve Balkanlar gezi bloglarından derlediğim bir diğer kitapçık ile artık neredeyse hazırdık.
İlk etapta seyahat tarihlerimiz 18 Ekim-31 Ekim arası idi. Yol haritamızda, Belgrad ve Hırvatistan’ın Plitvice Milli Parkı olmasına rağmen bu plana göre yolumuzun üzerinde bulunan Zagreb’e sadece bir akşam yemeği için uğrayacaktık. Son bir hamle ile dönüş günümüzü 1 Kasım 2013 olarak değiştirip Zagreb’e de bir gün ayırmış olduk. Rotamız artık iyice şekillenmişti…
Tiran – Ohrid(2) – Üsküp(2) – Prizren – Belgrad(1) – Novi Sad – Zagreb(1) – Plitvice(1) – Saraybosna(2) – Mostar – Dubrovnik(3) – Kotor – Budva – Ulcinj(1) – Tiran olmak üzere 13 gecelik konaklamalarımızı hostelworld.com ve hostelbookers.com sitelerinden hallettik. Bir geceyi ise Üsküp’ten Belgrad’a beş saat süren gece yolculuğunda harcayacaktık.
Fas gezimizde olduğu gibi üç kitapçık hazırladım. İlki yol haritası kitapçığımız, ikincisi gezimanya.com sitesinden arakladığımız, gezeceğimiz ülke ve şehirler ile alakalı tarihi ve günlük bilgilere ait içerikle dolu bir kitapçık ve Balkanlar gezi bloglarından derlediğim bir diğer kitapçık ile artık neredeyse hazırdık.
Emektar
navigasyon cihazıma Doğu Avrupa haritasını bir aylık kiralayarak daha önceden
Google Earth yardımı ile şehir şehir hazırladığım ve gezeceğimiz noktaları
kaydettiğim .kml dosyalarını yükleyip hazırlıkları tamamlamış oldum.
Bu noktada
önümüzdeki tek engel Hırvatistan vizesi idi. Balkanlar’ı ziyaret etmişken
Hırvatistan’ı pas geçmek mantıklı değildi ve vize başvurusu için internet
üzerinden gerekli bilgiyi edinerek Beyoğlu’nda bulunan Hırvatistan İstanbul
Başkonsolosluğu’nun kapısını çaldık. Evraklarımızı teslim alan görevli, vize
ücretini ilgili bankaya yatırarak öğleden sonra tekrar gelmemizi söyledi.
Bu arada Hırvatistan vizesi ile alakalı en güncel bilgiyi vermiş olayım. Hırvatistan
henüz Schengen’e dahil değil ama Schengen vizeniz varsa tekrardan Hırvatistan
vizesine başvurmanıza gerek yok. Alacak olduğunuz Hırvatistan vizesi ile ise
Schengen bölgesindeki ülkelere giriş yapma şansınız yok. İnternetten edindiğim
bilgilere göre Hırvatistan vize başvuru ücreti, hızlı prosedür ve standart
prosedür olmak üzere iki fiyatlandırma kategorisine ayrılmıştı. Bu uygulama şu
an tek bir tarifeye indirgenerek standart olarak 60 Euro/kişi olarak
belirlenmiş.
Öğleden sonra dekontlarımızla
beraber aynı görevlinin karşısındaydık. Çok detaylı incelenmediğini düşündüğüm
evraklarımızın arasına dekontları da ekleyen görevlinin elinde uçak
rezervasyonumuz ve Dubrovnik otel rezervasyonumuz ile ilgili belgeler vardı.
Görevli, ziyaret amacımızı, nerede kalacağımızı, tur ile mi gidip gitmediğimizi
ve evli olup olmadığımızı sordu. Son sorusu ise neden Tiran’a uçtuğumuz idi.
Gerekli açıklamaları yaptıktan sonra ertesi gün gelerek pasaportlarımızı
almamızı söyledi. Akşama Antalya’ya döneceğimizi söylememle beraber iyi gününe
denk gelmiş olmalıyız ki bir saat sonra gelip pasaportlarımızı almamızı teklif
etmesiyle oldukça mutlu olduk. Böylece
sanal ortamda hakkında türlü türlü hurafeler dolaşan Hırvatistan vizesini bir
saatte almış olduk…
Vize başvurusu zamanında
ilgilendiğim diğer konu ise kiralık araç meselesiydi. Tiran havalimanı web
sitesinden (http://www.tirana-airport.com.al/
) havalimanında bulunan araç kiralama firmalarının bir kısmı ile çoktan
irtibata geçmiştim. Hertz, Sixt, Avis gibi küresel araç kiralama firmalarını
sıkıcı ve katı prosedürleri gereği genelde tercih etmem. Web sitesindeki
listenin sonunda yer alan ‘Albania Car Rentals’ ve ‘Albania Airport Rent a Car’
isimli yerel firmalar ile günlerdir yazışma halindeydim.
‘Albana Car
Rentals’tan aldığım en iyi teklif, günlük 25 Euro karşılığında 2010 model,
benzinli Hyundai i10 1.0 araç idi ancak ben biraz daha büyük ve oturaklı bir
araç almak niyetindeydim. Seyahat tarihlerimizde yağmura denk gelebilirdik ve
meşhur Balkan yollarında yol tutuşu daha iyi bir araç edinmek elzemdi. Diğer
firma ise birkaç gün süren pazarlıklar neticesinde 2010 model, benzinli ve
otomatik Skoda Fabia 1.2 araç için aynı fiyatı vermişti. 3000 km’lik bir rotada
otomatik vitesli aracın daha rahat olacağını düşünerek firma görevlisi Andi ile
sözleşmiştik ki içime kurt düştü ve uçuşumuzdan önceki gün son bir e-mail yazdım.
Bizim aracı alan müşteri iki gün uzatmış süreyi ve bize verebileceği tek araç
2010 model, dizel Fiat Bravo imiş. Dizel olması işime geldiği için itiraz
etmeyerek bir sonraki gün görüşmek üzere sözleştik.
Seyahat hazırlıkları sırasında ziyaret edeceğimiz ülkelerdeki akaryakıt ve sigara fiyatlarını araştırarak not almıştım. Buna göre Arnavutluk depoyu fullemek için ideal ülkelerden biri. Öyle ki bazı ülkelerde otobanları kullanacaktık ve ilgili ülkelerin karayolları ile alakalı web sitelerini bulup ödenecek otoban ücretlerini dahi not almıştım. Yol haritası kitapçığımızın bir bölümü ise ülkelere göre hız sınırları ve acil durumlarda ihtiyacımız olabilecek irtibat numaralarından oluşuyordu.
Avrupa’da kiraladığınız aracı ülke dışına çıkarmak için yeşil kart denen bir araç sigortasına ihtiyacınız var. Genellikle sınırlarda yan yana dizilmiş, prefabrik ofislerden edinmek mümkün. Andi’nin tavsiyesi üzerine sınırın Arnavutluk tarafındakinden halletmek için arabayı park ediyorum ve aradaki dil problemine rağmen sihirli cümle olan ‘yeşil karton’u söylememle birlikte poliçemiz hazırlanıyor. 15 günlük poliçenin 50 Euro olduğunu okumuştum ancak Arnavutluk’ta daha ucuzmuş ve 40 Euro’ya kapı gibi yeşil kartımızı alarak göğsümüzü gere gere sınır kontrol noktasına yanaşıyoruz.
1.GÜN: İSTANBUL – TİRAN – OHRİD
18 Ekim sabahı,
Pegasus Havayolları’nın 10:15 uçağı için sabahın köründe düşüyoruz Sabiha
Gökçen Havalimanı yollarına. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor ve doğal
olarak indiğimizde havanın nasıl olacağını düşünüyorum. Gideceğimiz şehirlerde
bulunacağımız tarihlere ait hava durumuna defalarca bakmıştım. Şimdilik
hiçbirinde yağmur belirtisi yoktu ama Ekim ayının son iki haftası Balkanlar’da
yağmur görmemek sürpriz olurdu.
Yerel saat 11:00 gibi
Tiran Nene Tereza Havalimanı'ndayız. Hava günlük güneşlik. Sıkıcı ve uzun süren pasaport kontrolünün
ardından valizlerimizi teslim alıyor ve araç kiralama firmasının bankosuna
yöneliyoruz. Kısa süren prosedürün ardından aracımız geliyor ve Andi’den son
direktifleri alarak yola çıkmaya hazırlanıyoruz. Aracın kaportasındaki birçok
irili ufaklı çizik ve sağ dikiz aynasının çatlak olması canımı sıksa da fazla
umursamıyorum. Navigasyon cihazımı valizden çıkarıp ön cama sabitliyor ve
şarjını araç içi çakmak girişine bağlamaya niyetleniyorum ki ilk hayal
kırıklığımı burada yaşıyorum. Çakmak girişi içeri göçmüş ve ulaşabilmek imkânsız
ama benim için hayati öneme sahip.
Arabayı uygun bir
yere çekip başka çakmaklık girişi var mıdır diye aranırken Andi çıkageliyor ve
bir sorun olup olmadığını soruyor. Derdimi anlatmam ile beraber arabaya binerek
havalimanının hemen dışındaki ufak bir oto tamir servisine götürüyor bizi. Bir
yandan arıza giderilirken diğer yandan arabanın etrafındaki hasarları cep
telefonum ile videoya kaydediyorum. Teslim esnasında bir sıkıntı yaşarsak
elimizde delil olsun.
Arıza
giderilirken sözünü ettiğim hasarları Andi’ye de gösteriyorum ve sohbet
ediyoruz. İlk durağımızın Makedonya olduğunu ve ziyaret edeceğimiz diğer
ülkeleri duyunca bize sitem ediyor ve neden bütün Türklerin bu ülkelere gidip
Arnavutluk’ta hiç vakit geçirmediklerini soruyor. Bende gönlünü alabilmek için
son günümüzü Tiran’da geçireceğimizi ve ülkelerinin de oldukça güzel olduğundan
bahsediyorum ancak Arnavutluk bizim için sadece başlangıç ve bitiş noktası
olacak.
Sitemkâr dostumuza
veda ettikten sonra havalimanının hemen dışındaki Alpet akaryakıt istasyonundan,
teslim aldığım anda tamtakır olan depoyu 9300 LEK ( 180 TL ) karşılığında
dolduruyorum. Havalimanında döviz bozdurmadığımdan ödemeyi kredi kartı ile
hallediyorum.
Seyahat hazırlıkları sırasında ziyaret edeceğimiz ülkelerdeki akaryakıt ve sigara fiyatlarını araştırarak not almıştım. Buna göre Arnavutluk depoyu fullemek için ideal ülkelerden biri. Öyle ki bazı ülkelerde otobanları kullanacaktık ve ilgili ülkelerin karayolları ile alakalı web sitelerini bulup ödenecek otoban ücretlerini dahi not almıştım. Yol haritası kitapçığımızın bir bölümü ise ülkelere göre hız sınırları ve acil durumlarda ihtiyacımız olabilecek irtibat numaralarından oluşuyordu.
Mazot işini de
hallettiğimize göre basıyoruz gaza. Navigasyon cihazımın rotasını Ohrid’e
ayarlayarak yola koyuluyorum. Kısa bir süre sonra Tiran şehir merkezinden
geçmemiz gerektiğini fark ediyoruz ama o ne trafik, nasıl bir keşmekeş. Dörder
şeritli dört ayrı istikametin kesiştiği ana kavşaklarda da mı trafik lambası
olmaz? Garibim, bir polis memuru kavşağın ortasında dikilmiş, elinde işaretçi
ile çırpınıp duruyor ama takan yok. Karşı yöne dalarak sollama yapanlar mı
dersin, kilit haldeki trafiğin olduğu yola arabasını park edip çekip gidenler
mi dersin, hareket halindeki arabaların önüne atlayan yayalar mı dersin? Korna,
bağrış, feryat figan gırla gidiyor!
Şehrin trafiğinde
1 saat kadar vakit kaybederek yola devam ediyoruz. Tek şeritli, virajlı yollar
canımızı sıkıyor ve bir köy bakkalında durup içecek ve abur cubur almak
istiyoruz ama Arnavut Lek’imiz yok. Bakkal amcayı Euro’ya ikna ederek
alışverişimizi yapıyor ve daha fazla vakit kaybetmeden yola koyuluyoruz. Ara
ara çevirmelere denk geldiğimden hız sınırı neyse aynen riayet ediyorum.
Bir süre sonra
yeni inşa edildiği her halinden belli olan bir tünelden geçerek ücretsiz otobana
giriyorum. Söz konusu tünelin, yolumuzu en az yarım saat kısalttığını müjdeliyor
navigasyon cihazım. Saat 14:00 gibi Makedonya sınırına varıyorum ama önce ufak
bir işimiz var.
Avrupa’da kiraladığınız aracı ülke dışına çıkarmak için yeşil kart denen bir araç sigortasına ihtiyacınız var. Genellikle sınırlarda yan yana dizilmiş, prefabrik ofislerden edinmek mümkün. Andi’nin tavsiyesi üzerine sınırın Arnavutluk tarafındakinden halletmek için arabayı park ediyorum ve aradaki dil problemine rağmen sihirli cümle olan ‘yeşil karton’u söylememle birlikte poliçemiz hazırlanıyor. 15 günlük poliçenin 50 Euro olduğunu okumuştum ancak Arnavutluk’ta daha ucuzmuş ve 40 Euro’ya kapı gibi yeşil kartımızı alarak göğsümüzü gere gere sınır kontrol noktasına yanaşıyoruz.
Oldukça akıcı bir
Türkçe konuşan Makedon bayan polis memuru, formalite icabı birkaç soru sorup
arabanın evraklarını ve pasaportlarımızı inceledikten sonra basıyor damgayı.
Ohrid’e gideceğimizi öğrenince sınırda bulunan bir arkadaşını da götürüp
götüremeyeceğimizi soruyor ve kabul ediyoruz. Beş dakikalık bir bekleyişten
sonra üniformasından kıdemli olduğunu anladığımız genç bir memuru da arabamıza
alarak düşüyoruz yola. Sınırı geçer
geçmez fark ettiğimiz değişim bizi şaşırtıyor. Anlaşılan o ki Enver Hoca’nın
yıllarca dış dünyadan soyutladığı Arnavutluk’un üzerindeki ölü toprağını atması
biraz daha zaman alacak.
Misafir ettiğimiz
arkadaş Ohrid’de yaşıyormuş ve sınırda bulunan gümrük bölümünün şefiymiş.
Torpilimiz büyük yerden olunca bize bir şey olmaz diyerek gaza biraz fazla
yükleniyor ve yarım saatten biraz uzun bir süre de Ohrid’e varıyorum. Keyifli
bir sohbete daldığımız misafirimiz, döviz bozdurmak için bize yardımcı oluyor
ve Ohrid şehir merkezinde nakit sorunumuzu da hallettikten sonra 8 km.
uzaklıktaki Lagadin bölgesine giderek Robinson Sunset House’a varıyoruz.
Ohrid Gölü’nün
enfes manzarasına sahip, ahşap ve taş binalardan oluşan ufak bir aile işletmesi
olan hostelimizde bizi ailenin annesi Tatyana karşılıyor. Ufak bir tanışma
faslından sonra akşam yemeği isteyip istemediğimizi soruyor ve evet cevabını
almasıyla beraber mutfağa girişmek için bizden müsaade istiyor.
Ohrid’de bir tam
günümüz var ve bu günü şehir merkezinde görülmesi gereken yerler için
harcayacağız ama hostelimizin bulunduğu yere göre aksi istikamette bir yer var
ki orayı da görmeliyiz: St. Naum Manastırı.
Havanın hala
aydınlık olmasını fırsat bilerek düşüyoruz yola. Yol üzerinde diğer bir gezi
noktamız olan ‘Bay of the Bones Museum’u dönüşe bırakarak daracık ve virajlı
yollar üzerinden yarım saatten kısa bir sürede St. Naum Manastırı'na varıyoruz.
Yol boyunca birçok Türkiye plakalı tur otobüsleri ve genelde İstanbul plakalı
bazı hususi araçlar dikkatimizi çekiyor.
Arabamızı park
ettikten sonra göl boyunca sağlı sollu hediyelik eşya satıcılarının arasından
geçerek manastıra varıyoruz. Dış bahçede bizi tavus
kuşları karşılıyor. Kiril alfabesinin doğduğu yer olan ve İncil’in Kirilce’ye
çevrildiği manastırın girişinde bulunan mozaik göz kamaştırıyor.
St.Naum ve St.Clement,
Kiril alfabesini bulan Slav azizler St.Metodius ve St.Kiril’in talebeleriymiş
ve bu alfabeyi tüm Balkanlar’a yaymışlar. St.Naum, bu manastırı 16.yy’da inşa
etmiş ve özellikle zihinsel problemli hastalara şifa dağıtırmış.
Ziyaretimiz
esnasında denk geldiğimiz belgesel çekimi ekibi ile köşe kapmaca oynayarak
etrafı inceliyoruz. Kişi başı 100 MKD ödeyerek St.Naum’un mezarının da
bulunduğu kilise kısmını geziyoruz. Her yerde yazandan ben de bahsetmezsem
olmaz! Rivayete göre kalbi güzel insanlar mezar taşına kulaklarını dayarsa
St.Naum’un kalp atışlarını duyabilirlermiş. Belgesel ekibinin bize yetişmesi
ile bu testten vazgeçerek gezimizi noktalıyoruz.
Hava kararmaya
başladığından diğer müzeye yapacağımız ziyareti erteliyor, yol üzerinde bulunan
bir kasaba bakkalından biraz alışveriş yaparak hostelimize atıyoruz yorgun bedenlerimizi.
Berna valizleri açarken ben ailenin oğlu Mihail ile tanışıp sohbete
koyuluyorum. Ailenin babası Andon ise hostelin ortak yaşama ve yemek alanı olan
bölümdeki şömineyi tutuşturuyor.
Yemek
hazırlıkları bitmek üzereyken bir yandan bakkaldan aldığımız Skopsko
biralarımızı yudumluyor diğer yandan gün batımının keyfini çıkararak Ohrid
Gölü’nü ve ardındaki Arnavutluk kıyılarını seyrediyorduk.
Yemek faslına
geçmeden evvel Andon bize rakija ikram ediyor. Derken kendi üretimleri olan
şaraplarından tadıyoruz. Çok geçmeden masaya bir yemek geliyor ki aman Allah…
Çorbasından salatasına, ana yemeğinden meyvesine tam bir ziyafet. Makedonya ve
tüm Balkanlar’da oldukça sevilen ‘Shopska’ isimli salata ile de burada tanışmış
oluyoruz. Yakında bir otelde kalan ancak arkadaşlarının daha önceki
ziyaretlerinde çok methettiği aileyle tanışmak ve akşam yemeği için aramıza
katılan Duygu ve Canan ile sohbet ediyoruz. Gece uzadıkça uzuyor, keyifli bir
sohbet eşliğinde kendimizi sanki evimizde ve dostlarımız ile hissediyoruz. Makedon
ailemiz o kadar cana yakın insanlar ki nasıl tarif etsek bilemedik. Mihail’in
Ankara maceralarına oldukça gülüyoruz.
Bu gece Üsküp’te kalmayacağız ama son defa hostel sahiplerimizi görüp vedalaşmak istiyoruz. Kahve ikramının yanında teklif edilen rakija’yı nazikçe reddediyorum çünkü bu gece uzun bir yolculuğa gebe. Gece yarısına doğru Üsküp’ten ayrılarak sabaha karşı Belgrad’da olmayı planlıyoruz.
Osmanlı İmparatorluğu, ele geçirdiği Belgrad, Karlofça ve Petervaradin gibi yerlere zamanla Sırpları yerleştirir. Macaristan, Osmanlı hâkimiyetindeyken Tuna’nın kuzeyi için de aynı politika izlenir. Avusturyalılar ise Sırpları güvenilmez buldukları için Macar nüfusunu buralara taşırlar. Günümüzde Voyvodina denilen ve başkenti Novi Sad olan bu bölgenin en büyük derdi de her iki nüfusun birbiri ile olan anlaşmazlığıdır.
2.GÜN: OHRİD
Erkenden
uyanıyoruz kahvaltı için. Mis gibi havayı ciğerlerimize çekerek hemen
ayılıveriyoruz. Kaldığımız yeri bir de gündüz gözüyle keşfetmek için etrafı
gezerek fotoğraflar çekiyorum. Kahvaltılık bir sos olan ‘Ajvar’ ile de çabucak
kaynaşıyoruz ve mantarlı omlet, kaymak, peynir ve kahveden oluşan leziz bir
kahvaltı ile güne başlıyoruz Biz kahvaltıya gömülmüşken Tatyana
pasaportlarımızı alarak hostel kaydımızı yapıyor ve ertesi günün doğum günüm
olduğunu fark ediyordu.
UNESCO Dünya
Miras Listesi’ne dâhil olan kent ve Ohrid Gölü’nü görmek için sabırsızız. Ohrid
merkezine ulaşarak arabamızı sahil boyunca bulunan park alanlarından birine
bırakıyoruz. St.Clement heykelinin bulunduğu meydanda birkaç fotoğraf çekerek
St. John Kaneo Kilisesi’ne yürümeye başlıyoruz sahil boyunca.
Orta yaşlı bir
adam hemen yanımıza yanaşıyor ve panoramik tekne turu ile bizi kiliseye
götürebileceğini anlatınca ufak bir pazarlık ile 500 MKD’ye anlaşarak atlıyoruz
tekneye. Yirmi dakika süren tekne turu boyunca bol bol fotoğraf çekerek göle hâkim
bir tepenin üzerine kurulmuş olan kilisenin dibindeki iskeleye varıyoruz.
Biraz merdiven çıktıktan sonra soluklanmak için kilisenin bahçesindeki bankta oturarak manzaranın tadını çıkarıyoruz.
Biraz merdiven çıktıktan sonra soluklanmak için kilisenin bahçesindeki bankta oturarak manzaranın tadını çıkarıyoruz.
St. John Kaneo
Kilisesi’nin 13.yy’da inşa edildiği rivayet edilir. Vakti zamanında Ohrid’de
inşa edilen 365 kiliseden ayakta kalanlar içerisinde en güzel manzaralı olanı
bu olmalı. Kişi başı 100 MKD karşılığında içini de gezerek ikinci ziyaret
noktamız olan St.Pantelemion (Plaosnik) Kilisesi’ne yürümeye başlıyoruz.
Teknedeyken
tepenin üzerinde dikkatimi çeken büyük inşaatın kıyısından geçerek kiliseye
varıyoruz. Bu gudubet yapının neyin nesi olduğunu sorduğum kaptan,
St.Pantelemion Kilisesi’nin hemen yanı başında devam eden Balkanlar’ın en büyük
üniversitesinin inşaatı olduğundan bahsetmişti. Bu alanda, zamanında
Balkanlar’ın en eski üniversitesi kurulu imiş ve günümüze dek süregelen
arkeolojik çalışmaların ardından bu üniversitenin hatırına yeni ve modern bir
üniversite kurulmasına salık verilmiş. Böylesine her taşın altından hala tarih
çıkan bir alanda ne kadar mantıklıdır bilemedim.
St.Pantelemion
Kilisesi ilk olarak 10.yy’da inşa edilmiş ve 15.yy’da Osmanlı hakimiyeti
sırasında camiye dönüştürülmüş. Kiliseyi etraflıca gezdikten sonra bahçesindeki
türbe dikkatimizi çekiyor. Bu türbe, Fatih Sultan Mehmet’in askerlerinden
Nişancı Sinan Yusuf Çelebi’ye ait.
Öğle molası
vermek için kilisenin hemen yanındaki kafeteryada iki kahve ve iki ufak su (330 MKD)
siparişi veriyoruz. Kısa molanın ardından sıradaki ziyaret noktamız Çar Samoil
Kalesi. Her kiliseye girişte 100’er MKD vermiş olmaya alışmış bünyem görevliye
parayı uzatınca şaşırıyor ve iki kişi 60 MKD ödeyerek başlıyoruz surları
tırmanmaya. Burçlardan enfes fotoğraflar çekiyoruz ve sıradaki gezi
noktalarımızı bulmaya çalışıyoruz.
Tarih boyunca
defalarca yıkılmış olan kale her seferinde büyütülerek yenilenmiş. Hisarın en
büyük kısmı, 10.yy’da hükümdarlık yapmış olan Çar Samoil’e ait. Ohrid’in
tepesinden göle kadar uzanan duvarların yüksekliği yer yer 16 metreyi bulmakta.
Evet, artık
geçiyoruz inişe. İlk durağımız antik tiyatro. M.Ö. 3.yy’ın sonlarında inşa
edilmiş olan yapı, zamanında 4000 kişilik oturma kapasitesi ile bölgenin en
büyük antik tiyatrosuymuş.
Tiyatronun yanı
başındaki seyyar satıcıların birinden 100 MKD’ye magnet alarak St.Sophia
(Ayasofya) Kilisesi’ne doğru yürüyüşe geçiyoruz. Yol üzerinde, St.Bogodorica
Kilisesi olduğunu düşündüğüm bir yapı ile karşılaşsakta kapalı olduğu için
gezemiyoruz. Hemen karşısındaki sanat galerisine davranıyoruz ki orası da
kapalı. Sağlık olsun diyerek yolumuza devam ediyoruz.
Sokaklar iyice
kalabalıklaşıyor ancak turistik kafilelerinin arasından sıyrılarak St Sophia
Kilisesi’ni bulmamız çok uzun sürmüyordu. Kilisenin girişindeki bankların birinde oturup yorgunluğumuzu atarken
bahçede gezinen kaplumbağaları fotoğraflıyorum.
İçerdeki kalabalık grubun
çıkmasını fırsat bilerek biletlerimizi (100MKD/kişi) alıyor ve gezinmeye
başlıyoruz. İçeride fotoğraf çekmek yasak ancak güvenlik kameralarının kör
noktalarından yararlanarak birkaç güzel poz yakalıyorum. Tabi ki flaşımı
kapatarak. 11.yy’a ait fresklerin en iyi
halde korunduğu iki kiliseden biri olan bu nadide yapının güzelliğine zarar
vermek istemeyiz. Diğer kilise hangisi diye merak ederseniz o da Kiev’deki
Ayasofya Kilisesi’dir.
Gezmiş olduğumuz
kilise oldukça uzun bir tarihe sahip. Hatırı sayılır bir müddet cami olarak kullanılan
yapı, 1912’de tekrar kiliseye çevrilmiş. Ayasofya Kilisesi’ni oldukça
beğendiğimizi söyleyebilirim.
Ohrid gezi
bloglarında pek söz edilmeyen bir gezi noktası var ki tam da yolumuz üzerinde
olmalı: Robev Konağı. Fazla zorlanmadan buluyoruz bu muhteşem konağı ve kişi
başı 100 MKD ödeyerek içeri giriyoruz. 19. yy Makedon mimarisinin en iyi örneklerinden biri olan üç katlı
konak, günümüzde Makedon eserlerinin sergilendiği bir müze olarak hizmet
veriyor. Giriş katında sergilenen arkeolojik eserler de cabası.
Saat 15:00 olmuş. Görülmesi gereken birkaç yer daha var.
Sahile doğru yürüyoruz ve St.Clement heykelinin bulunduğu meydan ile Çınar
Meydanı’nı birbirine bağlayan Eski Pazar yoluna atıyoruz kendimizi. Güzel
havanın da etkisiyle iyice kalabalıklaşan yolda Çınar Meydanı’na doğru
ilerliyoruz çünkü yolumuzun üzerinde St.Clement Kilisesi var. Bu arada en son
teknedeyken elimde olan navigasyon cihazımı çıkarıyorum ki o da ne? Teknedeyken
kotumun arka cebine sığdırdığım zavallı cihaz üzerindeki baskıya dayanamamış ve
ekranı ortadan ikiye çatlamış. Çatlağın bir tarafında görüntü iyiyken diğer
tarafında ekrandan eser yok, dokunmatiği ise çalışıyor.
Moralim bozuluyor, kiliseyi söyle bir yüzeysel inceleyip
Çınar Meydanı’na varıyorum kendime saydıra saydıra. Berna ise peşimden
koşturuyor yetişebilmek için. Keyifsiz bir şekilde meydanda bulunan Halveti
Hayati Tekkesi’ni geziyoruz. Meydanın dibindeki tepede bulunan ufak orman
dikkatimi çekiyor ve yukarı tırmanıyoruz. Biraz orman havası ve yolumuzun
üstündeki ufak kilisenin bahçesinden meydanı izlemek geçirmiyor canımın
sıkkınlığını. Hadi bari yemeğe verelim kendimizi diyoruz.
Yemek yiyecek güzel bir yer ararken Çınar Meydanı’nın içinden
geçiyoruz ve bir bit pazarına denk geliyoruz. Hiçbir zaman yerinde rahat
durmayan ben, ince tornavida seti alıyorum pazarcının birinden. Meydana tekrar dönüyoruz ve oldukça tavsiye edilen Neim Restaurant’ı
buluyoruz. Restoran kapalı olunca hemen çaprazındaki salaş bir restorana
geçiyoruz erken bir akşam yemeği için.
Ben karışık
ızgara siparişi veriyorum, Berna ise adını hatırlayamadığım krema soslu bir et
yemeği istiyor. Patates cipsi, salata ve iki kola ile menüyü tamamlıyoruz.
Yemeklerin gelmesini beklerken yapıyorum yapacağımı. Navigasyon cihazını tamir
etmek umudu ile parçalara ayırıyorum. Kırılan ekranın neyini onaracaksam? O ana
kadar dokunmatiği kusursuz çalışan, ekranı ise yarı yarıya sağlam olan aletin
mevta olması fazla zaman almıyor.
Izgarayı
beğenmiyorum, Berna’nın yemeği ise gayet güzel. Navigasyon cihazından sebepli
sıkkınlığımı bahane ederek ortak oluyorum yemeğine ve Ohrid standartlarına göre
biraz yüksek olabilecek 1000 MKD’lik bir hesapla ayrılıyoruz mekândan.
Arabaya
binmemizle ikinci sürpriz bizi karşılıyor. Gösterge panelindeki ‘katalitik
konvertör arızası’ lambası pis pis sırıtıyor yüzüme. Kendi arabamdan bildiğim
kadarıyla bu oldukça önemli bir arıza da olabilir çok basit bir şey de. Yavaş
yavaş dönüşe geçerken Mihail ile görüşmek için hosteli arıyorum. Telefonu
Tatyana açıyor ve oğlunun şarap festivaline katılmak için Üsküp’e gittiğini
söylüyor. Derdimi anlatıyorum ve arabayı sağa çekip Andon’u beklemeye
koyuluyoruz.
On dakika
geçmeden imdadımıza yetişiyor Andon ama kısıtlı İngilizcesinden ötürü zor
anlaşıyoruz. Yakınlardaki bir Türk arkadaşından yardım almak için kendisini
takip ediyoruz ama o da şehir dışına çıkmış. Tekrar takip etmemizi söylüyor ve
kendi başımıza bulmamızın imkânsız olduğu bir konumdaki Citroen servisine
varıyoruz. Servis sahibinin de Andon’un yakın bir arkadaşı olmasına sevinerek
derdimi anlatıyorum ancak o an için yapacak hiçbir şey yok çünkü o civarda
elektrikler kesik. Var bizde bir anormallik bugün!
Hostele dönmeye
karar veriyoruz ki yol üzerindeki eski püskü, paslı Fiat tabelasını görmemle
içeri sapmam bir oluyor. Kenar mahalle oto tamircisi gibi bir yerdeyiz ve
yanımıza gelen arkadaşa derdimi anlatmaya çalışıyorum. Etrafımızı saran diğer
ustalarla da aynı lisanı konuşamıyorum ama işaret diliyle anlaşıyoruz. Arabayı
bilgisayara bağlıyorlar ve yarım saatlik uğraşlar sonucu hatayı düzeltiyorlar
ya da ben şimdilik öyle sanıyorum. Ustaların biriyle test sürüşüne çıkıyoruz ve
ne araçta bir sorun var ne de uyarı lambasından eser. Herhalde oldu bu iş
diyerek 500 MKD ödüyor ve hostelimize dönüyoruz.
Akşam yemeği için
Tatyana hazırlıklar yapıyor. Biz yemeğimizi yedik ve sadece şarap içmek için
sofraya katılıyoruz. Yeni gelen Avusturalyalı misafir yemeğini yerken bir
yandan da bizimle sohbet ediyor. Bir anda ne olduysa oluyor ve Tatyana benim
için hazırladığı doğum günü pastasının mumlarını yakarak masaya getiriyor. Bu
jest karşılığında oldukça şaşırıyorum ve günün tüm olumsuzlukları geçici de
olsa aklımdan siliniyor.
Gecenin ilerleyen
saatlerinde navigasyon sorununu halletmek için telefonuma çeşitli uygulamalar
indiriyorum ve internetten güncel haritaları bulmakla geçiyor zamanım…
3.GÜN: OHRİD – RESEN (RESNE) – BİTOLA
(MANASTIR) – ÜSKÜP
Sabahın erken
saatlerinde ayrılıyoruz hostelimizden. Dün vedalaştığımız arıza lambası tekrar
kendini gösteriyor. İlk gün ziyaret edemediğimiz ‘Bay of the Bones Müzesi’ne
gidiyoruz. Kişi başı 100 MKD ödeyerek göl üzerine kurulu müzeyi gezmeye
başlıyoruz. Topraktan yapılmış sap saman çatılı evler, çeşitli hayvan postları
ve eski eşyalar pek ilgimizi çekmeyince erken ayrılıyoruz müzeden.
Önceki gün
uğradığımız Citroen servisine gidiyoruz evvela. Hala elektrikler yok ve bizim
de kaybedecek vaktimiz yok. Üsküp’te var imiş Fiat yetkili servisi ve Allah’a
emanet diyerek çıkıyoruz yola. Telefonuma yüklediğim navigasyon uygulamaları da
pek verimli değil ama yapacak bir şey yok.
Kısa bir süre
sonra Resne’ye varıyoruz. Burada görülecek tek ziyaret noktası Resneli Niyazi
Bey Sarayı. Arabanın durumundan mütevellit pas geçiyoruz burayı ve Manastır’a
doğru devam ediyoruz.
İlk durağımız
Atatürk’ün de zamanında eğitim gördüğü Manastır Askeri İdadisi. Müzenin
karşısındaki ücretsiz park alanına arabamızı park ederek giriyoruz içeri ve 100’er
MKD ödeyerek başlıyoruz dolaşmaya. Atatürk‘e ayrılan bölüm oldukça ilgi
çekici. Duvarların birinde, Atatürk’e o yıllarda ölesiye âşık olan Eleni’nin
mektubu, bir diğerinde ise talebelik yıllarında aldığı notları var.
Müzeden sonra
Hamidiye (Shirok) Caddesi’ne yöneliyoruz. Sağlı sollu konsoloslukların arasından
geçiyoruz ve hafta sonunu fırsat bilen yerli halk kafeteryalarda toplaşmış,
gelen geçeni izliyor. Makedonyalı Manaki kardeşlerin çektiği, 1911 tarihli ‘Sultan 5.Mehmet Reşat'ın Bitola Seyahati’
filmi bu caddede çekilmiş ve Türk-Osmanlı sinema tarihinin ilk eseriymiş.
Elveda Rumeli dizisinin de buralarda çekildiğini hatırlatmalıyım.
Caddenin sonunda
Yunanlılar ile Makedonların bir türlü paylaşamadığı Büyük İskender Anıtı var.
Etrafında ise saat kulesini, Yeni Cami, İshak Paşa Cami’yi ve St.Demetrius
Kilisesi’ni görebilirsiniz. Meydanı terk
edip biraz kuzeye yürürseniz sizi Haydar Kadı Cami karşılayacak.
Günlerden pazar
olması sebebiyle Türk Mahallesi’ni ve çarşıyı gezemiyoruz. Yahudi mezarlığına
planladığımız ziyaretimize ise açlığımız engel oluyor. Geldiğimiz yolu geri
dönerek Ravenna Cafe’de iki büyük pizza ve içecek siparişi (700 MKD) veriyoruz.
Yemeklerimizi yerken internetten Fiat forumlarına göz atıp arabanın arızasının
ne olabileceğini idrak etmeye çalışıyorum.
Saat 14:00 gibi
ayrılıyoruz Manastır’dan ve Üsküp yollarına düşüyoruz. Çok geçmeden otobana
giriyoruz ve hızımız artıyor. Ardı ardına üç defa otoban gişelerinden geçerek
toplam 140 MKD ödüyoruz ve akşam vakti varıyoruz Üsküp’e.
Merkeze on
dakikalık yürüme mesafesindeki Anton Popov Caddesi’nde bulunan Hostel
Atlantik’i buluyoruz. Kapıda bizi bu 3 odalı ufak hostelin sahibi Ljupco ve eşi
karşılıyor. Tabi bu samimi karşılama kahve ve rakija eşliğinde oluyor.
Sohbetin ardından
odamıza yerleşerek Üsküp sokaklarına atıyoruz kendimizi. Amacım, hem Üsküp’te
gezeceğimiz yerler için kısa bir keşif yapmak hem de akşam yemeği için muntazam
bir yer bulmak. Ljupco’nun tavsiye ettiği restoranı bulamayınca 11 Ekim Caddesi
üzerinden Makedonya Meydanı’na yürümeye karar veriyoruz. Kısa bir süre sonra
solumuzda parlamento binasını ve tam karşısında içerisinde anıtlar ve heykeller
bulunan parkı fark ediyoruz. Tam karşımızda ise Makedonya Takı var.
Oldukça güzel
ışıklandırılmış Makedonya Takı’nın (Macedonia Gate) altından geçerek meydana
varıyoruz. Solumuzda kalan Ristic Palace mimarisi ile göz kamaştırıyor.
Meydanda bulunan Büyük İskender Anıtı’nın etrafındaki kalabalığa önce anlam
veremesem de sonradan hatırlıyorum şarap festivali olduğunu. Konser için
platform kurulmuş ve son hazırlıklar yapılıyor, meydanın dört bir köşesindeki
onlarca şarap standı ise müşteri kapmak derdinde.
Eğlence hazır
başlamamışken biraz gezelim diyoruz ve Vardar Nehri’nin iki yakasını birbirine
bağlayan Taş Köprü’ye yürüyoruz. Nehrin her iki yakasında çoğu yeni yapılmış ve
harika mimariye sahip devasa binalar ilgimizi çekiyor. Buraları daha sonra
gündüz gözüyle arşınlayacağız.
Vardar Nehri aynı
zamanda şehrin Müslüman ve Ortodoks nüfusunu ikiye ayırmakta. Bizim tarafa
geçip meydandaki süs havuzları ve heykellerin etrafında birkaç fotoğraf
çekiyoruz ve tekrar Taş Köprü üzerinden festivalin olduğu meydana geçmek
isterken uzakta, çok uzakta bir dağın tepesindeki devasa haçın (Millenium
Cross) ışıl ışıl Müslüman bölgesine göz kırpmakta olduğunu fark ediyoruz.
Millenium Cross’a daha sonra detaylı değineceğim.
Bu kadar keşif
şimdilik kâfi, karnımız da acıktı zaten. Festival alanındaki bir ızgaracıdan
enfes iki burger (240 MKD) alarak karnımızı doyuruyoruz ve çoktan başlamış olan
konseri seyrediyoruz. Envai çeşit şaraplardan tatmadan ayrılmadığımızı da
belirteyim. Konseri izlerken diğer yandan etrafımdaki kalabalığın içerisinde
Mihail’i arıyorum.
Yarın oldukça
yorucu bir gün olacak. Gece yarısına doğru ayrılarak dinlenmek üzere
hostelimize dönüyoruz.
4.GÜN:
ÜSKÜP – PRİZREN – ÜSKÜP
Bugünümüzü
Prizren’e ayırdık. Yugoslavya’nın en fakir evi olarak dillendirilen Kosova’yı
görmeyi oldukça istiyorduk. Hostelimizde yaptığımız erken kahvaltının ardından
Ljupco’dan aldığım direktifler ile Fiat yetkili servisini buluyorum. Çok şükür
oldukça iyi İngilizce konuşuyor servis yetkilisi. Arabayı bilgisayara
bağlayarak kontrol etmeleri gerektiğini ve bunun ücretli olacağını söylüyor.
Andi’yi arayarak durumu izah ediyor ve müsaade istiyorum. Arnavutça bilen bir
ustanın yardımı ile daha rahat anlaşıyoruz.
Gerekli
kontroller yapılıyor ve arızanın önemsiz bir nedenden kaynaklandığının ortaya
çıkması ile içimiz rahatlıyor. Vakit kaybetmeden ayrılıyoruz servisten.
Beceriksiz
navigasyon uygulamasının marifeti ile ne idüğü belirsiz yollara giriyoruz çok
geçmeden. 70 km’lik Üsküp – Prizren yolunun kötü olmasından dolayı iki saat
süreceğini biliyorum ama bu işte bir yanlışlık var.
Öyle bir yoldayız
ki tek gidiş, tek geliş, eski bir demiryoluna paralel ve on dakikada bir bu
demiryolunun üzerinden kontrolsüz olarak bir o yana bir bu yana geçmek zorunda
olduğunuz, etraftaki çalı çırpı yüzünden iki arabanın yan yana geçmesinin bile
kaza sebebi olabileceği eski ve bakımsız bir yol bu.
Navigasyon
cihazının talimatlarına uyarak bir saatten fazla gidiyoruz bu yolda ve sonunda
şehirlerarası yola benzer, yeni yapılmış bir anayola çıkarak Kosova sınırına
varıyoruz. Bu noktada bir çekincemiz var. Üsküp’ten sonraki durağımız Belgrad
olacak ve Sırbistan halen Kosova’yı tanımadığı için pasaportunuzda Kosova
damgası varsa sorun yaşayabilirsiniz.
Gezi bloglarından
edindiğim tecrübe ile sınır polisinin Sırbistan’a gidip gitmeyeceğimizi
sormasını bekliyorum. Kosova’dan direkt olarak Sırbistan’a geçme şansınız zaten
yok ta hani daha sonra gidecekseniz problem olmaması için sorup duruma göre
damga basmazlarmış.
Türk olduğumuzu
fark edip oldukça samimi davranan sınır polisi, bize bir şey demeden ya da biz
daha konuşmaya fırsat bulamadan basıverdi damgayı pasaportlara. Vardır bunda da
bir hayır diyerek yola devam ettik.
Kosova sınırından
Prizren’e kadar olan yol, bol virajlı ve rampalı olmasına rağmen son derece
keyifliydi. Sonbaharın etkisiyle yeşil ila sarı tonlardaki yapraklar üzerimize
dökülüyor, derelerin kıyısından ve ormanların içerisinden geçerken arabada bize
Deniz Seki’nin Aşk Denizi (2005) albümü eşlik ediyordu.
Prizren’e
yaklaştıkça tünellerin içerisinden geçmeye başladık. Bunlardan bir tanesi vardı
ki ağızlarımız açık bakakaldık. Çok eski olduğunu tahmin ettiğim tünel
muhtemelen kompresörler ve biraz da el yordamıyla açılmış ve o şekilde
bırakılmıştı. Tünelden çok dağ içindeki bir oyuk şeklindeki kaya kütlesinin
içinden geçmek biraz ürkütücü ve oldukça enteresandı.
Çok geçmeden
Sharr Dağları sırtlarından aşağılara inmeye başladık. Yol boyunca Kosova
bayrağı kadar Arnavutluk bayrağı ve Kosova Savaşı’nda aktif rol oynayan UCK
militanlarına ait semboller ve mezarlar vardı. Dağın etrafındaki türlü türlü
dinlenme tesisleri Prizren’e iyice yaklaştığımızın habercisiydi. Sharr Dağları
etrafındaki tesisler özelikle kış aylarında tercih edilebilir.
Prizren’e
varmamız ile birlikte ilk işimiz arabayı park edecek bir yer bulmak olmuştu.
Etraftaki tabelaları takip ederek mahalle arasında bir açık otopark buluyoruz
ve görevli amcayla İngilizce konuşmaya başlıyorum. Ellili yaşlardaki amca, Türk
olduğumuzu anlıyor ve neden Türkçe konuşmadık diye tatlı tatlı azarlıyor bizi. Buralarda
Türkçe bilmek Prizren’li olmak ile eşdeğer durumda. Gülümseyerek ayrılıyoruz ve
Şadırvan Meydanı’na yürüyoruz.
500 yıla yakın
Osmanlı hâkimiyetinde kalan kentte yabancılık çekmek pek mümkün değil. Kosova‘nın üç resmi dilinden biri de Türkçe. Malum savaş sırasında ise bölgedeki Sırplar
birçok Arnavut’u katletmiş. Savaşın ardından giden Sırplar geri dönmemiş, yerlerini
ise Arnavutlar almış durumda.
İlk olarak yemek
yiyelim diyoruz ve Bistrica Nehri’nin üzerindeki Taş Köprü’den geçerek çokça turistin
tercih ettiği Besimi Restaurant’a giriyoruz. Şadırvan Meydanı oldukça
hareketli. Gene karışık ızgara sipariş ediyorum, Berna ise köfte ısmarlıyor.
Çok geçmeden adının sonradan ‘Bombitsa’ olduğunu öğrendiğimiz, içi peynirli
enfes köftelerimiz önderliğinde yemeklerimiz geliyor. Tüm Balkanlar’da yediğim
en lezzetli yemek buradakiydi.
Salata ve
içecekler ile tamamladığımız yemeğimize gelen 20 Euro’luk hesaba bir de 5 Euro
bahşiş bırakarak mekândan ayrılıyoruz ve başlıyoruz Prizren’i tavaf etmeye.
İlk durak St.
George Kilisesi. Bahçedeki polis memuru, kilisenin içini gezmenin yasak
olduğunu ve hatta bahçesinden bile fotoğraf çekemeyeceğimizi söyleyince
dışarıdan biraz fotoğraflayıp yola devam ediyoruz. Eczanenin birinden pastil
alıyorum keza boğazım davul gibi ve burnum akıyor. Sanırım önceki akşam fena
üşüttüm. Katolik Kilisesi’nde de pek zaman harcamayarak önce Suzi Çelebi Cami
ardından Cuma Cami’yi ziyaret ederek Prizren otogarının karşısındaki Namazgâh’a
varıyoruz.
Namazgâh, Fatih
Sultan Mehmet’in Prizren’i fethettiğinde askerleriyle ilk cuma namazını kıldığı
yer ve onarımı Kosova ve Makedonya’daki birçok Osmanlı hatırasında olduğu gibi
TİKA tarafından yapılmış.
Biraz
soluklandıktan sonra otogardan taksiye biniyor ve yürüdüğümüz yolu taksiyle
dönerek (2 Euro) tekrardan Taş Köprü’ye varıyoruz.
Halveti
Tekkesi’ne göz attıktan sonra Emin Paşa Cami’ni ve hemen karşısındaki Gazi
Mehmet Paşa Hamamı’nı (Çifte Hamam) ziyaret etmek istiyoruz. Çifte Hamam, inşa
edildiği 1563 yılından 1944’e kadar hamam olarak görev yapmış ve sonrasında peynir
imalathanesi ve depo olarak kullanılmış. Günümüzde ise sanat galerisi olarak
kullanılmakta ama ziyaretimiz esnasında oldukça hummalı bir restorasyon
çalışması geçirdiğinden dolayı gezemedik.
Nehrin bu yakasındaki son ziyaret noktalarımız ise günümüzde
yalnızca minaresi ayakta kalabilmiş Arasta Cami ve Bayraklı Cami. Komünizm yıllarında üzerinde
kelime-i tevhit bayrağı asılı olan cami bu nedenle Bayraklı Cami olarak
anılıyor. Bağımsızlığa kadar asılı duran bayrak, belirli günlerde yine
asılıyormuş buraya. Arasta Cami ise 1960’lı yıllarda komünistler güçlenince
yıkılıp yalnızca minareleri bırakılan camilerden biri.
Tekrar geçiyoruz Şadırvan Meydanı’na. İlk zamanlarında
kilise olarak kullanılan Sinan Paşa Cami’ni görmek istiyoruz. Camide
restorasyon halen devam etmekte ama içi bu haliyle bile göz kamaştırıyor. Güneş
batmaya başladı ve vaktimiz azalmakta. Aslında gezilmedik yer de kalmadı ama
Prizren Kalesi göz kırpıyor uzaktan. Zor bela ikna edip hanımı tırmanmaya
başlıyoruz kaleye. 15 dakikalık bir eziyetten sonra surlara varıyoruz. Etraf
oldukça bakımsız ve her yer çöp dolu olmasına rağmen keyfimizi bozmuyor ve
günbatımının tadına vararak Prizren’i izliyoruz.
Hava iyice kararmadan meydandaki kafeteryaların birinde
birer yorgunluk çayı içerken (3 Euro) telefonumu şarj ediyorum. Zaten alıştık
her oturduğumuz yerde telefonu şarj etmeye. Onu da yitirirsek işte o zaman hapı
yutarız.
Otoparka 2 Euro ödeyerek yola koyuluyoruz. Bu sefer
doğru yoldan gidiyoruz ve gelirken 3 saate yakın süren yolu aslında olması
gerektiği gibi 2 saatte dönüyoruz. Karşılanmamız her seferki gibi kahve ve
rakija ile oluyor. Hostel sahiplerimize geçirdiğimiz keyifli günü ve gidiş
yolundaki aksiliği anlatıyoruz. Meğerse yıllardır kullanılmayan çok eski bir
yola girmişiz Tetovo (Kalkandelen) civarlarına kadar. Ljupco’nun Tetovo’lu
eşine de söz vermiştik orayı da gezeceğimizi ama yolu şaşırınca vakit olmadı.
Neyse ki eski yola girmenin faydası olarak 1 Euro otoban ücretinden yırttınız diyor Ljupco kahkahalar eşliğinde.
Dün bulamadığımız restoranın yerini iyice belleyerek
akşam yemeği için ayrılıyoruz. Hostelimize 10 dakika mesafede, Jordan Mijalkov
Caddesi üzerinde ve şu an müze olarak kullanılan Eski Tren Garı’nın arkasındaki
caddede bulunan salaş restorana varıyoruz.
Ljuc Restoran’ın (ЛЮЦ РЕСТОРАН) yerini neden bu kadar
detaylı açıklamaya çalıştığımı da anlatayım hemen. Tavsiye üzerine sipariş verdiğimiz birer buçuk
porsiyon ciğer, peynirli patates cipsi, shopksa ve ikişer bira için yalnızca
500 MKD ödedik. Hayatımda böyle lezzetli ciğer yemedim desem yeridir. Sarımsak
ve aromatik yağlar ile pişirilen ve maydanoz ile süslenmiş ciğerler enfesti.
5.GÜN:
ÜSKÜP – BELGRAD
Yardımsever ve güler yüzlü insanların ülkesi Makedonya’nın
başkenti Üsküp’ü gezeceğiz bugün. Bildiğim kadarıyla Makedonya, Yugoslavya iç savaşından askeri müdahaleye
maruz kalmadan kurtulan tek ülke olmasına rağmen tarih boyunca çok felaketler
geçirmiş. Üsküp şehri, Avusturya himayesine girene kadar Osmanlı’nın önemli ve
gelişmiş bir ticaret merkeziymiş. Bu zamandan sonra yıkımlar, yangınlar,
depremler derken oldukça hırpalanmasına rağmen son yarım yüzyılda Bileşmiş
Milletler’in de desteğiyle ayağa kalkmış.
Şehirde 30
kadar cami var. Bunların birinde Türkçe, birkaçında Arnavutça ve çoğunda
Boşnakça vaaz veriliyormuş. Vardar
Nehri’nin batı yakasında Arnavutlar ve Türk azınlıkların yaşadığı kısıma Eski
Üsküp, Ortodoksların yaşadığı doğu yakasına ise Yeni Üsküp denmekte. Üsküp ve
Ohrid’de Türkçe eğitim veren okullara da rastladık.
Makedonya Meydanı’ndan güneye doğru yürüyerek ilk
durağımız olan ve şu an şehir müzesi olarak hizmet veren Eski Tren Garı’nı
buluyoruz. Girişin üzerindeki saat deprem sırasında durmuş ve bir daha
dokunulmamış. Ziyaret için ücret ödemediğimiz müzede en çok ilgimizi çeken
kısım 1963 depreminin anlatıldığı bölüm oldu. Müzenin alt katında ise birbirinden nadide
arkeolojik eserler ve kalıntılar sergilenmekte.
İkinci durağımız ise geldiğimiz yol olan Makedonya
Caddesi üzerindeki Rahibe Teresa anıtı ve müzesiydi. Üsküplü Hıristiyanlar için
önemli bir yere sahip olan Arnavut kökenli Rahibe Teresa, 1910 yılında burada
doğmuş ve 18 yaşına kadar Üsküp’te yaşamış. Makedonya Meydanı’na oldukça yakın
bir mesafede olan bu müzeyi gezmenizi tavsiye ediyoruz. Rahibeye ait bazı
emanetlerin sergilendiği müzeye giriş ücretsiz.
Tekrar meydana yürüyerek şehrin Müslüman yakasına
geçiyoruz. Aynı zamanda Fatih Sultan Mehmet Han Köprüsü olarak ta bilinen 15.yy
eseri, 220 metre uzunluğunda ve 13 kemer gözlü Taş Köprü’den geçerken nehrin
kıyısında sol tarafta Üsküp Ulusal Tiyatrosu ve Makedonya Mücadele Müzesi’ni, sağınızda
ise Arkeoloji Müzesi ve Emniyet Müdürlüğü binasını göreceksiniz. Binaların ismi
sıradan gelebilir ama mimari özellikleri ile öne çıkmaktalar.
Tadilat nedeniyle kapalı olan Davut Paşa Hamamı’nı pas
geçerek Türk Çarşısı’na giriyoruz. 2. Beyazıt döneminde, sadrazam Davut Paşa
tarafından 15.yy ortalarında yaptırılmış hamam günümüzde sanat galerisi olarak
hizmet vermekteymiş.
Çok geçmeden beyaza boyalı Murat Paşa Cami ve Çifte
Hamam’ın kesiştiği ufak bir meydana varıyoruz. Normalde girişi ücretli olan Çifte Hamam için
görevli bize kıyak geçiyor ve içeri giriyoruz. 15.yy’da İsa Bey denetiminde
yaptırılan hamam 1915 yılına kadar asli görevi için kullanılmış. Deprem
esnasında ciddi hasar gören yapı günümüzde sanat galerisi olarak nadide
eserlere ev sahipliği yapıyor.
Bir sonraki durağımız günümüzde Üsküp Üniversitesi
Güzel Sanatlar Fakültesi’ni bünyesinde bulunduran Suli An (Sulu Han). İki dönümden fazla alanı kaplayan han, 15.yy’da İsa Bey tarafından yaptırılan bir
Osmanlı hanıdır.
Ziyaret edilmesi gereken bir diğer han ise Kurshumli
An (Kurşunlu Han). 16.yy’da inşa edilen hanın zemin katında atların ve
sürülerin bırakıldığı, birinci katında ise misafirlerin kaldığı bilinmektedir.
Ahır kısmı geridedir ve tüccarların kaldığı ana yapıya bir geçit bulunmaktadır.
Zemin katında 28, üst katında ise 30 odası vardır.
Kurşunlu Han’ın ardından bulunduğumuz yere oldukça
yakın olan ancak biraz rampa yukarı yürümemiz gereken Mustafa Paşa Cami’ni
ziyaret ediyoruz. 1492 yılına tarihlenen cami, depremde büyük hasar görmesine
rağmen son yıllarda TİKA’nın da desteğiyle oldukça bakımlı duruyor. Bahçesinde
Mustafa Paşa’nın kızına ait bir türbe bulunan caminin güzel bir de gül bahçesi
var.
Mustafa Paşa Cami’den sonra kararsız kalıyoruz. Üsküp
Kalesi'ne tırmanabiliriz ya da çarşı içine dönerek diğer görülmesi gereken
yerlere gidebiliriz. Kale manzarasının gün batımı ile daha çekici olacağını
düşünerek aşağı iniyoruz.
Bit pazarında biraz kaybolarak hemen bitişiğindeki
İshak Bey (Alaca) Cami’ye dışarıdan göz gezdiriyoruz. Günlük trafiğin hızla
aktığı ana caddeden karşıya geçerek 15 dakikalık bir yürüyüş ile kıpkırmızı
rengiyle Saat Kulesi ve yanı başındaki Sultan Murat Cami’ne ulaşıyoruz.
Üsküp’te ayakta kalan en eski cami olan Sultan Murat
Cami oldukça bakımsızdı. 16.yy’da inşa edilen saat kulesi ise İslami motifler
taşır. 1963 depreminden sonra yaşanan kargaşa sırasında kuledeki saatler
kaybolmuştur. Sonraları ise her ne hikmetse İsviçre’deki saat müzesinde ortaya
çıkmıştır. İnşa edilme amacı, namaz saatlerini takip edebilmek ve çarşılarda
çalışma saatlerinin duyurularak adaletli kazanç sağlanması imiş.
Tekrar çarşı içine dönerek bu bölgede göreceğimiz son
yer olan Kapan Han’a doğru hızlı adımlar ile ilerliyoruz. Murat Paşa Cami’nin
olduğu ufak meydanda, Çifte Hamam’ın hemen önünde ufak bir kafeterya var.
Yorgunluğumuzu atmak için iki Türk kahvesi (140 MKD) sipariş ederek
ayaklarımızı dinlendiriyoruz.
Murat Paşa Cami’nin arkasında kalan Kapan Han, İsa Bey
tarafından vakıf geliri sağlamak amacıyla yaptırılmıştır ve iki girişe
sahiptir. 44 odalı hanın zemin katı atlar ve tüccarların malları için
kullanılırken üst katı konaklama amaçlıdır. Hanın içerisindeki Pivnica An isimli
restoranda yemek yemeye karar veriyoruz. İki lezzetli burger, elma dilim
patates, shopska, sarımsaklı ekmek ve içeceklerden oluşan menü için 1200 MKD
ödüyoruz.
Tıka basa yedik ve aldığımız kaloriyi yakmamız lazım.
Şimdiki rotamız Üsküp Kalesi. Yarım saate yakın süren hafif tempolu bir
yürüyüşün ardından kale surlarına varıyoruz ve gün batımının keyfini çıkararak
Vardar Nehri’nin akışını izliyoruz.
Üsküp’ün en yüksek tepesine konumlanan kalenin
manzarası harika. Bizanslılar dönemine tarihlenen kale, uzunca bir süre Osmanlı
hâkimiyetinde kalmıştır ve Türk egemenliği sırasında kule sayısı yetmişe çıkartılmıştır.
Günümüzde ise bu kulelerden yalnıza üçü ayakta.
Doyumsuz manzaranın keyfini çıkarırken gözüme gene
karşıdaki dağın tepesinde dikilen devasa haç takılıyor. Havanın karamasına daha
vakit olduğundan önce hostelimize dönerek arabamızı alıyor ve ardından bizi o
dağın tepesine götürecek teleferik istasyonuna doğru yola çıkıyoruz.
15 dakika boyunca kıvrıla kıvrıla tırmanıyoruz
yeşilliklerin içinden. Arabamızı bırakarak bakımlı bir parkın içinden teleferik
istasyonuna yürüyoruz çünkü bundan sonrası için araç yolu yok. Kişi başı 100
MKD ödeyerek biniyoruz teleferiğe ve yukarıya tırmanmaya başlıyoruz.
Yükseldikçe daha çekici görünüyor şehrin manzarası.
Kısa bir süre sonra Vodno Dağı’nın tepesinde buluyoruz
kendimizi. 2002 yılında yapımına başlanan Milenyum Haçı (Millenium Cross) 66
metre yükseklikte olup dünyanın en büyük haç anıtıdır. Haç, Hıristiyanlığın
dünyada ve Makedonya’daki 2000. yılı anısına yapılmış olmasına rağmen yüzünü
Müslüman bölgesine dönmüş olması manidar. Keyifli bir mola ve bol bol
fotoğrafın ardından tekrar teleferiğe biniyoruz ve arabamızı alarak hostele
dönüyoruz.
Bu gece Üsküp’te kalmayacağız ama son defa hostel sahiplerimizi görüp vedalaşmak istiyoruz. Kahve ikramının yanında teklif edilen rakija’yı nazikçe reddediyorum çünkü bu gece uzun bir yolculuğa gebe. Gece yarısına doğru Üsküp’ten ayrılarak sabaha karşı Belgrad’da olmayı planlıyoruz.
Hostelden ayrıldıktan sonra sabah ziyaret ettiğimiz
Eski Tren Garı’nın yanındaki Ramstore alışveriş merkezinde biraz zaman
öldürüyoruz ve ardından cebimizde kalan son Makedon Dinar’larını eritmek için
bir kez daha Ljuc Restoran’a uğruyoruz. Keza yol uzun ve gecenin bir vakti yemek
yiyecek yer bulamayız. Telefonları şarj ederek zaman geçiriyor ve önceki akşama
göre daha mütevazı bir menü için 260 MKD ödeyerek ayrılıyoruz mekandan 22:00
sularında. Cebimde, Sırbistan sınırına kadar kullanacağımız otobanlara ödemek
üzere yalnızca 80 MKD kaldı.
Üsküp şehir merkezinden ayrıldıktan hemen sonra ikinci
defa dolduruyorum depoyu. Yakıt ışığım akşamüzeri yanmıştı ve yaklaşık bir depo
mazot için 3300 MKD (145 TL) ödeyerek yola çıkıyoruz. Makedon otobanları bomboş
ve gece yarısına doğru Sırbistan sınırına varıyoruz.
Pasaportlar tamam, arabanın evrakları tamam, yeşil
kart da burada ama bir sorun var! Önümüzdeki araçlar işlerini çabucak halledip
gözden kaybolurken biz arabamızı Makedon sınır polisinin işaret ettiği yere
çekmek zorunda kalıyoruz.
İki memur yanımıza geliyor ve evraklarımız teslim alınarak
arabadan inmemiz söyleniyor. Ne olduğunu anlamadan arabadan iniyoruz ve
bagajdaki valizlerimizi dışarı alıp gösterilen platforma koyarak açıyoruz.
Memurların sayısı dörde yükseliyor ve iki tanesi arabayı aramaya başlıyor. Aynı
esnada biri valizlerimizi incelerken diğeri de bizimle konuşuyor.
Geriliyoruz ama bozuntuya vermiyorum. Bildiğiniz
uyuşturucu kaçakçısı muamelesi görmekteyiz. Arabanın kapılarının içleri
tornavida ile sökülüyor, stepne bölümü, kaputun altı ve motor bölgesi,
çamurluklara kadar detaylı bir aramadan geçiriliyoruz.
Çok geçmeden ağzındaki baklayı çıkarıyor bizimle
sohbet eden memur. Arabamız Arnavut plakalı olduğu için bu kadar detaylı bir
aramadan geçiriliyormuşuz. Arnavutlar bu bölgelerde pek olumlu bir maziye sahip
değiller.
Yarım saat süren gergin bir süreçten sonra ikinci
raunda çıkmak için Sırp sınırına yanaşıyoruz. Burada da aynı işlemden
geçeceğimizi adım gibi biliyorum. Bir de şu pasaportlardaki Kosova damgası meselesi
var.
Sırp sınır memuru tarafından daha kibarca
karşılanıyoruz ve işaret edilen yere park ediyoruz aracı. Bu defa daha
söylenmeden çıkarıp açıyoruz valizleri. Yanımızda Almanya plakalı lüks bir araç
var. Bunu durduruyorlarsa bizi hayli hayli durdururlar zaten diyerek kendimizi
avutuyoruz. Çok geçmeden lüks aracın işlemi bitiyor ve fark ediyoruz ki o
aracın şoförü de Türk. Maruz kaldığımız sevimsiz muameleye dem vurarak
vedalaşıyor bizimle mağdur vatandaş.
On dakikalık bir bekleyişin ardından iri yarı bir Sırp
memur yanımıza gelirken ağzından dökülen ilk kelimeler şunlar oluyordu. –
Komşu, merhaba…
Ardından aracımız ve valizlerimiz didik didik aranıyor
ve bir yarım saat daha kaybettikten sona ayrılıyoruz sınırdan. Kosova giriş
çıkışı ile alakalı bir sorun olmuyor.
Sınırdan sonra giriş çıkış yaptığımız Leskovac – Nis otobanına
2,5 Euro ödüyoruz. Yol uzun, gece uzun… Kiralık aracımızda bizden önceki
müşterilerin bırakmış olabileceği yasa dışı bir madde olsaydı ve sınır
kontrolünde bulunsaydı halimiz ne olurdu diye şakalar yaparak kızdırıyorum
Berna’yı.
Saat 03:00 civarları. Uyku iyiden iyiye bastırdı.
Karşıdan gelen sürücülerin uzun huzmeli farlarını inatla kapatmaması ritüeli burada
da geçerli. Arabayı park edip uyusak mı diyoruz. Tam bu esnada yanından
geçtiğimiz tır şoförü bizden erken karar veriyor uyumaya ve aniden şeridimize
dalıyor. Fren ve kornaya asılmamla birlikte ayılıyor Allah’tan ve çok ucuz
atlatıyoruz. Bende de uykudan eser kalmıyor haliyle.
Saat 04:00 sıralarında Nis – Belgrad otobanından
çıkıyoruz 10 Euro civarı bir ücret ödeyerek. Belgrad şehir merkezine varıyoruz.
İlk dikkatimizi çeken şehirdeki tramvay sisteminin ne kadar detaylı olduğu.
Sokaklar temiz, tarihi binalar ise çok güzel ışıklandırılmış. Kısa bir süre
sonra merkezi konumda bulunan Spirit Hostel’i buluyoruz ve binanın altındaki
kapalı otoparka park ediyoruz aracımızı. Altı saate yakın bir süredir yoldayız ve
yorulduk. Koltukları yatırarak uykuya dalıyoruz arabanın içinde.
6.GÜN: BELGRAD
Sabahın köründe uyanarak hostele çıkıyoruz. Odamıza
yerleştikten sonra işletmenin sahibi olan genç arkadaş kaydımızı yapıyor ve
bize vereceği ücretsiz şehir haritasının üzerinden gezilecek yerleri
anlatıyordu. Benim hazırlığım sıkı olsa da son anda listeme bir yeri daha dâhil
etmiştim. NATO bombardımanında ağır hasar gören ve ibret-i âlem için olduğu
gibi bırakılan resmi binaların Nemanjina Caddesi’nde olduğunu bilmeme rağmen bu
caddenin yerini tam hatırlamıyordum.
Caddenin yerini sormamla beraber arkadaşımızın yüzü
düşüyor ve neden orayı görmek istediğimizi, bombalanmış bir iki bina haricinde
görülecek hiçbir şey olmadığını söylüyor ve genelde sadece Türk turistlerin
burayı görmek istediğinden bahsediyordu. O binaların da tarihin bir parçası
olduğunu söyleyerek lafı fazla uzatmıyorum.
Hostelde yaptığımız basit kahvaltının ardından dışarı
atıyoruz kendimizi. İlk durağımız çok yakınımızda olan Kalemegdan (Kalemeydan)
olacak. Yol üzerinde biraz Sırp Dinarı alarak hayvanat bahçesinin de olduğu
kuzeybatı kapısından giriyoruz Kalemeydan Parkı’na.
Kalemeydan, M.Ö.3.yy’da kurulan ilk yerleşim birimiyle
çekirdek ve şehir nüfusunun bulunduğu alan olma özelliğine sahiptir. 4.yy’da
istilalara maruz kalmış, 5.yy’da Doğu Roma İmparatorluğu ve Batı Roma
İmparatorluğu’na sınır çizgisi görevi yapmış, 6.yy’da Doğu Roma İmparatoru
Justinyen tarafından genişletilmiştir. 1521 yılında Kanuni Sultan Süleyman
tarafından Osmanlı egemenliğine katılmasıyla ağır hasar görmüş ve şehrin
Hıristiyan nüfusunun neredeyse tamamı İstanbul’un bugünkü Belgrad Ormanları’na
gönderilmiştir. Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul ile birlikte
Avrupa’da nüfusu 100.000’i geçen iki şehrinden biri olması nedeniyle sancak
haline getirilmiştir.
Hayvanat bahçesi ilgimizi çekmiyor ve parkın içinden
yukarılara doğru yürüyerek Zindan Kapısı’ndan kaleye giriş yapıyoruz. Macarlar
tarafından Türk saldırılarına karşı korunmak için inşa edilmiş burçlar, Osmanlı
hâkimiyetinden sonra hapishane olarak kullanıldığından buranın ismi bu şekilde
kalmış.
Az ileride zamanında gözlem kulesi olarak kullanılan
Despot Kapısı var. Burayı ufak bir ücret ödeyerek gezebilirsiniz. Parkın tam ortasında
ise Osmanlı motifleri taşıyan ufak bir yapı göreceksiniz. Bu yapı Damat Ali
Paşa Türbesi’dir. 1784’te inşa edilen türbe, Belgrad’da ölmüş olan bir Osmanlı
vezirine ev sahipliği yapmakta ancak ismini 1717’de Petrovaradin’de Avusturyalılar
ile çarpışırken şehit düşen paşadan almış.
Karşımızda görünen saat kulesini ziyaret etmeden evvel
Tuna ve Sava nehirlerinin kesiştiği alanı fotoğraflamak için Victor Heykeli’nin
bulunduğu seyir terasına yürüdük. Bu heykel, şehrin Türklerden
kurtarılmasının hatırına 1928 yılında dikilmiş. İlk olarak Terazije Meydanı’na
dikilmesi planlanan heykel, halkın çıplak bir adam figürüne muhalefet etmesi
nedeni ile seneler sonra buraya dikilmiş ve şehrin sembollerinden biri
durumunda. Bir yerde okuduğum kadarıyla da heykelin yumuşak etli kısmını
İstanbul’a doğru çevirmişler.
Seyir terasının yanında ise klasik Balkan mimarisi
tarzında inşa edilmiş olan Eski Eserleri Koruma Enstitüsü’nü görebilirsiniz.
Saat kulesinin etrafında birkaç fotoğraf çekip
İstanbul Kapısı’ndan (Inner Stamboul Gate) geçerek Askeri Müze’nin bulunduğu
bölüme varıyoruz. Hemen ardındaki Karayorgi Kapısı ise kalenin dış surlarına
inşa edilmiş. Bu kapıdan geçer geçmez yol ikiye ayrılıyor ve soldan devam
ediyoruz. Kısa bir süre sonra sağlı sollu tenis kortları dikkatimi çekiyor.
Tarihin içinde, suların bitişiğinde ve şehrin göbeğinde olmasına rağmen temiz
havanın keyfini çıkararak spor yapan insanlara imrenerek bakıyorum.
Bitkilerin geometrik şekillerde budanarak sergilendiği
ve çeşitli heykellerin bulunduğu tertemiz bir parktayız. Biraz ilerideki
caddenin karşısına geçersek Belgad’ın İstiklal Caddesi diyebileceğimiz Kneza
Mihaila Caddesi’ne gireceğiz ama önce nehir kıyısına doğru yürüyüp parkın bu
bölümünde bulunan açık hava fotoğraf sergisini ziyaret ediyoruz. Serginin bir
bölümü Kalemeydan ve Belgrad’ın eski fotoğraflarından oluşmakta, diğer bölümü
ise Sırp ve Yugoslav tarihi için önemli kişilerin biyografilerinden ibaret.
Güneybatı ucundaki bir kapıdan çıkarak şimdilik veda
ediyoruz Kalemeydan’a. İlk olarak beş dakika mesafedeki Katedral Kilisesi’ni
(Saborna Crkva) buluyoruz. 1837’de Barok tarzı inşa edilen kilise, Baş Melek
Mikail’e adanmış. Çoğu Ortodoks kilisesi gibi iç dekorasyonu oldukça doyurucuydu. Güneşin altında parıldayan yeşil – altın rengi çan kulesiyle
Belgrad’ın önemli dini yapılarından olduğu aşikâr.
Kilisenin hemen karşısında bulunan 1935 tarihli Sırp
Ortodoks Patrikhanesi’ni (Patrijaršija Srpske Pravoslavne Crkve) pas geçerek yanı başındaki
Prenses Ljubica Konağı’na (Konak Kneginje Ljubice) giriyoruz. Biletler kişi başı
80 RSD.
Konağın zemin ve üst katında Osmanlı’nın da dâhil
olduğu çeşitli dönemlere ait ev dekorasyonu ve eşyalar ile ilgili sergiyi
gezebilirsiniz. Serginin ana teması 19.yy Belgrad evleri. Bodrum katında ise
Belgrad tarihi ile alakalı çeşitli eserleri görebileceğiniz konak, vakit
ayırmaya değer.
Bulduğumuz en kestirme yoldan Kneza Mihaila Caddesi’ne
çıkıyoruz. Yukarıya yürüyerek sadece yayalara açık olan bu caddenin Terazije
Caddesi ile kesiştiği noktadaki yol üzeri kafeteryalardan birinde mola veriyor
ve birer kahve (230 RSD) sipariş ediyoruz.
Terazije Caddesi
ve Meydanı, ismini Türklerin burada şehre su sağlamak için
inşa ettikleri su terazilerinden almış. 1860’ta su kulesi yıkılıp yerine bir
çeşme yapılmış. Cadde, 1910’larda Prens Obrenovic’in emriyle kabuk değiştirerek
zanaatkârlar, tüccarların rağbet ettiği bir cadde olmuş ve 20.yy başlarında
Belgrad’ın kalbinin attığı yer olmaya başlamış.
Kısa molanın ardından Terazije Caddesi üzerinde
yürüyerek dikkat çekici mimarisi ile öne çıkan Hotel Moskva’nın yanından
geçiyoruz. Yürümeye devam ettikçe etrafımızdaki binalar daha da güzelleşiyor.
Çok geçmeden solumuzdaki büyük parkı fark ederek içerilere yürümeye başlıyoruz.
Parkın diğer ucundaki ana caddenin karşısında parlamento binası var.
Bulunduğumuz noktaya birkaç dakika mesafede Tasmajdan
Parkı ve St. Mark Kilisesi (Crkva Svetog
Marka) olması lazım. Daha beş dakika evvel şehrin göbeğinde bulunan kocaman bir
parkın içerisinden çıkıp daha da büyük bir tanesini görmüş olmamızla beraber Sırpların
doğaya ve yeşile verdikleri öneme bir kez daha hayran kalıyoruz.
Tasmajdan Parkı, ismini Osmanlı döneminde
burada kurulan taş ocağından almış. Belgrad’daki en eski yapıların malzemesinin
buradan temin edildiği bilinir. Parkta biraz dinlendikten sonra mimari olarak
kentteki diğer kiliselerden oldukça farklı gözüken St. Mark Kilisesi’ni geziyoruz.
İlk bakışta çok eski olduğunu düşündüğümüz kilisenin yapımına 1931’de
başlanmış. Kilisenin içi ayrı bir güzel, dışı ayrı.
Sıradaki gezi noktamız St. Sava
Katedrali yolu üzerindeki Nikola Tesla Müzesi. Giriş için iki kişi 1000 RSD ödeyerek müzeyi
gezmeye başlıyoruz. Müzeyi gün boyunca belirli saatlerde rehber eşliğinde
gezmek mümkün. Bazı turlar Sırpça, bazıları ise İngilizce ve tur esnasında
Tesla’nın icatlarını ve bu icatların çalışma prensiplerini birebir izlemeniz
mümkün. Müzenin bir köşesinde ise Tesla’nın küllerinin saklandığı altın küre
sergilenmekte. Bizim ziyaretimiz esnasında ilkokul öğrenci grupları olduğundan
İngilizce tura denk gelemedik.
1856-1943 yılları arasında yaşayan
Nikola Tesla’yı uzun uzun anlatmayayım ama siz mutlaka biyografisini okuyun.
Özellikle enerjinin iletilmesinde verimli olmayan doğru akım yerine alternatif
akımın kullanılması fikrini ortaya atan şizofrenik mucit Tesla, Sırplar için büyük
bir övünç kaynağı. Bugün kullandığımız alternatif akım jeneratörleri ve
motorları, radyo, floresan, radar, MRI, lazer teknolojisi, robot teknolojisi,
deprem makinesi ve hatta hidroelektrik santrallerinde dahi kendisinin ürettiği
teorilerin payı oldukça büyük. Yaşadığı dönemdeki en büyük rakibi Thomas Edison
ile olan çekişmesi ve Edison’un türlü oyunları nedeniyle dünya bilim
literatüründe hak ettiği yere hiçbir zaman gelememiş.
Kısa bir yürüyüşün ardından St. Sava
Katedrali ve etrafındaki parka ulaşıyoruz. Katedral, mimarisinden dolayı camiyi
andırıyor. Kubbelerin üzerindeki haçları söküp yanlardaki ufak kubbelere birer minare
eklesek oldu bu iş.
1174-1236 yılları arasında yaşayan
Aziz Sava, Sırp Ortodoks Kilisesi’nin kurucusu ve başpiskoposudur. Esasında
siyasi olarak oldukça kuvvetli bir aileden gelen Aziz Sava, iktidar yerine din
yolunu tercih eder ve çeşitli mucizeler gösterir. Balkan milletlerine barışı
getirmesi nedeniyle diplomat ve hukukçu kişiliğiyle öne çıkar.
Zamanında
Türklerin de saygı gösterdiği Aziz Sava ne yazık ki trajik bir olayla Osmanlı
tarihinde yer almış. 1594 yılındaki Banat ayaklanmasını bastırmaya çalışan
Sadrazam Sinan Paşa, isyancılara ders vermek için Mileseva Manastırı’ndan Aziz
Sava’nın kemiklerinin olduğu sandukayı Belgrad’a getirip Vracar Tepesinde
yakmış. Doğal olarak bu olay, günümüze kadar süregelen Türk nefretini
körüklemiş. Bu olayın meydana geldiği tepede, Ortodoks dünyasının en büyük
kiliselerinden biri olan St. Sava Katedrali (Hram
Svetog Save) yükseliyor. Yapının 1935’te başlayan inşası, 2. Dünya Savaşı ve
ardından Tito’nun komünist rejimi nedeniyle sekteye uğramış. 1985’te yeniden başlatılan
çalışmalar halen devam etmekte. Kubbe yüksekliği 65 metre olan katedralin içine
10.000 kişi sığabiliyormuş.
Artık yavaş yavaş
dönüşe geçebiliriz. Katedrale çok yakın bir mesafedeki Slavija Meydanı’na
yürüyoruz. Belgrad’ın merkezi olarak da adlandırılan bu meydana vardıktan sonra
Nemanjina Caddesi’ne saparak aşağılara doğru ilerliyoruz. Cadde, Belgrad’ın
genel tarihi dokusundan uzak, gri ve sıkıcı binaların olduğu bir cadde. Cadde
üzerindeki ana kavşakların birinde, harap vaziyette birbirinin benzeri iki koca
bina göreceksiniz. Bunlar 1999 yılındaki NATO bombardımanı sırasında hedef olan
eski Savunma Bakanlığı binaları.
Sabahtan beri yürüyor
olmanın verdiği yorgunluğun da etkisiyle açlığımız bastırıyor. Tekrar Kneza
Mihaila Caddesi’ne atıyoruz kendimizi. Planladığımız gibi Skadarlija Sokağı’nda
(Bohemian Quarter) yiyeceğiz yemeğimizi.
Skadarska olarak
ta bilinen Skadarlija Sokağı, Belgrad’ın eski şehir kısmında kalan ve Paris’in
Montmaarte’sine benzeyen bir bohem köşesidir. Hepi topu 400 metre uzunlukta,
yalnızca yayalara açık, kilit taşları ile döşenmiş sokağın en ünlü restoranı
Tri Sesira.
Skadarlija Sokağı
oldukça merkezi bir konumda olmasına rağmen bulmak biraz zaman alabilir. İlk
olarak Kneza Mihaila Caddesi’nin kalbi diyebileceğimiz Trg Republike Meydanı’na
(Cumhuriyet Meydanı) ulaşmanız gerek. Sonrasında caddenin karşısına geçerek iki
dakikalık bir yürüyüş ile bu nezih sokağa varabilirsiniz.
Yemek için bizim
tercihimiz ‘Kapetan Koca Putuje’ isimli restoran. Porsiyonları oldukça doyurucu
bir kaymaklı cevapcici ve kaymaklı Sırp burgeri, Sırp salatası, patates cipsi,
iki bira ve bir kola için 2230 RSD ödüyoruz. Bir akşam yemeğinizi kesinlikle
Skadarlija’da yiyip bu sokağın atmosferini teneffüs etmelisiniz.
Havanın
kararmasına daha bir saat kadar bir süre var. O zaman gezinmeye devam etmek
lazım. Skadarlija’dan aşağıya yürüyerek çok kısa bir süre içerisinde
Strahinjica Bana Sokağı’na (Silicon Valley) varıyoruz. Sokak, sağlı sollu
kafeteryaları, dükkânları ve Belgrad gece hayatının kalbi olması ile ünlü. Lüks
kafeteryalar gençler ile dolu ve çoğunluğu oldukça bakımlı bayanlar. Bu sokakta
gezdiğiniz de zaten anlayacaksınız neden Silikon Vadisi olarak anıldığını.
On dakikalık bir
yürüyüşün ardından Belgrad’daki tek cami olan Bajrakli (Bayraklı) Cami’ye
ulaşıyoruz. 16.yy’da inşa edilmiş olan cami, Belgrad’ın Avusturyalılar
tarafından ele geçirilmesi ile bir ara kiliseye çevrilmiş olsa da kısa süre
sonra yinelenen Osmanlı hâkimiyetiyle asli görevine dönüş yapmış.
Caminin
etrafında polis memurları her daim nöbette. Bunun nedeni, 2004 yılında Sırp
milliyetçiler tarafından kundaklanması imiş.
Beş
dakika kadar yukarı yürüyünce Kneza Mihaila Caddesi’nin paralelinde bulunan
Studenstki Trg Sokağı’na ve Studentski Park’a (Akademik Park) varmış olduk.
Adından da anlaşılacağı üzere etrafı üniversite binalarıyla çevrili parkın
köşesinde Şeyh Mustafa Türbesi var.
Hava karardı ve bizim de pilimiz
bitmek üzere. En kısa yoldan Kneza Mihaila Caddesi’ne çıkarak Ulusal Tiyatro
binasının da bulunduğu Trg Republike Meydanı’na atıyoruz kendimizi. Tiyatro
tadilatta ama zaten saat de geç oldu. Meydan, iş çıkışı saatinin de etkisiyle
oldukça kalabalık ve etraftaki kafeteryalar hınca hınç dolu.
Edison Cafe’de iki cheesecake, bir
kapuçino, bir kahve ve iki su (1075 RSD) sipariş ederek yorgunluğumuzu
atıyoruz. Bir saatten uzun bir süre gelip geçen insanları izledikten sonra
artık yavaş yavaş hostele dönmeye karar veriyoruz.
Kneza Mihaila üzerinden sabah
gezdiğimiz Kalemeydan’a giriyoruz. Köpeklerini gezdirenler, yürüyüş yapanlar,
genç çiftler var etrafta. Kısa bir süre sonra hostelimize yakın olan caddeye
varıyoruz.
Yorgun olmamıza rağmen ilgi çekici bir
teklifte bulunuyorum Berna’ya. Belgrad’ın gelişmiş tramvay sisteminden daha
evvel bahsetmiştim. 2 numaralı tramvay tüm şehir merkezini turlayan bir ring
hattıdır. Bütün gün gezdiğimiz şehri bir de akşam karanlığında tramvay ile
dolaşmak istiyoruz ama biletimiz yok.
Bilet alacak yer bulamıyoruz ama
zaten duraktayken dikkatle izlediğimiz inip binenlerin ne bilet kullandığı var
ne de bir şey soran. Yapıyoruz bir delilik ve biniyoruz sıradaki tramvaya.
Yarım saatten uzun keyifli bir yolculuktan sonra aynı noktada iniyoruz
tramvaydan.
Mahalle bakkalından dört Jelen bira
ve iki büyük su (420 RSD) alarak hostele atıyoruz kendimizi. Bir ara merak edip
internetten bakıyorum şu tramvay işine. Meğerse özellikle yoğun saatlerde
rastgele kontrol edilirmiş biletler ve cezası hatırı sayılır tutardaymış.
7.GÜN: BELGRAD – NOVI SAD – ZAGREB
Sabah erkenden atıyoruz kendimizi
Belgrad sokaklarına. İlk durağımız tabi ki Kalemeydan. Önceki gün biraz
alelacele gezdiğimiz Kalemeydan’ı daha detaylı geziyoruz bu sefer. Dün fark
edemediğim Sokullu Çeşmesi’ni buluyorum ilk olarak. Sokullu Çeşmesi, Damat Ali
Paşa Türbesi’nin karşısında ve nehir tarafında bulunan Defterdar Kapısı’na çok
yakın. Daha doğrusu çeşmeden geriye kalanlar…
Avusturya hâkimiyeti sırasında üzeri
toprakla örtülen çeşme 1938’de tekrar gün yüzüne çıkarılmış ve 1990’lı yıllarda
restore edilmiş.
Bu arada Zindan Kapısı’ndan beri
peşimize bir sokak köpeği takılıyor. Şirin dostumuz, bir saati aşkın bir süre
bırakmıyor bizi ta ki Kneza Mihaila Caddesi’ne kadar.
Cadde, sabahın ilk saatleri
olmasından dolayı oldukça sakin. Kahvaltılık bir şeyler almak için fırın ya da
pastane arıyoruz. Çok geçmeden Sırbistan’da oldukça yaygın olan Hleb &
Kifle (ХЛЕБ & КИФЛЕ) fırınlarından birine denk geliyoruz.
Pekara (fırın) yazan gözünüze kestirdiğiniz herhangi bir yere de girebilirsiniz
kahvaltı için.
Biri peynirli diğeri ıspanaklı harika
iki ‘burek’ ve iki kahve (460 RSD) alarak cadde üzerindeki bankların birine
oturup kahvaltımızı yapıyoruz. Börekler o kadar leziz ki birer tane daha
alırken gözüme lezzetli donutlar ilişiyor ve belki yolda acıkırız diye iki tane
paketlettiriyorum.
Kahvaltının ardından son bir umutla
Trg Republike Meydanı’ndaki Ulusal Tiyatro’yu görmeye gidiyoruz ama tadilat
nedeni ile kapalı olduğunu öğrenmemiz ile birlikte Belgrad seferimizi de noktalamaya
karar veriyoruz.
İstemeye istemeye Belgrad’dan
ayrılıyoruz ve 95 km kuzeyde bulunan Novi Sad şehrini görmek için yola
çıkıyoruz.
Bir saatlik yolun sonlarına doğru
Belgrad – Novi Sad otobanından 2,5 Euro ödeyerek çıkıyoruz. Voyvodina
bölgesinin başkenti olan Novi Sad’a girmek için sapmamız gereken yan yolu
kaçırıyorum ve mecburiyetten Novi Sad – Subotica otobanına giriyoruz. 100 km
uzaklıktaki Subotica’dan sonrası Macaristan sınırı.
17 km kadar fuzuli bir yol kat
ettikten sonra ilk bulduğumuz köprülü kavşaktan geri dönüyoruz. Hem gidiş hem dönüşte 3 Euro’luk gereksiz bir
otoban masrafı yaparak Novi Sad’a varıyoruz.
Novi Sad oldukça ufak bir üniversite
şehri. Etraftaki genç nüfus hemen dikkatimizi çekiyor. NATO bombardımandan
buradaki birkaç köprü ve bazı binalar da nasibini almış.
Osmanlı İmparatorluğu, ele geçirdiği Belgrad, Karlofça ve Petervaradin gibi yerlere zamanla Sırpları yerleştirir. Macaristan, Osmanlı hâkimiyetindeyken Tuna’nın kuzeyi için de aynı politika izlenir. Avusturyalılar ise Sırpları güvenilmez buldukları için Macar nüfusunu buralara taşırlar. Günümüzde Voyvodina denilen ve başkenti Novi Sad olan bu bölgenin en büyük derdi de her iki nüfusun birbiri ile olan anlaşmazlığıdır.
Sanayileşmiş,
katolik Macar nüfus, Macaristan‘ın AB üyesi olması ve Sırpların NATO karşısında
dişinin epeyce kırılması nedeniyle bağımsızlık marşları söylemeye başlamış. Bu
bölge zaten Yugoslavya zamanından beri federatif bir yönetime sahip ve kendine
ait bir bayrağı bile var. Sırplar da zengin bir bölgeyi bırakmak istemeyen
çiftçiler olarak görülüyor.
Şehrin merkezi olan Özgürlük Meydanı’na (Trg Slobode) yakın
bir yere arabamızı park ediyoruz. Her yerde araç parkının ücretli olduğunu
gösteren tabelalar ve parkomatlar var. Parkomat derdime derman olamayınca
yakındaki polis memuruna danışıyorum. Aradaki dil sorunu nedeni ile ondan da
yardım alamayınca daha fazla vakit kaybetmemek için ana meydana yürüyoruz.
Meydanın
bir tarafında ihtişamlı mimarisi ile Katedral (The Name of Mary Church) diğer
yanında ise Şehir Meclisi Binası (City Hall) var. Meclis binasının kulesindeki çanın adı
Matilda imiş. Eskiden şehirde çıkan yangınları haber vermek için bu çan
çalınırmış. Matilda kim derseniz o da çan için parayı hibe eden hayırsever
kadınmış. Meydanın tam ortasında, ilginç bir
geçmişe sahip olan heykel ise şehrin ünlü belediye başkanı Svetor
Miletic Bronz’a ait. Şehrin işgali sırasında işgal kuvvetleri heykeli yok etmek
istemişler. Bunu öğrenen ahali, heykeli kaçırıp savaş sonuna kadar saklamış.
Meydana bağlanan
tüm sokaklar Avusturya-Macaristan mimarisinin etkisini görebileceğimiz tarihi
binalar, anıtlar, müze, galeri, alışveriş yerleri, kafeterya ve restoranlarla
dolu.
Kapalı olan
katedrali gezemeyince ikinci durağımız olan Novi Sad Sinagogu’na yöneliyoruz.
Sinagogu ararken tesadüfen karşı sokağındaki eski kiliseyi (Reformed Christian
Church) buluyoruz. Bahçesindeki belki de asırlık ağaçları daha yeni kesivermişler.
Şöyle bir içeri bakalım derken görevli bir bayan yanımıza yanaşıyor. Ağaçlar
çok büyük ve yaşlı olduğu için her fırtınada kiliseye zarar veriyormuş ve bu
yüzden kesmişler.
Oyalanmadan Novi
Sad Sinagogu’nu buluyoruz ama maalesef burası da kapalı. Etrafta görebildiğim
tüm kapılarda deniyorum şansımı ama sonuç yok. Dış görünüşüne hayran kaldığımız
sinagogun içini göremeden meydana dönüyoruz.
Meydana dönerek katedralin yanındaki sokaktan
Vladiçin Sarayı ve St. George Kilisesi’ne varıyoruz. 18.yy’da inşa edilmiş
kilise, büyük olmamasına karşın oldukça ilgi çekici görünüyor.
İki saat gibi
kısa bir sürede gezdiğimiz şehir merkezinin ardından Petrovaradin Kalesi’ni
görebilmek için başlıyoruz yürümeye. Farkında olmadan Dunavska Sokağı’ndan (Dunavska
Ulica) geçerek İsa ve Bisa adı verilen kuğuları ile ün yapmış Dunavska Parkı’na
giriyoruz.
Çok geçmeden Tuna
nehri kıyısına varıyoruz ve köprüden karşıya geçmeden ilk dikkatimizi çeken bir
anıt heykele rastlıyoruz. Bu anıt, 2.Dünya Savaşı sırasında Nazi ordusu
tarafından ırkçı duygular ile vahşice katledilmiş insanların anısına yapılmış.
Nehrin bu yakasından Petrovaradin Kalesi büyüleyici duruyor.
Novi Sad ile
Petrovaradin’i birbirine bağlayan Varadin Köprüsü’nden geçerken gözümüze NATO
bombardımanında yıkılan eski köprülerin ayakları takılıyor. Yarım saati aşkın
bir yürüyüşün ardından Petrovaradin Kalesi’ne varıyoruz.
İlk kez Romalılar tarafından
inşa edilmiş, daha sonra farklı tarihlerde yenilenmiş, günümüzdeki
görünümüne 1692-1780 yılları arasında yapılan düzenlemeyle kavuşmuş olan kale, 112
hektarlık geniş, yeşillik, Tuna’ya yukarıdan bakan tepelik bir alanda
kurulmuştur. Kale, üç kademeli olarak, birbirinden hendeklerle ayrılan üç sıra duvar
şeklinde inşa edilmiştir ve 13 kapısı vardır. En üst tarafındaki geniş alanda
bulunan tarihi binaların bir bölümü halen müze, otel, restoran, kafeterya,
sanat stüdyoları ve hediyelik eşya dükkânları olarak kullanılmakta.
İlk olarak müzeyi
geziyoruz. Eczacılık ve diş hekimliği tarihi ile alakalı eserlerin sergilendiği
müzede yarım saat kadar vakit geçiriyoruz. Müzenin giriş kısmında ise malum
bombardıman sırasında çekilmiş fotoğrafların sergilendiği bir bölüm var.
Saat kulesinin
bulunduğu seyir terasına yöneliyoruz. Kadranındaki akrebin dakikayı, yelkovanın
ise saati göstermesiyle çok uzaklardan bile her türlü hava koşulunda
görülebilmesi amaçlanan saat kulesi görülmeye değer. Harika bir manzara
eşliğinde bol bol fotoğraf çekiyoruz.
Kaledeki
restoranların birinde yemek yemeyi planlıyoruz ama fiyatlar biraz tuzlu. Öte
yandan sorgusuz sualsiz park ettiğimiz arabamızın da akıbetini merak ediyoruz.
Aheste adımlar ile Novi Sad’a geri dönerek önce arabaya göz atıyor ve Özgürlük
Meydanı çevresindeki onlarca restorandan biri olan Modena Restaurant’a
geçiyoruz.
Fırında rosto
tavuk, hindi fajita, patates cipsi, rokalı salata ve üç içecek için 2530 RSD
ödeyerek cebimizde kalan son Sırp Dinar’larını da bahşiş olarak bırakıyoruz.
Novi Sad’a yolunuz düşerse yemeğinizi bu restoranda yemenizi şiddetle tavsiye
ederim.
Hava kararmadan evvel
meydanda biraz daha turluyor ve fotoğraf çekiyoruz. Katedralin içini
göremediğimiz için üzgünüz ama daha güzeli bizi Zagreb’te bekliyor.
Öğlen 13:00
civarı vardığımız Novi Sad’ı saat 18:00 gibi terk etmek için arabamızın yanına
gidiyoruz ama o da ne? Biz yemek yerken sileceğin arasına sıkıştırmışlar 900
RSD park cezasını. Önce ödeyeyim diyorum ama vakit kaybetmeye hiç niyetim yok.
Turistler için adam gibi bilgi panoları koysalarmış diyerek haklı çıkarıyorum kendimi
ve basıyoruz gaza.
Onbeş dakika
mesafedeki Sremski
Karlovci kasabasını da ziyaret etmek istemiştik ama Novi Sad’da
öyle huzurlu vakit geçirdik ki erken ayrılamadık. Sremski Karlovci’nin
bizim için ne anlamı var derseniz, 1699 yılında Kutsal İttifak devletleri ile
Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan ve Osmanlı için gerileme döneminin
başlangıcı sayılan Karlofça Anlaşması’nın imzalandığı yerdir derim.
Çok geçmeden birer
şeritli dağ yollarından geçmeye başlıyoruz ve yarım saatin ardından Simanovci
– Sid otobanına giriyoruz. Hırvatistan sınırı civarındaki Sid kasabasına yakın
bir noktadan 2,5 Euro ödeyerek çıkıyoruz otobandan ve sınırdayız.
Araba ve valiz arama işlemlerinin burada daha kısa ve dostane
bir tavırla tamamlanmasıyla Hırvatistan’a giriş yapıyoruz. Sınırdan geçer
geçmez Lipovac – Zagreb otobanına giriyoruz. Üç saatlik yolculuğu 16 Euro
ödeyerek tamamlıyoruz.
Zagreb’in ilk etapta bizde bıraktığı izlenim
Belgrad ile benzer. Temiz, trafik derdi olmayan ve verimli bir tramvay
sisteminin bulunduğu bir şehirdeyiz. Kısa bir süre sonra merkezi konumdaki
Varsavska Ulica’da bulunan Hostel Shappy’e varıyoruz. Burası genel olarak genç
gezginlerin tercih ettiği bir hostel. Bizim tercih etmemizdeki en büyük neden
ise her konakladığımız yerde olduğu gibi özel otoparkı olması.
Odamıza yerleşir yerleşmez kendimizi
Zagreb sokaklarına atıyoruz. Saatler 22:00 civarı ve hafta içi olmasına rağmen
başkent oldukça hareketli. Beş dakikalık bir yürüyüşün ardından kendimizi
şehrin en işlek meydanı olan Trg Bana Josipa Jelacica’ya atıyoruz.
Biraz yukarı yürüyerek Zagreb Katedrali’ni ve katedralin
bulunduğu meydandaki Kutsal
Bakire Meryem ve Dört Melek Sütunu’nu ziyaret ediyoruz. Ardından şehrin en
popüler sokaklarından Tkalciceva Sokağı’na atıyoruz kendimizi. Sağlı sollu
kafeteryalar ve restoranlar tıka basa dolu. Bulunduğumuz noktaya yakın
mesafedeki St. Mark Kilisesi, Taş Geçit (Kamenita Vrata) ve St. Katerina
Kilisesi üçgeninde dolaşarak bol bol gece fotoğrafı çekiyoruz. Son durağımız
ise tesadüfen içerisinden geçtiğimiz meşhur Strossmartre Parkı idi.
Tüm bu gezi noktalarından detaylı bahsedeceğim
ama günümüz oldukça yorucu geçti ve dinlenmemiz gerek. Hostelimizin bulunduğu sokaktaki mekânlar
dikkatimizi çekmişti. Uyumadan evvel birkaç kadeh içelim diyoruz ve ilk olarak
kendimizi Ban Josipa Jelacica Meydanı’na atıyoruz çünkü
Hırvat Kunası’na ihtiyacımız var.
Bu saatte açık döviz ofisi bulmamız mümkün değil ama meydanda
bulunan büfenin yanında bir casino var. Oradan 24 saat döviz bozdurmak mümkün.
Nakit ihtiyacımızı da çözdükten sonra sokağın orta yerine kurulu masaları ile ‘Caffe
Bar La Bodega’da zor bela boş bir yer buluyoruz. Saat gece yarısını çoktan
geçmiş. Bir yanımızda kıyafetlerinden tahmin ettiğimiz kadarıyla bir düğünden ayrılarak
iyice demlenmek üzere mekâna gelmiş güzel hatunlar, diğer yanda ise av peşinde
olduğu her halinden belli ve masaları en pahalı içkilerden eksik olmayan Türk
abiler var. Saat 01:00 gibi kapanmak üzere olan mekandan dört Velebitsko bira
için 72 Hırvat Kunası ödeyerek ayrılıyoruz. Yarın yorucu olacak…
2.BÖLÜM İÇİN BURAYA TIKLAYABİLİRSİNİZ.
2.BÖLÜM İÇİN BURAYA TIKLAYABİLİRSİNİZ.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder