18 Kasım 2013 Pazartesi

Balkanlar Gezi Rehberi (Ekim 2013) Tiran, Ohrid, Manastır, Üsküp, Prizren, Belgrad, Novi Sad, Zagreb...


Balkanlar: Bizden yerler, bizden insanlar... (1.BÖLÜM)

- ÖNSÖZ -
14 günde 14 farklı şehir, 7 ayrı ülke ve kiralık arabayla 3000 km'lik çılgın bir rotayı kapsayan bir seyahat idi bizimkisi. Gezimiz boyunca gözümüze takılan tüm detayları paylaşmaya çalıştığımız için oldukça uzun bir yazı oldu. Bu nedenle iki bölüme ayırmayı uygun gördük.
Gezi noktalarımız ile alakalı tarihi bilgilere çok detaylı değinmedik çünkü bunlara birçok kaynaktan ulaşmak epeyce kolay. Daha çok rotamız boyunca yaşadığımız anlık izlenimlerimizi ve kişisel tecrübelerimizi aktarmaya çalıştığımız bu yazıyı sıkılmadan takip edeceğinizi ümit ediyoruz.
Kemal & Berna
--------------------------------------------------
Kaç zamandır kanımız çekiyordu Balkanlar’ı. Bizden yerler, bizden insanlar, kan ve kardeş kavgasının eksik olmadığı bu toprakları ziyaret etmek hep bir köşesindeydi aklımızın ve nihayet Ekim 2013’te bu planımızı gerçekleştirebildik.
Aslında aklımda kabaca bir rota vardı ancak tatilimiz kesinleştiğinde gene bilgisayar başına geçerek detaylı bir yol haritası çıkartmalıydım. Tur dâhilinde ve grup halinde düzenlenen seyahatleri hiçbir zaman sevememiştik ama planımızın da kusursuz ve dakik olması gerekiyordu.

Kafamdaki plan, Üsküp’e uçarak havalimanından araç kiralamak ve saatin tersi yönünde, Kosova,  Sırbistan, Hırvatistan, Bosna-Hersek ve Karadağ’ı kapsayan geniş bir daire çizerek aynı noktada bitirmekti.  Üsküp’e bulduğumuz ucuz uçak biletlerini almakta geç kalınca planı biraz değiştirerek Arnavutluk’un başkenti Tiran için 18 Ekim 2013 tarihine biletlerimizi alarak ilk adımı attık.

İlk etapta seyahat tarihlerimiz 18 Ekim-31 Ekim arası idi. Yol haritamızda, Belgrad ve Hırvatistan’ın Plitvice Milli Parkı olmasına rağmen bu plana göre yolumuzun üzerinde bulunan Zagreb’e sadece bir akşam yemeği için uğrayacaktık. Son bir hamle ile dönüş günümüzü 1 Kasım 2013 olarak değiştirip Zagreb’e de bir gün ayırmış olduk. Rotamız artık iyice şekillenmişti…

Tiran – Ohrid(2) – Üsküp(2) – Prizren – Belgrad(1) – Novi Sad – Zagreb(1) – Plitvice(1) – Saraybosna(2) – Mostar – Dubrovnik(3) – Kotor – Budva – Ulcinj(1) – Tiran olmak üzere 13 gecelik konaklamalarımızı hostelworld.com ve hostelbookers.com sitelerinden hallettik. Bir geceyi ise Üsküp’ten Belgrad’a beş saat süren gece yolculuğunda harcayacaktık.





Fas gezimizde olduğu gibi üç kitapçık hazırladım. İlki yol haritası kitapçığımız, ikincisi gezimanya.com sitesinden arakladığımız, gezeceğimiz ülke ve şehirler ile alakalı tarihi ve günlük bilgilere ait içerikle dolu bir kitapçık ve Balkanlar gezi bloglarından derlediğim bir diğer kitapçık ile artık neredeyse hazırdık.

Emektar navigasyon cihazıma Doğu Avrupa haritasını bir aylık kiralayarak daha önceden Google Earth yardımı ile şehir şehir hazırladığım ve gezeceğimiz noktaları kaydettiğim .kml dosyalarını yükleyip hazırlıkları tamamlamış oldum.

Bu noktada önümüzdeki tek engel Hırvatistan vizesi idi. Balkanlar’ı ziyaret etmişken Hırvatistan’ı pas geçmek mantıklı değildi ve vize başvurusu için internet üzerinden gerekli bilgiyi edinerek Beyoğlu’nda bulunan Hırvatistan İstanbul Başkonsolosluğu’nun kapısını çaldık. Evraklarımızı teslim alan görevli, vize ücretini ilgili bankaya yatırarak öğleden sonra tekrar gelmemizi söyledi.

Bu arada Hırvatistan vizesi ile alakalı en güncel bilgiyi vermiş olayım. Hırvatistan henüz Schengen’e dahil değil ama Schengen vizeniz varsa tekrardan Hırvatistan vizesine başvurmanıza gerek yok. Alacak olduğunuz Hırvatistan vizesi ile ise Schengen bölgesindeki ülkelere giriş yapma şansınız yok. İnternetten edindiğim bilgilere göre Hırvatistan vize başvuru ücreti, hızlı prosedür ve standart prosedür olmak üzere iki fiyatlandırma kategorisine ayrılmıştı. Bu uygulama şu an tek bir tarifeye indirgenerek standart olarak 60 Euro/kişi olarak belirlenmiş.

Öğleden sonra dekontlarımızla beraber aynı görevlinin karşısındaydık. Çok detaylı incelenmediğini düşündüğüm evraklarımızın arasına dekontları da ekleyen görevlinin elinde uçak rezervasyonumuz ve Dubrovnik otel rezervasyonumuz ile ilgili belgeler vardı. Görevli, ziyaret amacımızı, nerede kalacağımızı, tur ile mi gidip gitmediğimizi ve evli olup olmadığımızı sordu. Son sorusu ise neden Tiran’a uçtuğumuz idi. Gerekli açıklamaları yaptıktan sonra ertesi gün gelerek pasaportlarımızı almamızı söyledi. Akşama Antalya’ya döneceğimizi söylememle beraber iyi gününe denk gelmiş olmalıyız ki bir saat sonra gelip pasaportlarımızı almamızı teklif etmesiyle oldukça mutlu olduk.  Böylece sanal ortamda hakkında türlü türlü hurafeler dolaşan Hırvatistan vizesini bir saatte almış olduk…

Vize başvurusu zamanında ilgilendiğim diğer konu ise kiralık araç meselesiydi. Tiran havalimanı web sitesinden (http://www.tirana-airport.com.al/ ) havalimanında bulunan araç kiralama firmalarının bir kısmı ile çoktan irtibata geçmiştim. Hertz, Sixt, Avis gibi küresel araç kiralama firmalarını sıkıcı ve katı prosedürleri gereği genelde tercih etmem. Web sitesindeki listenin sonunda yer alan ‘Albania Car Rentals’ ve ‘Albania Airport Rent a Car’ isimli yerel firmalar ile günlerdir yazışma halindeydim.

‘Albana Car Rentals’tan aldığım en iyi teklif, günlük 25 Euro karşılığında 2010 model, benzinli Hyundai i10 1.0 araç idi ancak ben biraz daha büyük ve oturaklı bir araç almak niyetindeydim. Seyahat tarihlerimizde yağmura denk gelebilirdik ve meşhur Balkan yollarında yol tutuşu daha iyi bir araç edinmek elzemdi. Diğer firma ise birkaç gün süren pazarlıklar neticesinde 2010 model, benzinli ve otomatik Skoda Fabia 1.2 araç için aynı fiyatı vermişti. 3000 km’lik bir rotada otomatik vitesli aracın daha rahat olacağını düşünerek firma görevlisi Andi ile sözleşmiştik ki içime kurt düştü ve uçuşumuzdan önceki gün son bir e-mail yazdım. Bizim aracı alan müşteri iki gün uzatmış süreyi ve bize verebileceği tek araç 2010 model, dizel Fiat Bravo imiş. Dizel olması işime geldiği için itiraz etmeyerek bir sonraki gün görüşmek üzere sözleştik.


1.GÜN: İSTANBUL – TİRAN – OHRİD

18 Ekim sabahı, Pegasus Havayolları’nın 10:15 uçağı için sabahın köründe düşüyoruz Sabiha Gökçen Havalimanı yollarına. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor ve doğal olarak indiğimizde havanın nasıl olacağını düşünüyorum. Gideceğimiz şehirlerde bulunacağımız tarihlere ait hava durumuna defalarca bakmıştım. Şimdilik hiçbirinde yağmur belirtisi yoktu ama Ekim ayının son iki haftası Balkanlar’da yağmur görmemek sürpriz olurdu.

Yerel saat 11:00 gibi Tiran Nene Tereza Havalimanı'ndayız. Hava günlük güneşlik.  Sıkıcı ve uzun süren pasaport kontrolünün ardından valizlerimizi teslim alıyor ve araç kiralama firmasının bankosuna yöneliyoruz. Kısa süren prosedürün ardından aracımız geliyor ve Andi’den son direktifleri alarak yola çıkmaya hazırlanıyoruz. Aracın kaportasındaki birçok irili ufaklı çizik ve sağ dikiz aynasının çatlak olması canımı sıksa da fazla umursamıyorum. Navigasyon cihazımı valizden çıkarıp ön cama sabitliyor ve şarjını araç içi çakmak girişine bağlamaya niyetleniyorum ki ilk hayal kırıklığımı burada yaşıyorum. Çakmak girişi içeri göçmüş ve ulaşabilmek imkânsız ama benim için hayati öneme sahip.

Arabayı uygun bir yere çekip başka çakmaklık girişi var mıdır diye aranırken Andi çıkageliyor ve bir sorun olup olmadığını soruyor. Derdimi anlatmam ile beraber arabaya binerek havalimanının hemen dışındaki ufak bir oto tamir servisine götürüyor bizi. Bir yandan arıza giderilirken diğer yandan arabanın etrafındaki hasarları cep telefonum ile videoya kaydediyorum. Teslim esnasında bir sıkıntı yaşarsak elimizde delil olsun.

Arıza giderilirken sözünü ettiğim hasarları Andi’ye de gösteriyorum ve sohbet ediyoruz. İlk durağımızın Makedonya olduğunu ve ziyaret edeceğimiz diğer ülkeleri duyunca bize sitem ediyor ve neden bütün Türklerin bu ülkelere gidip Arnavutluk’ta hiç vakit geçirmediklerini soruyor. Bende gönlünü alabilmek için son günümüzü Tiran’da geçireceğimizi ve ülkelerinin de oldukça güzel olduğundan bahsediyorum ancak Arnavutluk bizim için sadece başlangıç ve bitiş noktası olacak.

Sitemkâr dostumuza veda ettikten sonra havalimanının hemen dışındaki Alpet akaryakıt istasyonundan, teslim aldığım anda tamtakır olan depoyu 9300 LEK ( 180 TL ) karşılığında dolduruyorum. Havalimanında döviz bozdurmadığımdan ödemeyi kredi kartı ile hallediyorum.

Seyahat hazırlıkları sırasında ziyaret edeceğimiz ülkelerdeki akaryakıt ve sigara fiyatlarını araştırarak not almıştım. Buna göre Arnavutluk depoyu fullemek için ideal ülkelerden biri. Öyle ki bazı ülkelerde otobanları kullanacaktık ve ilgili ülkelerin karayolları ile alakalı web sitelerini bulup ödenecek otoban ücretlerini dahi not almıştım. Yol haritası kitapçığımızın bir bölümü ise ülkelere göre hız sınırları ve acil durumlarda ihtiyacımız olabilecek irtibat numaralarından oluşuyordu.

Mazot işini de hallettiğimize göre basıyoruz gaza. Navigasyon cihazımın rotasını Ohrid’e ayarlayarak yola koyuluyorum. Kısa bir süre sonra Tiran şehir merkezinden geçmemiz gerektiğini fark ediyoruz ama o ne trafik, nasıl bir keşmekeş. Dörder şeritli dört ayrı istikametin kesiştiği ana kavşaklarda da mı trafik lambası olmaz? Garibim, bir polis memuru kavşağın ortasında dikilmiş, elinde işaretçi ile çırpınıp duruyor ama takan yok. Karşı yöne dalarak sollama yapanlar mı dersin, kilit haldeki trafiğin olduğu yola arabasını park edip çekip gidenler mi dersin, hareket halindeki arabaların önüne atlayan yayalar mı dersin? Korna, bağrış, feryat figan gırla gidiyor!

Şehrin trafiğinde 1 saat kadar vakit kaybederek yola devam ediyoruz. Tek şeritli, virajlı yollar canımızı sıkıyor ve bir köy bakkalında durup içecek ve abur cubur almak istiyoruz ama Arnavut Lek’imiz yok. Bakkal amcayı Euro’ya ikna ederek alışverişimizi yapıyor ve daha fazla vakit kaybetmeden yola koyuluyoruz. Ara ara çevirmelere denk geldiğimden hız sınırı neyse aynen riayet ediyorum.

Bir süre sonra yeni inşa edildiği her halinden belli olan bir tünelden geçerek ücretsiz otobana giriyorum. Söz konusu tünelin, yolumuzu en az yarım saat kısalttığını müjdeliyor navigasyon cihazım. Saat 14:00 gibi Makedonya sınırına varıyorum ama önce ufak bir işimiz var.

Avrupa’da kiraladığınız aracı ülke dışına çıkarmak için yeşil kart denen bir araç sigortasına ihtiyacınız var. Genellikle sınırlarda yan yana dizilmiş, prefabrik ofislerden edinmek mümkün.  Andi’nin tavsiyesi üzerine sınırın Arnavutluk tarafındakinden halletmek için arabayı park ediyorum ve aradaki dil problemine rağmen sihirli cümle olan ‘yeşil karton’u söylememle birlikte poliçemiz hazırlanıyor. 15 günlük poliçenin 50 Euro olduğunu okumuştum ancak Arnavutluk’ta daha ucuzmuş ve 40 Euro’ya kapı gibi yeşil kartımızı alarak göğsümüzü gere gere sınır kontrol noktasına yanaşıyoruz.

Oldukça akıcı bir Türkçe konuşan Makedon bayan polis memuru, formalite icabı birkaç soru sorup arabanın evraklarını ve pasaportlarımızı inceledikten sonra basıyor damgayı. Ohrid’e gideceğimizi öğrenince sınırda bulunan bir arkadaşını da götürüp götüremeyeceğimizi soruyor ve kabul ediyoruz. Beş dakikalık bir bekleyişten sonra üniformasından kıdemli olduğunu anladığımız genç bir memuru da arabamıza alarak düşüyoruz yola.  Sınırı geçer geçmez fark ettiğimiz değişim bizi şaşırtıyor. Anlaşılan o ki Enver Hoca’nın yıllarca dış dünyadan soyutladığı Arnavutluk’un üzerindeki ölü toprağını atması biraz daha zaman alacak.

Misafir ettiğimiz arkadaş Ohrid’de yaşıyormuş ve sınırda bulunan gümrük bölümünün şefiymiş. Torpilimiz büyük yerden olunca bize bir şey olmaz diyerek gaza biraz fazla yükleniyor ve yarım saatten biraz uzun bir süre de Ohrid’e varıyorum. Keyifli bir sohbete daldığımız misafirimiz, döviz bozdurmak için bize yardımcı oluyor ve Ohrid şehir merkezinde nakit sorunumuzu da hallettikten sonra 8 km. uzaklıktaki Lagadin bölgesine giderek Robinson Sunset House’a varıyoruz.

Ohrid Gölü’nün enfes manzarasına sahip, ahşap ve taş binalardan oluşan ufak bir aile işletmesi olan hostelimizde bizi ailenin annesi Tatyana karşılıyor. Ufak bir tanışma faslından sonra akşam yemeği isteyip istemediğimizi soruyor ve evet cevabını almasıyla beraber mutfağa girişmek için bizden müsaade istiyor.

Ohrid’de bir tam günümüz var ve bu günü şehir merkezinde görülmesi gereken yerler için harcayacağız ama hostelimizin bulunduğu yere göre aksi istikamette bir yer var ki orayı da görmeliyiz: St. Naum Manastırı.

Havanın hala aydınlık olmasını fırsat bilerek düşüyoruz yola. Yol üzerinde diğer bir gezi noktamız olan ‘Bay of the Bones Museum’u dönüşe bırakarak daracık ve virajlı yollar üzerinden yarım saatten kısa bir sürede St. Naum Manastırı'na varıyoruz. Yol boyunca birçok Türkiye plakalı tur otobüsleri ve genelde İstanbul plakalı bazı hususi araçlar dikkatimizi çekiyor.

Arabamızı park ettikten sonra göl boyunca sağlı sollu hediyelik eşya satıcılarının arasından geçerek manastıra varıyoruz. Dış bahçede bizi tavus kuşları karşılıyor. Kiril alfabesinin doğduğu yer olan ve İncil’in Kirilce’ye çevrildiği manastırın girişinde bulunan mozaik göz kamaştırıyor.

St.Naum ve St.Clement, Kiril alfabesini bulan Slav azizler St.Metodius ve St.Kiril’in talebeleriymiş ve bu alfabeyi tüm Balkanlar’a yaymışlar. St.Naum, bu manastırı 16.yy’da inşa etmiş ve özellikle zihinsel problemli hastalara şifa dağıtırmış.



Ziyaretimiz esnasında denk geldiğimiz belgesel çekimi ekibi ile köşe kapmaca oynayarak etrafı inceliyoruz. Kişi başı 100 MKD ödeyerek St.Naum’un mezarının da bulunduğu kilise kısmını geziyoruz. Her yerde yazandan ben de bahsetmezsem olmaz! Rivayete göre kalbi güzel insanlar mezar taşına kulaklarını dayarsa St.Naum’un kalp atışlarını duyabilirlermiş. Belgesel ekibinin bize yetişmesi ile bu testten vazgeçerek gezimizi noktalıyoruz.

Hava kararmaya başladığından diğer müzeye yapacağımız ziyareti erteliyor, yol üzerinde bulunan bir kasaba bakkalından biraz alışveriş yaparak hostelimize atıyoruz yorgun bedenlerimizi. Berna valizleri açarken ben ailenin oğlu Mihail ile tanışıp sohbete koyuluyorum. Ailenin babası Andon ise hostelin ortak yaşama ve yemek alanı olan bölümdeki şömineyi tutuşturuyor.

Yemek hazırlıkları bitmek üzereyken bir yandan bakkaldan aldığımız Skopsko biralarımızı yudumluyor diğer yandan gün batımının keyfini çıkararak Ohrid Gölü’nü ve ardındaki Arnavutluk kıyılarını seyrediyorduk.

Yemek faslına geçmeden evvel Andon bize rakija ikram ediyor. Derken kendi üretimleri olan şaraplarından tadıyoruz. Çok geçmeden masaya bir yemek geliyor ki aman Allah… Çorbasından salatasına, ana yemeğinden meyvesine tam bir ziyafet. Makedonya ve tüm Balkanlar’da oldukça sevilen ‘Shopska’ isimli salata ile de burada tanışmış oluyoruz. Yakında bir otelde kalan ancak arkadaşlarının daha önceki ziyaretlerinde çok methettiği aileyle tanışmak ve akşam yemeği için aramıza katılan Duygu ve Canan ile sohbet ediyoruz. Gece uzadıkça uzuyor, keyifli bir sohbet eşliğinde kendimizi sanki evimizde ve dostlarımız ile hissediyoruz. Makedon ailemiz o kadar cana yakın insanlar ki nasıl tarif etsek bilemedik. Mihail’in Ankara maceralarına oldukça gülüyoruz.




2.GÜN: OHRİD

Erkenden uyanıyoruz kahvaltı için. Mis gibi havayı ciğerlerimize çekerek hemen ayılıveriyoruz. Kaldığımız yeri bir de gündüz gözüyle keşfetmek için etrafı gezerek fotoğraflar çekiyorum. Kahvaltılık bir sos olan ‘Ajvar’ ile de çabucak kaynaşıyoruz ve mantarlı omlet, kaymak, peynir ve kahveden oluşan leziz bir kahvaltı ile güne başlıyoruz Biz kahvaltıya gömülmüşken Tatyana pasaportlarımızı alarak hostel kaydımızı yapıyor ve ertesi günün doğum günüm olduğunu fark ediyordu.

UNESCO Dünya Miras Listesi’ne dâhil olan kent ve Ohrid Gölü’nü görmek için sabırsızız. Ohrid merkezine ulaşarak arabamızı sahil boyunca bulunan park alanlarından birine bırakıyoruz. St.Clement heykelinin bulunduğu meydanda birkaç fotoğraf çekerek St. John Kaneo Kilisesi’ne yürümeye başlıyoruz sahil boyunca.

Orta yaşlı bir adam hemen yanımıza yanaşıyor ve panoramik tekne turu ile bizi kiliseye götürebileceğini anlatınca ufak bir pazarlık ile 500 MKD’ye anlaşarak atlıyoruz tekneye. Yirmi dakika süren tekne turu boyunca bol bol fotoğraf çekerek göle hâkim bir tepenin üzerine kurulmuş olan kilisenin dibindeki iskeleye varıyoruz. 



Biraz merdiven çıktıktan sonra soluklanmak için kilisenin bahçesindeki bankta oturarak manzaranın tadını çıkarıyoruz.


St. John Kaneo Kilisesi’nin 13.yy’da inşa edildiği rivayet edilir. Vakti zamanında Ohrid’de inşa edilen 365 kiliseden ayakta kalanlar içerisinde en güzel manzaralı olanı bu olmalı. Kişi başı 100 MKD karşılığında içini de gezerek ikinci ziyaret noktamız olan St.Pantelemion (Plaosnik) Kilisesi’ne yürümeye başlıyoruz.

Teknedeyken tepenin üzerinde dikkatimi çeken büyük inşaatın kıyısından geçerek kiliseye varıyoruz. Bu gudubet yapının neyin nesi olduğunu sorduğum kaptan, St.Pantelemion Kilisesi’nin hemen yanı başında devam eden Balkanlar’ın en büyük üniversitesinin inşaatı olduğundan bahsetmişti. Bu alanda, zamanında Balkanlar’ın en eski üniversitesi kurulu imiş ve günümüze dek süregelen arkeolojik çalışmaların ardından bu üniversitenin hatırına yeni ve modern bir üniversite kurulmasına salık verilmiş. Böylesine her taşın altından hala tarih çıkan bir alanda ne kadar mantıklıdır bilemedim.

St.Pantelemion Kilisesi ilk olarak 10.yy’da inşa edilmiş ve 15.yy’da Osmanlı hakimiyeti sırasında camiye dönüştürülmüş. Kiliseyi etraflıca gezdikten sonra bahçesindeki türbe dikkatimizi çekiyor. Bu türbe, Fatih Sultan Mehmet’in askerlerinden Nişancı Sinan Yusuf Çelebi’ye ait.



Öğle molası vermek için kilisenin hemen yanındaki kafeteryada iki kahve ve iki ufak su (330 MKD) siparişi veriyoruz. Kısa molanın ardından sıradaki ziyaret noktamız Çar Samoil Kalesi. Her kiliseye girişte 100’er MKD vermiş olmaya alışmış bünyem görevliye parayı uzatınca şaşırıyor ve iki kişi 60 MKD ödeyerek başlıyoruz surları tırmanmaya. Burçlardan enfes fotoğraflar çekiyoruz ve sıradaki gezi noktalarımızı bulmaya çalışıyoruz.



Tarih boyunca defalarca yıkılmış olan kale her seferinde büyütülerek yenilenmiş. Hisarın en büyük kısmı, 10.yy’da hükümdarlık yapmış olan Çar Samoil’e ait. Ohrid’in tepesinden göle kadar uzanan duvarların yüksekliği yer yer 16 metreyi bulmakta.



Evet, artık geçiyoruz inişe. İlk durağımız antik tiyatro. M.Ö. 3.yy’ın sonlarında inşa edilmiş olan yapı, zamanında 4000 kişilik oturma kapasitesi ile bölgenin en büyük antik tiyatrosuymuş.



Tiyatronun yanı başındaki seyyar satıcıların birinden 100 MKD’ye magnet alarak St.Sophia (Ayasofya) Kilisesi’ne doğru yürüyüşe geçiyoruz. Yol üzerinde, St.Bogodorica Kilisesi olduğunu düşündüğüm bir yapı ile karşılaşsakta kapalı olduğu için gezemiyoruz. Hemen karşısındaki sanat galerisine davranıyoruz ki orası da kapalı. Sağlık olsun diyerek yolumuza devam ediyoruz.

Sokaklar iyice kalabalıklaşıyor ancak turistik kafilelerinin arasından sıyrılarak St Sophia Kilisesi’ni bulmamız çok uzun sürmüyordu. Kilisenin girişindeki bankların birinde oturup yorgunluğumuzu atarken bahçede gezinen kaplumbağaları fotoğraflıyorum. 



İçerdeki kalabalık grubun çıkmasını fırsat bilerek biletlerimizi (100MKD/kişi) alıyor ve gezinmeye başlıyoruz. İçeride fotoğraf çekmek yasak ancak güvenlik kameralarının kör noktalarından yararlanarak birkaç güzel poz yakalıyorum. Tabi ki flaşımı kapatarak.  11.yy’a ait fresklerin en iyi halde korunduğu iki kiliseden biri olan bu nadide yapının güzelliğine zarar vermek istemeyiz. Diğer kilise hangisi diye merak ederseniz o da Kiev’deki Ayasofya Kilisesi’dir.



Gezmiş olduğumuz kilise oldukça uzun bir tarihe sahip. Hatırı sayılır bir müddet cami olarak kullanılan yapı, 1912’de tekrar kiliseye çevrilmiş. Ayasofya Kilisesi’ni oldukça beğendiğimizi söyleyebilirim.

Ohrid gezi bloglarında pek söz edilmeyen bir gezi noktası var ki tam da yolumuz üzerinde olmalı: Robev Konağı. Fazla zorlanmadan buluyoruz bu muhteşem konağı ve kişi başı 100 MKD ödeyerek içeri giriyoruz. 19. yy Makedon mimarisinin en iyi örneklerinden biri olan üç katlı konak, günümüzde Makedon eserlerinin sergilendiği bir müze olarak hizmet veriyor. Giriş katında sergilenen arkeolojik eserler de cabası.



Saat 15:00 olmuş. Görülmesi gereken birkaç yer daha var. Sahile doğru yürüyoruz ve St.Clement heykelinin bulunduğu meydan ile Çınar Meydanı’nı birbirine bağlayan Eski Pazar yoluna atıyoruz kendimizi. Güzel havanın da etkisiyle iyice kalabalıklaşan yolda Çınar Meydanı’na doğru ilerliyoruz çünkü yolumuzun üzerinde St.Clement Kilisesi var. Bu arada en son teknedeyken elimde olan navigasyon cihazımı çıkarıyorum ki o da ne? Teknedeyken kotumun arka cebine sığdırdığım zavallı cihaz üzerindeki baskıya dayanamamış ve ekranı ortadan ikiye çatlamış. Çatlağın bir tarafında görüntü iyiyken diğer tarafında ekrandan eser yok, dokunmatiği ise çalışıyor.

Moralim bozuluyor, kiliseyi söyle bir yüzeysel inceleyip Çınar Meydanı’na varıyorum kendime saydıra saydıra. Berna ise peşimden koşturuyor yetişebilmek için. Keyifsiz bir şekilde meydanda bulunan Halveti Hayati Tekkesi’ni geziyoruz. Meydanın dibindeki tepede bulunan ufak orman dikkatimi çekiyor ve yukarı tırmanıyoruz. Biraz orman havası ve yolumuzun üstündeki ufak kilisenin bahçesinden meydanı izlemek geçirmiyor canımın sıkkınlığını. Hadi bari yemeğe verelim kendimizi diyoruz.



Yemek yiyecek güzel bir yer ararken Çınar Meydanı’nın içinden geçiyoruz ve bir bit pazarına denk geliyoruz. Hiçbir zaman yerinde rahat durmayan ben, ince tornavida seti alıyorum pazarcının birinden. Meydana tekrar dönüyoruz ve oldukça tavsiye edilen Neim Restaurant’ı buluyoruz. Restoran kapalı olunca hemen çaprazındaki salaş bir restorana geçiyoruz erken bir akşam yemeği için.

Ben karışık ızgara siparişi veriyorum, Berna ise adını hatırlayamadığım krema soslu bir et yemeği istiyor. Patates cipsi, salata ve iki kola ile menüyü tamamlıyoruz. Yemeklerin gelmesini beklerken yapıyorum yapacağımı. Navigasyon cihazını tamir etmek umudu ile parçalara ayırıyorum. Kırılan ekranın neyini onaracaksam? O ana kadar dokunmatiği kusursuz çalışan, ekranı ise yarı yarıya sağlam olan aletin mevta olması fazla zaman almıyor.

Izgarayı beğenmiyorum, Berna’nın yemeği ise gayet güzel. Navigasyon cihazından sebepli sıkkınlığımı bahane ederek ortak oluyorum yemeğine ve Ohrid standartlarına göre biraz yüksek olabilecek 1000 MKD’lik bir hesapla ayrılıyoruz mekândan.

Arabaya binmemizle ikinci sürpriz bizi karşılıyor. Gösterge panelindeki ‘katalitik konvertör arızası’ lambası pis pis sırıtıyor yüzüme. Kendi arabamdan bildiğim kadarıyla bu oldukça önemli bir arıza da olabilir çok basit bir şey de. Yavaş yavaş dönüşe geçerken Mihail ile görüşmek için hosteli arıyorum. Telefonu Tatyana açıyor ve oğlunun şarap festivaline katılmak için Üsküp’e gittiğini söylüyor. Derdimi anlatıyorum ve arabayı sağa çekip Andon’u beklemeye koyuluyoruz.

On dakika geçmeden imdadımıza yetişiyor Andon ama kısıtlı İngilizcesinden ötürü zor anlaşıyoruz. Yakınlardaki bir Türk arkadaşından yardım almak için kendisini takip ediyoruz ama o da şehir dışına çıkmış. Tekrar takip etmemizi söylüyor ve kendi başımıza bulmamızın imkânsız olduğu bir konumdaki Citroen servisine varıyoruz. Servis sahibinin de Andon’un yakın bir arkadaşı olmasına sevinerek derdimi anlatıyorum ancak o an için yapacak hiçbir şey yok çünkü o civarda elektrikler kesik. Var bizde bir anormallik bugün!

Hostele dönmeye karar veriyoruz ki yol üzerindeki eski püskü, paslı Fiat tabelasını görmemle içeri sapmam bir oluyor. Kenar mahalle oto tamircisi gibi bir yerdeyiz ve yanımıza gelen arkadaşa derdimi anlatmaya çalışıyorum. Etrafımızı saran diğer ustalarla da aynı lisanı konuşamıyorum ama işaret diliyle anlaşıyoruz. Arabayı bilgisayara bağlıyorlar ve yarım saatlik uğraşlar sonucu hatayı düzeltiyorlar ya da ben şimdilik öyle sanıyorum. Ustaların biriyle test sürüşüne çıkıyoruz ve ne araçta bir sorun var ne de uyarı lambasından eser. Herhalde oldu bu iş diyerek 500 MKD ödüyor ve hostelimize dönüyoruz.

Akşam yemeği için Tatyana hazırlıklar yapıyor. Biz yemeğimizi yedik ve sadece şarap içmek için sofraya katılıyoruz. Yeni gelen Avusturalyalı misafir yemeğini yerken bir yandan da bizimle sohbet ediyor. Bir anda ne olduysa oluyor ve Tatyana benim için hazırladığı doğum günü pastasının mumlarını yakarak masaya getiriyor. Bu jest karşılığında oldukça şaşırıyorum ve günün tüm olumsuzlukları geçici de olsa aklımdan siliniyor.

Gecenin ilerleyen saatlerinde navigasyon sorununu halletmek için telefonuma çeşitli uygulamalar indiriyorum ve internetten güncel haritaları bulmakla geçiyor zamanım…

3.GÜN: OHRİD – RESEN (RESNE) – BİTOLA (MANASTIR) – ÜSKÜP

Sabahın erken saatlerinde ayrılıyoruz hostelimizden. Dün vedalaştığımız arıza lambası tekrar kendini gösteriyor. İlk gün ziyaret edemediğimiz ‘Bay of the Bones Müzesi’ne gidiyoruz. Kişi başı 100 MKD ödeyerek göl üzerine kurulu müzeyi gezmeye başlıyoruz. Topraktan yapılmış sap saman çatılı evler, çeşitli hayvan postları ve eski eşyalar pek ilgimizi çekmeyince erken ayrılıyoruz müzeden.

Önceki gün uğradığımız Citroen servisine gidiyoruz evvela. Hala elektrikler yok ve bizim de kaybedecek vaktimiz yok. Üsküp’te var imiş Fiat yetkili servisi ve Allah’a emanet diyerek çıkıyoruz yola. Telefonuma yüklediğim navigasyon uygulamaları da pek verimli değil ama yapacak bir şey yok.

Kısa bir süre sonra Resne’ye varıyoruz. Burada görülecek tek ziyaret noktası Resneli Niyazi Bey Sarayı. Arabanın durumundan mütevellit pas geçiyoruz burayı ve Manastır’a doğru devam ediyoruz.

İlk durağımız Atatürk’ün de zamanında eğitim gördüğü Manastır Askeri İdadisi. Müzenin karşısındaki ücretsiz park alanına arabamızı park ederek giriyoruz içeri ve 100’er MKD ödeyerek başlıyoruz dolaşmaya. Atatürk‘e ayrılan bölüm oldukça ilgi çekici. Duvarların birinde, Atatürk’e o yıllarda ölesiye âşık olan Eleni’nin mektubu, bir diğerinde ise talebelik yıllarında aldığı notları var.

Müzeden sonra Hamidiye (Shirok) Caddesi’ne yöneliyoruz. Sağlı sollu konsoloslukların arasından geçiyoruz ve hafta sonunu fırsat bilen yerli halk kafeteryalarda toplaşmış, gelen geçeni izliyor. Makedonyalı Manaki kardeşlerin çektiği, 1911 tarihli ‘Sultan 5.Mehmet Reşat'ın  Bitola Seyahati’ filmi bu caddede çekilmiş ve Türk-Osmanlı sinema tarihinin ilk eseriymiş. Elveda Rumeli dizisinin de buralarda çekildiğini hatırlatmalıyım.

Caddenin sonunda Yunanlılar ile Makedonların bir türlü paylaşamadığı Büyük İskender Anıtı var. Etrafında ise saat kulesini, Yeni Cami, İshak Paşa Cami’yi ve St.Demetrius Kilisesi’ni görebilirsiniz.  Meydanı terk edip biraz kuzeye yürürseniz sizi Haydar Kadı Cami karşılayacak.



Günlerden pazar olması sebebiyle Türk Mahallesi’ni ve çarşıyı gezemiyoruz. Yahudi mezarlığına planladığımız ziyaretimize ise açlığımız engel oluyor. Geldiğimiz yolu geri dönerek Ravenna Cafe’de iki büyük pizza ve içecek siparişi (700 MKD) veriyoruz. Yemeklerimizi yerken internetten Fiat forumlarına göz atıp arabanın arızasının ne olabileceğini idrak etmeye çalışıyorum.

Saat 14:00 gibi ayrılıyoruz Manastır’dan ve Üsküp yollarına düşüyoruz. Çok geçmeden otobana giriyoruz ve hızımız artıyor. Ardı ardına üç defa otoban gişelerinden geçerek toplam 140 MKD ödüyoruz ve akşam vakti varıyoruz Üsküp’e.

Merkeze on dakikalık yürüme mesafesindeki Anton Popov Caddesi’nde bulunan Hostel Atlantik’i buluyoruz. Kapıda bizi bu 3 odalı ufak hostelin sahibi Ljupco ve eşi karşılıyor. Tabi bu samimi karşılama kahve ve rakija eşliğinde oluyor.

Sohbetin ardından odamıza yerleşerek Üsküp sokaklarına atıyoruz kendimizi. Amacım, hem Üsküp’te gezeceğimiz yerler için kısa bir keşif yapmak hem de akşam yemeği için muntazam bir yer bulmak. Ljupco’nun tavsiye ettiği restoranı bulamayınca 11 Ekim Caddesi üzerinden Makedonya Meydanı’na yürümeye karar veriyoruz. Kısa bir süre sonra solumuzda parlamento binasını ve tam karşısında içerisinde anıtlar ve heykeller bulunan parkı fark ediyoruz. Tam karşımızda ise Makedonya Takı var.



Oldukça güzel ışıklandırılmış Makedonya Takı’nın (Macedonia Gate) altından geçerek meydana varıyoruz. Solumuzda kalan Ristic Palace mimarisi ile göz kamaştırıyor. Meydanda bulunan Büyük İskender Anıtı’nın etrafındaki kalabalığa önce anlam veremesem de sonradan hatırlıyorum şarap festivali olduğunu. Konser için platform kurulmuş ve son hazırlıklar yapılıyor, meydanın dört bir köşesindeki onlarca şarap standı ise müşteri kapmak derdinde.



Eğlence hazır başlamamışken biraz gezelim diyoruz ve Vardar Nehri’nin iki yakasını birbirine bağlayan Taş Köprü’ye yürüyoruz. Nehrin her iki yakasında çoğu yeni yapılmış ve harika mimariye sahip devasa binalar ilgimizi çekiyor. Buraları daha sonra gündüz gözüyle arşınlayacağız.



Vardar Nehri aynı zamanda şehrin Müslüman ve Ortodoks nüfusunu ikiye ayırmakta. Bizim tarafa geçip meydandaki süs havuzları ve heykellerin etrafında birkaç fotoğraf çekiyoruz ve tekrar Taş Köprü üzerinden festivalin olduğu meydana geçmek isterken uzakta, çok uzakta bir dağın tepesindeki devasa haçın (Millenium Cross) ışıl ışıl Müslüman bölgesine göz kırpmakta olduğunu fark ediyoruz. Millenium Cross’a daha sonra detaylı değineceğim.



Bu kadar keşif şimdilik kâfi, karnımız da acıktı zaten. Festival alanındaki bir ızgaracıdan enfes iki burger (240 MKD) alarak karnımızı doyuruyoruz ve çoktan başlamış olan konseri seyrediyoruz. Envai çeşit şaraplardan tatmadan ayrılmadığımızı da belirteyim. Konseri izlerken diğer yandan etrafımdaki kalabalığın içerisinde Mihail’i arıyorum.

Yarın oldukça yorucu bir gün olacak. Gece yarısına doğru ayrılarak dinlenmek üzere hostelimize dönüyoruz.

4.GÜN:  ÜSKÜP – PRİZREN – ÜSKÜP

Bugünümüzü Prizren’e ayırdık. Yugoslavya’nın en fakir evi olarak dillendirilen Kosova’yı görmeyi oldukça istiyorduk. Hostelimizde yaptığımız erken kahvaltının ardından Ljupco’dan aldığım direktifler ile Fiat yetkili servisini buluyorum. Çok şükür oldukça iyi İngilizce konuşuyor servis yetkilisi. Arabayı bilgisayara bağlayarak kontrol etmeleri gerektiğini ve bunun ücretli olacağını söylüyor. Andi’yi arayarak durumu izah ediyor ve müsaade istiyorum. Arnavutça bilen bir ustanın yardımı ile daha rahat anlaşıyoruz.

Gerekli kontroller yapılıyor ve arızanın önemsiz bir nedenden kaynaklandığının ortaya çıkması ile içimiz rahatlıyor. Vakit kaybetmeden ayrılıyoruz servisten.

Beceriksiz navigasyon uygulamasının marifeti ile ne idüğü belirsiz yollara giriyoruz çok geçmeden. 70 km’lik Üsküp – Prizren yolunun kötü olmasından dolayı iki saat süreceğini biliyorum ama bu işte bir yanlışlık var.

Öyle bir yoldayız ki tek gidiş, tek geliş, eski bir demiryoluna paralel ve on dakikada bir bu demiryolunun üzerinden kontrolsüz olarak bir o yana bir bu yana geçmek zorunda olduğunuz, etraftaki çalı çırpı yüzünden iki arabanın yan yana geçmesinin bile kaza sebebi olabileceği eski ve bakımsız bir yol bu.

Navigasyon cihazının talimatlarına uyarak bir saatten fazla gidiyoruz bu yolda ve sonunda şehirlerarası yola benzer, yeni yapılmış bir anayola çıkarak Kosova sınırına varıyoruz. Bu noktada bir çekincemiz var. Üsküp’ten sonraki durağımız Belgrad olacak ve Sırbistan halen Kosova’yı tanımadığı için pasaportunuzda Kosova damgası varsa sorun yaşayabilirsiniz.

Gezi bloglarından edindiğim tecrübe ile sınır polisinin Sırbistan’a gidip gitmeyeceğimizi sormasını bekliyorum. Kosova’dan direkt olarak Sırbistan’a geçme şansınız zaten yok ta hani daha sonra gidecekseniz problem olmaması için sorup duruma göre damga basmazlarmış.
Türk olduğumuzu fark edip oldukça samimi davranan sınır polisi, bize bir şey demeden ya da biz daha konuşmaya fırsat bulamadan basıverdi damgayı pasaportlara. Vardır bunda da bir hayır diyerek yola devam ettik.

Kosova sınırından Prizren’e kadar olan yol, bol virajlı ve rampalı olmasına rağmen son derece keyifliydi. Sonbaharın etkisiyle yeşil ila sarı tonlardaki yapraklar üzerimize dökülüyor, derelerin kıyısından ve ormanların içerisinden geçerken arabada bize Deniz Seki’nin Aşk Denizi (2005) albümü eşlik ediyordu.



Prizren’e yaklaştıkça tünellerin içerisinden geçmeye başladık. Bunlardan bir tanesi vardı ki ağızlarımız açık bakakaldık. Çok eski olduğunu tahmin ettiğim tünel muhtemelen kompresörler ve biraz da el yordamıyla açılmış ve o şekilde bırakılmıştı. Tünelden çok dağ içindeki bir oyuk şeklindeki kaya kütlesinin içinden geçmek biraz ürkütücü ve oldukça enteresandı.

Çok geçmeden Sharr Dağları sırtlarından aşağılara inmeye başladık. Yol boyunca Kosova bayrağı kadar Arnavutluk bayrağı ve Kosova Savaşı’nda aktif rol oynayan UCK militanlarına ait semboller ve mezarlar vardı. Dağın etrafındaki türlü türlü dinlenme tesisleri Prizren’e iyice yaklaştığımızın habercisiydi. Sharr Dağları etrafındaki tesisler özelikle kış aylarında tercih edilebilir.

Prizren’e varmamız ile birlikte ilk işimiz arabayı park edecek bir yer bulmak olmuştu. Etraftaki tabelaları takip ederek mahalle arasında bir açık otopark buluyoruz ve görevli amcayla İngilizce konuşmaya başlıyorum. Ellili yaşlardaki amca, Türk olduğumuzu anlıyor ve neden Türkçe konuşmadık diye tatlı tatlı azarlıyor bizi. Buralarda Türkçe bilmek Prizren’li olmak ile eşdeğer durumda. Gülümseyerek ayrılıyoruz ve Şadırvan Meydanı’na yürüyoruz.

500 yıla yakın Osmanlı hâkimiyetinde kalan kentte yabancılık çekmek pek mümkün değil.  Kosova‘nın üç resmi dilinden biri de Türkçe. Malum savaş sırasında ise bölgedeki Sırplar birçok Arnavut’u katletmiş. Savaşın ardından giden Sırplar geri dönmemiş, yerlerini ise Arnavutlar almış durumda.



İlk olarak yemek yiyelim diyoruz ve Bistrica Nehri’nin üzerindeki Taş Köprü’den geçerek çokça turistin tercih ettiği Besimi Restaurant’a giriyoruz. Şadırvan Meydanı oldukça hareketli. Gene karışık ızgara sipariş ediyorum, Berna ise köfte ısmarlıyor. Çok geçmeden adının sonradan ‘Bombitsa’ olduğunu öğrendiğimiz, içi peynirli enfes köftelerimiz önderliğinde yemeklerimiz geliyor. Tüm Balkanlar’da yediğim en lezzetli yemek buradakiydi.



Salata ve içecekler ile tamamladığımız yemeğimize gelen 20 Euro’luk hesaba bir de 5 Euro bahşiş bırakarak mekândan ayrılıyoruz ve başlıyoruz Prizren’i tavaf etmeye.

İlk durak St. George Kilisesi. Bahçedeki polis memuru, kilisenin içini gezmenin yasak olduğunu ve hatta bahçesinden bile fotoğraf çekemeyeceğimizi söyleyince dışarıdan biraz fotoğraflayıp yola devam ediyoruz. Eczanenin birinden pastil alıyorum keza boğazım davul gibi ve burnum akıyor. Sanırım önceki akşam fena üşüttüm. Katolik Kilisesi’nde de pek zaman harcamayarak önce Suzi Çelebi Cami ardından Cuma Cami’yi ziyaret ederek Prizren otogarının karşısındaki Namazgâh’a varıyoruz.



Namazgâh, Fatih Sultan Mehmet’in Prizren’i fethettiğinde askerleriyle ilk cuma namazını kıldığı yer ve onarımı Kosova ve Makedonya’daki birçok Osmanlı hatırasında olduğu gibi TİKA tarafından yapılmış.

Biraz soluklandıktan sonra otogardan taksiye biniyor ve yürüdüğümüz yolu taksiyle dönerek (2 Euro) tekrardan Taş Köprü’ye varıyoruz.

Halveti Tekkesi’ne göz attıktan sonra Emin Paşa Cami’ni ve hemen karşısındaki Gazi Mehmet Paşa Hamamı’nı (Çifte Hamam) ziyaret etmek istiyoruz. Çifte Hamam, inşa edildiği 1563 yılından 1944’e kadar hamam olarak görev yapmış ve sonrasında peynir imalathanesi ve depo olarak kullanılmış. Günümüzde ise sanat galerisi olarak kullanılmakta ama ziyaretimiz esnasında oldukça hummalı bir restorasyon çalışması geçirdiğinden dolayı gezemedik.



Nehrin bu yakasındaki son ziyaret noktalarımız ise günümüzde yalnızca minaresi ayakta kalabilmiş Arasta Cami ve Bayraklı Cami. Komünizm yıllarında üzerinde kelime-i tevhit bayrağı asılı olan cami bu nedenle Bayraklı Cami olarak anılıyor. Bağımsızlığa kadar asılı duran bayrak, belirli günlerde yine asılıyormuş buraya. Arasta Cami ise 1960’lı yıllarda komünistler güçlenince yıkılıp yalnızca minareleri bırakılan camilerden biri.



Tekrar geçiyoruz Şadırvan Meydanı’na. İlk zamanlarında kilise olarak kullanılan Sinan Paşa Cami’ni görmek istiyoruz. Camide restorasyon halen devam etmekte ama içi bu haliyle bile göz kamaştırıyor. Güneş batmaya başladı ve vaktimiz azalmakta. Aslında gezilmedik yer de kalmadı ama Prizren Kalesi göz kırpıyor uzaktan. Zor bela ikna edip hanımı tırmanmaya başlıyoruz kaleye. 15 dakikalık bir eziyetten sonra surlara varıyoruz. Etraf oldukça bakımsız ve her yer çöp dolu olmasına rağmen keyfimizi bozmuyor ve günbatımının tadına vararak Prizren’i izliyoruz.

Hava iyice kararmadan meydandaki kafeteryaların birinde birer yorgunluk çayı içerken (3 Euro) telefonumu şarj ediyorum. Zaten alıştık her oturduğumuz yerde telefonu şarj etmeye. Onu da yitirirsek işte o zaman hapı yutarız.

Otoparka 2 Euro ödeyerek yola koyuluyoruz. Bu sefer doğru yoldan gidiyoruz ve gelirken 3 saate yakın süren yolu aslında olması gerektiği gibi 2 saatte dönüyoruz. Karşılanmamız her seferki gibi kahve ve rakija ile oluyor. Hostel sahiplerimize geçirdiğimiz keyifli günü ve gidiş yolundaki aksiliği anlatıyoruz. Meğerse yıllardır kullanılmayan çok eski bir yola girmişiz Tetovo (Kalkandelen) civarlarına kadar. Ljupco’nun Tetovo’lu eşine de söz vermiştik orayı da gezeceğimizi ama yolu şaşırınca vakit olmadı. Neyse ki eski yola girmenin faydası olarak 1 Euro otoban ücretinden yırttınız diyor Ljupco kahkahalar eşliğinde.

Dün bulamadığımız restoranın yerini iyice belleyerek akşam yemeği için ayrılıyoruz. Hostelimize 10 dakika mesafede, Jordan Mijalkov Caddesi üzerinde ve şu an müze olarak kullanılan Eski Tren Garı’nın arkasındaki caddede bulunan salaş restorana varıyoruz.



Ljuc Restoran’ın (ЛЮЦ РЕСТОРАН) yerini neden bu kadar detaylı açıklamaya çalıştığımı da anlatayım hemen.  Tavsiye üzerine sipariş verdiğimiz birer buçuk porsiyon ciğer, peynirli patates cipsi, shopksa ve ikişer bira için yalnızca 500 MKD ödedik. Hayatımda böyle lezzetli ciğer yemedim desem yeridir. Sarımsak ve aromatik yağlar ile pişirilen ve maydanoz ile süslenmiş ciğerler enfesti.

5.GÜN:  ÜSKÜP – BELGRAD

Yardımsever ve güler yüzlü insanların ülkesi Makedonya’nın başkenti Üsküp’ü gezeceğiz bugün. Bildiğim kadarıyla Makedonya, Yugoslavya iç savaşından askeri müdahaleye maruz kalmadan kurtulan tek ülke olmasına rağmen tarih boyunca çok felaketler geçirmiş. Üsküp şehri, Avusturya himayesine girene kadar Osmanlı’nın önemli ve gelişmiş bir ticaret merkeziymiş. Bu zamandan sonra yıkımlar, yangınlar, depremler derken oldukça hırpalanmasına rağmen son yarım yüzyılda Bileşmiş Milletler’in de desteğiyle ayağa kalkmış.

Şehirde 30 kadar cami var. Bunların birinde Türkçe, birkaçında Arnavutça ve çoğunda Boşnakça vaaz veriliyormuş.  Vardar Nehri’nin batı yakasında Arnavutlar ve Türk azınlıkların yaşadığı kısıma Eski Üsküp, Ortodoksların yaşadığı doğu yakasına ise Yeni Üsküp denmekte. Üsküp ve Ohrid’de Türkçe eğitim veren okullara da rastladık.

Makedonya Meydanı’ndan güneye doğru yürüyerek ilk durağımız olan ve şu an şehir müzesi olarak hizmet veren Eski Tren Garı’nı buluyoruz. Girişin üzerindeki saat deprem sırasında durmuş ve bir daha dokunulmamış. Ziyaret için ücret ödemediğimiz müzede en çok ilgimizi çeken kısım 1963 depreminin anlatıldığı bölüm oldu.  Müzenin alt katında ise birbirinden nadide arkeolojik eserler ve kalıntılar sergilenmekte.


İkinci durağımız ise geldiğimiz yol olan Makedonya Caddesi üzerindeki Rahibe Teresa anıtı ve müzesiydi. Üsküplü Hıristiyanlar için önemli bir yere sahip olan Arnavut kökenli Rahibe Teresa, 1910 yılında burada doğmuş ve 18 yaşına kadar Üsküp’te yaşamış. Makedonya Meydanı’na oldukça yakın bir mesafede olan bu müzeyi gezmenizi tavsiye ediyoruz. Rahibeye ait bazı emanetlerin sergilendiği müzeye giriş ücretsiz.



Tekrar meydana yürüyerek şehrin Müslüman yakasına geçiyoruz. Aynı zamanda Fatih Sultan Mehmet Han Köprüsü olarak ta bilinen 15.yy eseri, 220 metre uzunluğunda ve 13 kemer gözlü Taş Köprü’den geçerken nehrin kıyısında sol tarafta Üsküp Ulusal Tiyatrosu ve Makedonya Mücadele Müzesi’ni, sağınızda ise Arkeoloji Müzesi ve Emniyet Müdürlüğü binasını göreceksiniz. Binaların ismi sıradan gelebilir ama mimari özellikleri ile öne çıkmaktalar.



Tadilat nedeniyle kapalı olan Davut Paşa Hamamı’nı pas geçerek Türk Çarşısı’na giriyoruz. 2. Beyazıt döneminde, sadrazam Davut Paşa tarafından 15.yy ortalarında yaptırılmış hamam günümüzde sanat galerisi olarak hizmet vermekteymiş.

Çok geçmeden beyaza boyalı Murat Paşa Cami ve Çifte Hamam’ın kesiştiği ufak bir meydana varıyoruz.  Normalde girişi ücretli olan Çifte Hamam için görevli bize kıyak geçiyor ve içeri giriyoruz. 15.yy’da İsa Bey denetiminde yaptırılan hamam 1915 yılına kadar asli görevi için kullanılmış. Deprem esnasında ciddi hasar gören yapı günümüzde sanat galerisi olarak nadide eserlere ev sahipliği yapıyor.





Bir sonraki durağımız günümüzde Üsküp Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ni bünyesinde bulunduran Suli An (Sulu Han). İki dönümden fazla alanı kaplayan han, 15.yy’da İsa Bey tarafından yaptırılan bir Osmanlı hanıdır.



Ziyaret edilmesi gereken bir diğer han ise Kurshumli An (Kurşunlu Han). 16.yy’da inşa edilen hanın zemin katında atların ve sürülerin bırakıldığı, birinci katında ise misafirlerin kaldığı bilinmektedir. Ahır kısmı geridedir ve tüccarların kaldığı ana yapıya bir geçit bulunmaktadır. Zemin katında 28, üst katında ise 30 odası vardır.



Kurşunlu Han’ın ardından bulunduğumuz yere oldukça yakın olan ancak biraz rampa yukarı yürümemiz gereken Mustafa Paşa Cami’ni ziyaret ediyoruz. 1492 yılına tarihlenen cami, depremde büyük hasar görmesine rağmen son yıllarda TİKA’nın da desteğiyle oldukça bakımlı duruyor. Bahçesinde Mustafa Paşa’nın kızına ait bir türbe bulunan caminin güzel bir de gül bahçesi var.



Mustafa Paşa Cami’den sonra kararsız kalıyoruz. Üsküp Kalesi'ne tırmanabiliriz ya da çarşı içine dönerek diğer görülmesi gereken yerlere gidebiliriz. Kale manzarasının gün batımı ile daha çekici olacağını düşünerek aşağı iniyoruz.

Bit pazarında biraz kaybolarak hemen bitişiğindeki İshak Bey (Alaca) Cami’ye dışarıdan göz gezdiriyoruz. Günlük trafiğin hızla aktığı ana caddeden karşıya geçerek 15 dakikalık bir yürüyüş ile kıpkırmızı rengiyle Saat Kulesi ve yanı başındaki Sultan Murat Cami’ne ulaşıyoruz.

Üsküp’te ayakta kalan en eski cami olan Sultan Murat Cami oldukça bakımsızdı. 16.yy’da inşa edilen saat kulesi ise İslami motifler taşır. 1963 depreminden sonra yaşanan kargaşa sırasında kuledeki saatler kaybolmuştur. Sonraları ise her ne hikmetse İsviçre’deki saat müzesinde ortaya çıkmıştır. İnşa edilme amacı, namaz saatlerini takip edebilmek ve çarşılarda çalışma saatlerinin duyurularak adaletli kazanç sağlanması imiş.



Tekrar çarşı içine dönerek bu bölgede göreceğimiz son yer olan Kapan Han’a doğru hızlı adımlar ile ilerliyoruz. Murat Paşa Cami’nin olduğu ufak meydanda, Çifte Hamam’ın hemen önünde ufak bir kafeterya var. Yorgunluğumuzu atmak için iki Türk kahvesi (140 MKD) sipariş ederek ayaklarımızı dinlendiriyoruz.

Murat Paşa Cami’nin arkasında kalan Kapan Han, İsa Bey tarafından vakıf geliri sağlamak amacıyla yaptırılmıştır ve iki girişe sahiptir. 44 odalı hanın zemin katı atlar ve tüccarların malları için kullanılırken üst katı konaklama amaçlıdır. Hanın içerisindeki Pivnica An isimli restoranda yemek yemeye karar veriyoruz. İki lezzetli burger, elma dilim patates, shopska, sarımsaklı ekmek ve içeceklerden oluşan menü için 1200 MKD ödüyoruz.



Tıka basa yedik ve aldığımız kaloriyi yakmamız lazım. Şimdiki rotamız Üsküp Kalesi. Yarım saate yakın süren hafif tempolu bir yürüyüşün ardından kale surlarına varıyoruz ve gün batımının keyfini çıkararak Vardar Nehri’nin akışını izliyoruz.

Üsküp’ün en yüksek tepesine konumlanan kalenin manzarası harika. Bizanslılar dönemine tarihlenen kale, uzunca bir süre Osmanlı hâkimiyetinde kalmıştır ve Türk egemenliği sırasında kule sayısı yetmişe çıkartılmıştır. Günümüzde ise bu kulelerden yalnıza üçü ayakta.

Doyumsuz manzaranın keyfini çıkarırken gözüme gene karşıdaki dağın tepesinde dikilen devasa haç takılıyor. Havanın karamasına daha vakit olduğundan önce hostelimize dönerek arabamızı alıyor ve ardından bizi o dağın tepesine götürecek teleferik istasyonuna doğru yola çıkıyoruz.

15 dakika boyunca kıvrıla kıvrıla tırmanıyoruz yeşilliklerin içinden. Arabamızı bırakarak bakımlı bir parkın içinden teleferik istasyonuna yürüyoruz çünkü bundan sonrası için araç yolu yok. Kişi başı 100 MKD ödeyerek biniyoruz teleferiğe ve yukarıya tırmanmaya başlıyoruz. Yükseldikçe daha çekici görünüyor şehrin manzarası.



Kısa bir süre sonra Vodno Dağı’nın tepesinde buluyoruz kendimizi. 2002 yılında yapımına başlanan Milenyum Haçı (Millenium Cross) 66 metre yükseklikte olup dünyanın en büyük haç anıtıdır. Haç, Hıristiyanlığın dünyada ve Makedonya’daki 2000. yılı anısına yapılmış olmasına rağmen yüzünü Müslüman bölgesine dönmüş olması manidar. Keyifli bir mola ve bol bol fotoğrafın ardından tekrar teleferiğe biniyoruz ve arabamızı alarak hostele dönüyoruz.

Bu gece Üsküp’te kalmayacağız ama son defa hostel sahiplerimizi görüp vedalaşmak istiyoruz. Kahve ikramının yanında teklif edilen rakija’yı nazikçe reddediyorum çünkü bu gece uzun bir yolculuğa gebe. Gece yarısına doğru Üsküp’ten ayrılarak sabaha karşı Belgrad’da olmayı planlıyoruz.

Hostelden ayrıldıktan sonra sabah ziyaret ettiğimiz Eski Tren Garı’nın yanındaki Ramstore alışveriş merkezinde biraz zaman öldürüyoruz ve ardından cebimizde kalan son Makedon Dinar’larını eritmek için bir kez daha Ljuc Restoran’a uğruyoruz. Keza yol uzun ve gecenin bir vakti yemek yiyecek yer bulamayız. Telefonları şarj ederek zaman geçiriyor ve önceki akşama göre daha mütevazı bir menü için 260 MKD ödeyerek ayrılıyoruz mekandan 22:00 sularında. Cebimde, Sırbistan sınırına kadar kullanacağımız otobanlara ödemek üzere yalnızca 80 MKD kaldı.

Üsküp şehir merkezinden ayrıldıktan hemen sonra ikinci defa dolduruyorum depoyu. Yakıt ışığım akşamüzeri yanmıştı ve yaklaşık bir depo mazot için 3300 MKD (145 TL) ödeyerek yola çıkıyoruz. Makedon otobanları bomboş ve gece yarısına doğru Sırbistan sınırına varıyoruz.

Pasaportlar tamam, arabanın evrakları tamam, yeşil kart da burada ama bir sorun var! Önümüzdeki araçlar işlerini çabucak halledip gözden kaybolurken biz arabamızı Makedon sınır polisinin işaret ettiği yere çekmek zorunda kalıyoruz.

İki memur yanımıza geliyor ve evraklarımız teslim alınarak arabadan inmemiz söyleniyor. Ne olduğunu anlamadan arabadan iniyoruz ve bagajdaki valizlerimizi dışarı alıp gösterilen platforma koyarak açıyoruz. Memurların sayısı dörde yükseliyor ve iki tanesi arabayı aramaya başlıyor. Aynı esnada biri valizlerimizi incelerken diğeri de bizimle konuşuyor.

Geriliyoruz ama bozuntuya vermiyorum. Bildiğiniz uyuşturucu kaçakçısı muamelesi görmekteyiz. Arabanın kapılarının içleri tornavida ile sökülüyor, stepne bölümü, kaputun altı ve motor bölgesi, çamurluklara kadar detaylı bir aramadan geçiriliyoruz.

Çok geçmeden ağzındaki baklayı çıkarıyor bizimle sohbet eden memur. Arabamız Arnavut plakalı olduğu için bu kadar detaylı bir aramadan geçiriliyormuşuz. Arnavutlar bu bölgelerde pek olumlu bir maziye sahip değiller.

Yarım saat süren gergin bir süreçten sonra ikinci raunda çıkmak için Sırp sınırına yanaşıyoruz. Burada da aynı işlemden geçeceğimizi adım gibi biliyorum. Bir de şu pasaportlardaki Kosova damgası meselesi var.

Sırp sınır memuru tarafından daha kibarca karşılanıyoruz ve işaret edilen yere park ediyoruz aracı. Bu defa daha söylenmeden çıkarıp açıyoruz valizleri. Yanımızda Almanya plakalı lüks bir araç var. Bunu durduruyorlarsa bizi hayli hayli durdururlar zaten diyerek kendimizi avutuyoruz. Çok geçmeden lüks aracın işlemi bitiyor ve fark ediyoruz ki o aracın şoförü de Türk. Maruz kaldığımız sevimsiz muameleye dem vurarak vedalaşıyor bizimle mağdur vatandaş.

On dakikalık bir bekleyişin ardından iri yarı bir Sırp memur yanımıza gelirken ağzından dökülen ilk kelimeler şunlar oluyordu. – Komşu, merhaba…

Ardından aracımız ve valizlerimiz didik didik aranıyor ve bir yarım saat daha kaybettikten sona ayrılıyoruz sınırdan. Kosova giriş çıkışı ile alakalı bir sorun olmuyor.

Sınırdan sonra giriş çıkış yaptığımız Leskovac – Nis otobanına 2,5 Euro ödüyoruz. Yol uzun, gece uzun… Kiralık aracımızda bizden önceki müşterilerin bırakmış olabileceği yasa dışı bir madde olsaydı ve sınır kontrolünde bulunsaydı halimiz ne olurdu diye şakalar yaparak kızdırıyorum Berna’yı.

Saat 03:00 civarları. Uyku iyiden iyiye bastırdı. Karşıdan gelen sürücülerin uzun huzmeli farlarını inatla kapatmaması ritüeli burada da geçerli. Arabayı park edip uyusak mı diyoruz. Tam bu esnada yanından geçtiğimiz tır şoförü bizden erken karar veriyor uyumaya ve aniden şeridimize dalıyor. Fren ve kornaya asılmamla birlikte ayılıyor Allah’tan ve çok ucuz atlatıyoruz. Bende de uykudan eser kalmıyor haliyle.

Saat 04:00 sıralarında Nis – Belgrad otobanından çıkıyoruz 10 Euro civarı bir ücret ödeyerek. Belgrad şehir merkezine varıyoruz. İlk dikkatimizi çeken şehirdeki tramvay sisteminin ne kadar detaylı olduğu. Sokaklar temiz, tarihi binalar ise çok güzel ışıklandırılmış. Kısa bir süre sonra merkezi konumda bulunan Spirit Hostel’i buluyoruz ve binanın altındaki kapalı otoparka park ediyoruz aracımızı. Altı saate yakın bir süredir yoldayız ve yorulduk. Koltukları yatırarak uykuya dalıyoruz arabanın içinde.

6.GÜN: BELGRAD

Sabahın köründe uyanarak hostele çıkıyoruz. Odamıza yerleştikten sonra işletmenin sahibi olan genç arkadaş kaydımızı yapıyor ve bize vereceği ücretsiz şehir haritasının üzerinden gezilecek yerleri anlatıyordu. Benim hazırlığım sıkı olsa da son anda listeme bir yeri daha dâhil etmiştim. NATO bombardımanında ağır hasar gören ve ibret-i âlem için olduğu gibi bırakılan resmi binaların Nemanjina Caddesi’nde olduğunu bilmeme rağmen bu caddenin yerini tam hatırlamıyordum.

Caddenin yerini sormamla beraber arkadaşımızın yüzü düşüyor ve neden orayı görmek istediğimizi, bombalanmış bir iki bina haricinde görülecek hiçbir şey olmadığını söylüyor ve genelde sadece Türk turistlerin burayı görmek istediğinden bahsediyordu. O binaların da tarihin bir parçası olduğunu söyleyerek lafı fazla uzatmıyorum.

Hostelde yaptığımız basit kahvaltının ardından dışarı atıyoruz kendimizi. İlk durağımız çok yakınımızda olan Kalemegdan (Kalemeydan) olacak. Yol üzerinde biraz Sırp Dinarı alarak hayvanat bahçesinin de olduğu kuzeybatı kapısından giriyoruz Kalemeydan Parkı’na.

Kalemeydan, M.Ö.3.yy’da kurulan ilk yerleşim birimiyle çekirdek ve şehir nüfusunun bulunduğu alan olma özelliğine sahiptir. 4.yy’da istilalara maruz kalmış, 5.yy’da Doğu Roma İmparatorluğu ve Batı Roma İmparatorluğu’na sınır çizgisi görevi yapmış, 6.yy’da Doğu Roma İmparatoru Justinyen tarafından genişletilmiştir. 1521 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından Osmanlı egemenliğine katılmasıyla ağır hasar görmüş ve şehrin Hıristiyan nüfusunun neredeyse tamamı İstanbul’un bugünkü Belgrad Ormanları’na gönderilmiştir. Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul ile birlikte Avrupa’da nüfusu 100.000’i geçen iki şehrinden biri olması nedeniyle sancak haline getirilmiştir.

Hayvanat bahçesi ilgimizi çekmiyor ve parkın içinden yukarılara doğru yürüyerek Zindan Kapısı’ndan kaleye giriş yapıyoruz. Macarlar tarafından Türk saldırılarına karşı korunmak için inşa edilmiş burçlar, Osmanlı hâkimiyetinden sonra hapishane olarak kullanıldığından buranın ismi bu şekilde kalmış.



Az ileride zamanında gözlem kulesi olarak kullanılan Despot Kapısı var. Burayı ufak bir ücret ödeyerek gezebilirsiniz. Parkın tam ortasında ise Osmanlı motifleri taşıyan ufak bir yapı göreceksiniz. Bu yapı Damat Ali Paşa Türbesi’dir. 1784’te inşa edilen türbe, Belgrad’da ölmüş olan bir Osmanlı vezirine ev sahipliği yapmakta ancak ismini 1717’de Petrovaradin’de Avusturyalılar ile çarpışırken şehit düşen paşadan almış.



Karşımızda görünen saat kulesini ziyaret etmeden evvel Tuna ve Sava nehirlerinin kesiştiği alanı fotoğraflamak için Victor Heykeli’nin bulunduğu seyir terasına yürüdük. Bu heykel, şehrin Türklerden kurtarılmasının hatırına 1928 yılında dikilmiş. İlk olarak Terazije Meydanı’na dikilmesi planlanan heykel, halkın çıplak bir adam figürüne muhalefet etmesi nedeni ile seneler sonra buraya dikilmiş ve şehrin sembollerinden biri durumunda. Bir yerde okuduğum kadarıyla da heykelin yumuşak etli kısmını İstanbul’a doğru çevirmişler.



Seyir terasının yanında ise klasik Balkan mimarisi tarzında inşa edilmiş olan Eski Eserleri Koruma Enstitüsü’nü görebilirsiniz.

Saat kulesinin etrafında birkaç fotoğraf çekip İstanbul Kapısı’ndan (Inner Stamboul Gate) geçerek Askeri Müze’nin bulunduğu bölüme varıyoruz. Hemen ardındaki Karayorgi Kapısı ise kalenin dış surlarına inşa edilmiş. Bu kapıdan geçer geçmez yol ikiye ayrılıyor ve soldan devam ediyoruz. Kısa bir süre sonra sağlı sollu tenis kortları dikkatimi çekiyor. Tarihin içinde, suların bitişiğinde ve şehrin göbeğinde olmasına rağmen temiz havanın keyfini çıkararak spor yapan insanlara imrenerek bakıyorum.



Bitkilerin geometrik şekillerde budanarak sergilendiği ve çeşitli heykellerin bulunduğu tertemiz bir parktayız. Biraz ilerideki caddenin karşısına geçersek Belgad’ın İstiklal Caddesi diyebileceğimiz Kneza Mihaila Caddesi’ne gireceğiz ama önce nehir kıyısına doğru yürüyüp parkın bu bölümünde bulunan açık hava fotoğraf sergisini ziyaret ediyoruz. Serginin bir bölümü Kalemeydan ve Belgrad’ın eski fotoğraflarından oluşmakta, diğer bölümü ise Sırp ve Yugoslav tarihi için önemli kişilerin biyografilerinden ibaret.




Güneybatı ucundaki bir kapıdan çıkarak şimdilik veda ediyoruz Kalemeydan’a. İlk olarak beş dakika mesafedeki Katedral Kilisesi’ni (Saborna Crkva) buluyoruz. 1837’de Barok tarzı inşa edilen kilise, Baş Melek Mikail’e adanmış. Çoğu Ortodoks kilisesi gibi iç dekorasyonu oldukça doyurucuydu. Güneşin altında parıldayan yeşil – altın rengi çan kulesiyle Belgrad’ın önemli dini yapılarından olduğu aşikâr.



Kilisenin hemen karşısında bulunan 1935 tarihli Sırp Ortodoks Patrikhanesi’ni (Patrijaršija Srpske Pravoslavne Crkve) pas geçerek yanı başındaki Prenses Ljubica Konağı’na (Konak Kneginje Ljubice) giriyoruz. Biletler kişi başı 80 RSD.

Konağın zemin ve üst katında Osmanlı’nın da dâhil olduğu çeşitli dönemlere ait ev dekorasyonu ve eşyalar ile ilgili sergiyi gezebilirsiniz. Serginin ana teması 19.yy Belgrad evleri. Bodrum katında ise Belgrad tarihi ile alakalı çeşitli eserleri görebileceğiniz konak, vakit ayırmaya değer.



Bulduğumuz en kestirme yoldan Kneza Mihaila Caddesi’ne çıkıyoruz. Yukarıya yürüyerek sadece yayalara açık olan bu caddenin Terazije Caddesi ile kesiştiği noktadaki yol üzeri kafeteryalardan birinde mola veriyor ve birer kahve (230 RSD) sipariş ediyoruz.



Terazije Caddesi ve Meydanı, ismini Türklerin burada şehre su sağlamak için inşa ettikleri su terazilerinden almış. 1860’ta su kulesi yıkılıp yerine bir çeşme yapılmış. Cadde, 1910’larda Prens Obrenovic’in emriyle kabuk değiştirerek zanaatkârlar, tüccarların rağbet ettiği bir cadde olmuş ve 20.yy başlarında Belgrad’ın kalbinin attığı yer olmaya başlamış.

Kısa molanın ardından Terazije Caddesi üzerinde yürüyerek dikkat çekici mimarisi ile öne çıkan Hotel Moskva’nın yanından geçiyoruz. Yürümeye devam ettikçe etrafımızdaki binalar daha da güzelleşiyor. Çok geçmeden solumuzdaki büyük parkı fark ederek içerilere yürümeye başlıyoruz. Parkın diğer ucundaki ana caddenin karşısında parlamento binası var.



Bulunduğumuz noktaya birkaç dakika mesafede Tasmajdan Parkı ve St. Mark Kilisesi (Crkva Svetog Marka) olması lazım. Daha beş dakika evvel şehrin göbeğinde bulunan kocaman bir parkın içerisinden çıkıp daha da büyük bir tanesini görmüş olmamızla beraber Sırpların doğaya ve yeşile verdikleri öneme bir kez daha hayran kalıyoruz.

Tasmajdan Parkı, ismini Osmanlı döneminde burada kurulan taş ocağından almış. Belgrad’daki en eski yapıların malzemesinin buradan temin edildiği bilinir. Parkta biraz dinlendikten sonra mimari olarak kentteki diğer kiliselerden oldukça farklı gözüken St. Mark Kilisesi’ni geziyoruz. İlk bakışta çok eski olduğunu düşündüğümüz kilisenin yapımına 1931’de başlanmış. Kilisenin içi ayrı bir güzel, dışı ayrı.




Sıradaki gezi noktamız St. Sava Katedrali yolu üzerindeki Nikola Tesla MüzesiGiriş için iki kişi 1000 RSD ödeyerek müzeyi gezmeye başlıyoruz. Müzeyi gün boyunca belirli saatlerde rehber eşliğinde gezmek mümkün. Bazı turlar Sırpça, bazıları ise İngilizce ve tur esnasında Tesla’nın icatlarını ve bu icatların çalışma prensiplerini birebir izlemeniz mümkün. Müzenin bir köşesinde ise Tesla’nın küllerinin saklandığı altın küre sergilenmekte. Bizim ziyaretimiz esnasında ilkokul öğrenci grupları olduğundan İngilizce tura denk gelemedik.





1856-1943 yılları arasında yaşayan Nikola Tesla’yı uzun uzun anlatmayayım ama siz mutlaka biyografisini okuyun. Özellikle enerjinin iletilmesinde verimli olmayan doğru akım yerine alternatif akımın kullanılması fikrini ortaya atan şizofrenik mucit Tesla, Sırplar için büyük bir övünç kaynağı. Bugün kullandığımız alternatif akım jeneratörleri ve motorları, radyo, floresan, radar, MRI, lazer teknolojisi, robot teknolojisi, deprem makinesi ve hatta hidroelektrik santrallerinde dahi kendisinin ürettiği teorilerin payı oldukça büyük. Yaşadığı dönemdeki en büyük rakibi Thomas Edison ile olan çekişmesi ve Edison’un türlü oyunları nedeniyle dünya bilim literatüründe hak ettiği yere hiçbir zaman gelememiş.

Kısa bir yürüyüşün ardından St. Sava Katedrali ve etrafındaki parka ulaşıyoruz. Katedral, mimarisinden dolayı camiyi andırıyor. Kubbelerin üzerindeki haçları söküp yanlardaki ufak kubbelere birer minare eklesek oldu bu iş.



1174-1236 yılları arasında yaşayan Aziz Sava, Sırp Ortodoks Kilisesi’nin kurucusu ve başpiskoposudur. Esasında siyasi olarak oldukça kuvvetli bir aileden gelen Aziz Sava, iktidar yerine din yolunu tercih eder ve çeşitli mucizeler gösterir. Balkan milletlerine barışı getirmesi nedeniyle diplomat ve hukukçu kişiliğiyle öne çıkar.

Zamanında Türklerin de saygı gösterdiği Aziz Sava ne yazık ki trajik bir olayla Osmanlı tarihinde yer almış. 1594 yılındaki Banat ayaklanmasını bastırmaya çalışan Sadrazam Sinan Paşa, isyancılara ders vermek için Mileseva Manastırı’ndan Aziz Sava’nın kemiklerinin olduğu sandukayı Belgrad’a getirip Vracar Tepesinde yakmış. Doğal olarak bu olay, günümüze kadar süregelen Türk nefretini körüklemiş. Bu olayın meydana geldiği tepede, Ortodoks dünyasının en büyük kiliselerinden biri olan St. Sava Katedrali (Hram Svetog Save) yükseliyor. Yapının 1935’te başlayan inşası, 2. Dünya Savaşı ve ardından Tito’nun komünist rejimi nedeniyle sekteye uğramış. 1985’te yeniden başlatılan çalışmalar halen devam etmekte. Kubbe yüksekliği 65 metre olan katedralin içine 10.000 kişi sığabiliyormuş.



Artık yavaş yavaş dönüşe geçebiliriz. Katedrale çok yakın bir mesafedeki Slavija Meydanı’na yürüyoruz. Belgrad’ın merkezi olarak da adlandırılan bu meydana vardıktan sonra Nemanjina Caddesi’ne saparak aşağılara doğru ilerliyoruz. Cadde, Belgrad’ın genel tarihi dokusundan uzak, gri ve sıkıcı binaların olduğu bir cadde. Cadde üzerindeki ana kavşakların birinde, harap vaziyette birbirinin benzeri iki koca bina göreceksiniz. Bunlar 1999 yılındaki NATO bombardımanı sırasında hedef olan eski Savunma Bakanlığı binaları.



Sabahtan beri yürüyor olmanın verdiği yorgunluğun da etkisiyle açlığımız bastırıyor. Tekrar Kneza Mihaila Caddesi’ne atıyoruz kendimizi. Planladığımız gibi Skadarlija Sokağı’nda (Bohemian Quarter) yiyeceğiz yemeğimizi.

Skadarska olarak ta bilinen Skadarlija Sokağı, Belgrad’ın eski şehir kısmında kalan ve Paris’in Montmaarte’sine benzeyen bir bohem köşesidir. Hepi topu 400 metre uzunlukta, yalnızca yayalara açık, kilit taşları ile döşenmiş sokağın en ünlü restoranı Tri Sesira.

Skadarlija Sokağı oldukça merkezi bir konumda olmasına rağmen bulmak biraz zaman alabilir. İlk olarak Kneza Mihaila Caddesi’nin kalbi diyebileceğimiz Trg Republike Meydanı’na (Cumhuriyet Meydanı) ulaşmanız gerek. Sonrasında caddenin karşısına geçerek iki dakikalık bir yürüyüş ile bu nezih sokağa varabilirsiniz.



Yemek için bizim tercihimiz ‘Kapetan Koca Putuje’ isimli restoran. Porsiyonları oldukça doyurucu bir kaymaklı cevapcici ve kaymaklı Sırp burgeri, Sırp salatası, patates cipsi, iki bira ve bir kola için 2230 RSD ödüyoruz. Bir akşam yemeğinizi kesinlikle Skadarlija’da yiyip bu sokağın atmosferini teneffüs etmelisiniz.

Havanın kararmasına daha bir saat kadar bir süre var. O zaman gezinmeye devam etmek lazım. Skadarlija’dan aşağıya yürüyerek çok kısa bir süre içerisinde Strahinjica Bana Sokağı’na (Silicon Valley) varıyoruz. Sokak, sağlı sollu kafeteryaları, dükkânları ve Belgrad gece hayatının kalbi olması ile ünlü. Lüks kafeteryalar gençler ile dolu ve çoğunluğu oldukça bakımlı bayanlar. Bu sokakta gezdiğiniz de zaten anlayacaksınız neden Silikon Vadisi olarak anıldığını.

On dakikalık bir yürüyüşün ardından Belgrad’daki tek cami olan Bajrakli (Bayraklı) Cami’ye ulaşıyoruz. 16.yy’da inşa edilmiş olan cami, Belgrad’ın Avusturyalılar tarafından ele geçirilmesi ile bir ara kiliseye çevrilmiş olsa da kısa süre sonra yinelenen Osmanlı hâkimiyetiyle asli görevine dönüş yapmış.

Caminin etrafında polis memurları her daim nöbette. Bunun nedeni, 2004 yılında Sırp milliyetçiler tarafından kundaklanması imiş.

Beş dakika kadar yukarı yürüyünce Kneza Mihaila Caddesi’nin paralelinde bulunan Studenstki Trg Sokağı’na ve Studentski Park’a (Akademik Park) varmış olduk. Adından da anlaşılacağı üzere etrafı üniversite binalarıyla çevrili parkın köşesinde Şeyh Mustafa Türbesi var.

Hava karardı ve bizim de pilimiz bitmek üzere. En kısa yoldan Kneza Mihaila Caddesi’ne çıkarak Ulusal Tiyatro binasının da bulunduğu Trg Republike Meydanı’na atıyoruz kendimizi. Tiyatro tadilatta ama zaten saat de geç oldu. Meydan, iş çıkışı saatinin de etkisiyle oldukça kalabalık ve etraftaki kafeteryalar hınca hınç dolu.



Edison Cafe’de iki cheesecake, bir kapuçino, bir kahve ve iki su (1075 RSD) sipariş ederek yorgunluğumuzu atıyoruz. Bir saatten uzun bir süre gelip geçen insanları izledikten sonra artık yavaş yavaş hostele dönmeye karar veriyoruz.

Kneza Mihaila üzerinden sabah gezdiğimiz Kalemeydan’a giriyoruz. Köpeklerini gezdirenler, yürüyüş yapanlar, genç çiftler var etrafta. Kısa bir süre sonra hostelimize yakın olan caddeye varıyoruz.

Yorgun olmamıza rağmen ilgi çekici bir teklifte bulunuyorum Berna’ya. Belgrad’ın gelişmiş tramvay sisteminden daha evvel bahsetmiştim. 2 numaralı tramvay tüm şehir merkezini turlayan bir ring hattıdır. Bütün gün gezdiğimiz şehri bir de akşam karanlığında tramvay ile dolaşmak istiyoruz ama biletimiz yok.

Bilet alacak yer bulamıyoruz ama zaten duraktayken dikkatle izlediğimiz inip binenlerin ne bilet kullandığı var ne de bir şey soran. Yapıyoruz bir delilik ve biniyoruz sıradaki tramvaya. Yarım saatten uzun keyifli bir yolculuktan sonra aynı noktada iniyoruz tramvaydan.
Mahalle bakkalından dört Jelen bira ve iki büyük su (420 RSD) alarak hostele atıyoruz kendimizi. Bir ara merak edip internetten bakıyorum şu tramvay işine. Meğerse özellikle yoğun saatlerde rastgele kontrol edilirmiş biletler ve cezası hatırı sayılır tutardaymış.

7.GÜN: BELGRAD – NOVI SAD – ZAGREB

Sabah erkenden atıyoruz kendimizi Belgrad sokaklarına. İlk durağımız tabi ki Kalemeydan. Önceki gün biraz alelacele gezdiğimiz Kalemeydan’ı daha detaylı geziyoruz bu sefer. Dün fark edemediğim Sokullu Çeşmesi’ni buluyorum ilk olarak. Sokullu Çeşmesi, Damat Ali Paşa Türbesi’nin karşısında ve nehir tarafında bulunan Defterdar Kapısı’na çok yakın. Daha doğrusu çeşmeden geriye kalanlar…




Avusturya hâkimiyeti sırasında üzeri toprakla örtülen çeşme 1938’de tekrar gün yüzüne çıkarılmış ve 1990’lı yıllarda restore edilmiş.

Bu arada Zindan Kapısı’ndan beri peşimize bir sokak köpeği takılıyor. Şirin dostumuz, bir saati aşkın bir süre bırakmıyor bizi ta ki Kneza Mihaila Caddesi’ne kadar.




Cadde, sabahın ilk saatleri olmasından dolayı oldukça sakin. Kahvaltılık bir şeyler almak için fırın ya da pastane arıyoruz. Çok geçmeden Sırbistan’da oldukça yaygın olan Hleb & Kifle (ХЛЕБ & КИФЛЕ) fırınlarından birine denk geliyoruz. Pekara (fırın) yazan gözünüze kestirdiğiniz herhangi bir yere de girebilirsiniz kahvaltı için.

Biri peynirli diğeri ıspanaklı harika iki ‘burek’ ve iki kahve (460 RSD) alarak cadde üzerindeki bankların birine oturup kahvaltımızı yapıyoruz. Börekler o kadar leziz ki birer tane daha alırken gözüme lezzetli donutlar ilişiyor ve belki yolda acıkırız diye iki tane paketlettiriyorum.
Kahvaltının ardından son bir umutla Trg Republike Meydanı’ndaki Ulusal Tiyatro’yu görmeye gidiyoruz ama tadilat nedeni ile kapalı olduğunu öğrenmemiz ile birlikte Belgrad seferimizi de noktalamaya karar veriyoruz.

İstemeye istemeye Belgrad’dan ayrılıyoruz ve 95 km kuzeyde bulunan Novi Sad şehrini görmek için yola çıkıyoruz.

Bir saatlik yolun sonlarına doğru Belgrad – Novi Sad otobanından 2,5 Euro ödeyerek çıkıyoruz. Voyvodina bölgesinin başkenti olan Novi Sad’a girmek için sapmamız gereken yan yolu kaçırıyorum ve mecburiyetten Novi Sad – Subotica otobanına giriyoruz. 100 km uzaklıktaki Subotica’dan sonrası Macaristan sınırı.

17 km kadar fuzuli bir yol kat ettikten sonra ilk bulduğumuz köprülü kavşaktan geri dönüyoruz.  Hem gidiş hem dönüşte 3 Euro’luk gereksiz bir otoban masrafı yaparak Novi Sad’a varıyoruz.

Novi Sad oldukça ufak bir üniversite şehri. Etraftaki genç nüfus hemen dikkatimizi çekiyor. NATO bombardımandan buradaki birkaç köprü ve bazı binalar da nasibini almış.

Osmanlı İmparatorluğu, ele geçirdiği Belgrad, Karlofça ve Petervaradin gibi yerlere zamanla Sırpları yerleştirir. Macaristan, Osmanlı hâkimiyetindeyken Tuna’nın kuzeyi için de aynı politika izlenir. Avusturyalılar ise Sırpları güvenilmez buldukları için Macar nüfusunu buralara taşırlar. Günümüzde Voyvodina denilen ve başkenti Novi Sad olan bu bölgenin en büyük derdi de her iki nüfusun birbiri ile olan anlaşmazlığıdır.

Sanayileşmiş, katolik Macar nüfus, Macaristan‘ın AB üyesi olması ve Sırpların NATO karşısında dişinin epeyce kırılması nedeniyle bağımsızlık marşları söylemeye başlamış. Bu bölge zaten Yugoslavya zamanından beri federatif bir yönetime sahip ve kendine ait bir bayrağı bile var. Sırplar da zengin bir bölgeyi bırakmak istemeyen çiftçiler olarak görülüyor.

Şehrin merkezi olan Özgürlük Meydanı’na (Trg Slobode) yakın bir yere arabamızı park ediyoruz. Her yerde araç parkının ücretli olduğunu gösteren tabelalar ve parkomatlar var. Parkomat derdime derman olamayınca yakındaki polis memuruna danışıyorum. Aradaki dil sorunu nedeni ile ondan da yardım alamayınca daha fazla vakit kaybetmemek için ana meydana yürüyoruz.

Meydanın bir tarafında ihtişamlı mimarisi ile Katedral (The Name of Mary Church) diğer yanında ise Şehir Meclisi Binası (City Hall) var. Meclis binasının kulesindeki çanın adı Matilda imiş. Eskiden şehirde çıkan yangınları haber vermek için bu çan çalınırmış. Matilda kim derseniz o da çan için parayı hibe eden hayırsever kadınmış. Meydanın tam ortasında, ilginç bir geçmişe sahip olan heykel ise şehrin ünlü belediye başkanı Svetor Miletic Bronz’a ait. Şehrin işgali sırasında işgal kuvvetleri heykeli yok etmek istemişler. Bunu öğrenen ahali, heykeli kaçırıp savaş sonuna kadar saklamış.



Meydana bağlanan tüm sokaklar Avusturya-Macaristan mimarisinin etkisini görebileceğimiz tarihi binalar, anıtlar, müze, galeri, alışveriş yerleri, kafeterya ve restoranlarla dolu.



Kapalı olan katedrali gezemeyince ikinci durağımız olan Novi Sad Sinagogu’na yöneliyoruz. Sinagogu ararken tesadüfen karşı sokağındaki eski kiliseyi (Reformed Christian Church) buluyoruz. Bahçesindeki belki de asırlık ağaçları daha yeni kesivermişler. Şöyle bir içeri bakalım derken görevli bir bayan yanımıza yanaşıyor. Ağaçlar çok büyük ve yaşlı olduğu için her fırtınada kiliseye zarar veriyormuş ve bu yüzden kesmişler.



Oyalanmadan Novi Sad Sinagogu’nu buluyoruz ama maalesef burası da kapalı. Etrafta görebildiğim tüm kapılarda deniyorum şansımı ama sonuç yok. Dış görünüşüne hayran kaldığımız sinagogun içini göremeden meydana dönüyoruz.


Meydana dönerek katedralin yanındaki sokaktan Vladiçin Sarayı ve St. George Kilisesi’ne varıyoruz. 18.yy’da inşa edilmiş kilise, büyük olmamasına karşın oldukça ilgi çekici görünüyor.




İki saat gibi kısa bir sürede gezdiğimiz şehir merkezinin ardından Petrovaradin Kalesi’ni görebilmek için başlıyoruz yürümeye. Farkında olmadan Dunavska Sokağı’ndan (Dunavska Ulica) geçerek İsa ve Bisa adı verilen kuğuları ile ün yapmış Dunavska Parkı’na giriyoruz.



Çok geçmeden Tuna nehri kıyısına varıyoruz ve köprüden karşıya geçmeden ilk dikkatimizi çeken bir anıt heykele rastlıyoruz. Bu anıt, 2.Dünya Savaşı sırasında Nazi ordusu tarafından ırkçı duygular ile vahşice katledilmiş insanların anısına yapılmış. Nehrin bu yakasından Petrovaradin Kalesi büyüleyici duruyor.



Novi Sad ile Petrovaradin’i birbirine bağlayan Varadin Köprüsü’nden geçerken gözümüze NATO bombardımanında yıkılan eski köprülerin ayakları takılıyor. Yarım saati aşkın bir yürüyüşün ardından Petrovaradin Kalesi’ne varıyoruz.

İlk kez Romalılar tarafından inşa edilmiş, daha sonra farklı tarihlerde yenilenmiş,  günümüzdeki görünümüne 1692-1780 yılları arasında yapılan düzenlemeyle kavuşmuş olan kale, 112 hektarlık geniş, yeşillik, Tuna’ya yukarıdan bakan tepelik bir alanda kurulmuştur. Kale, üç kademeli olarak, birbirinden hendeklerle ayrılan üç sıra duvar şeklinde inşa edilmiştir ve 13 kapısı vardır. En üst tarafındaki geniş alanda bulunan tarihi binaların bir bölümü halen müze, otel, restoran, kafeterya, sanat stüdyoları ve hediyelik eşya dükkânları olarak kullanılmakta.

İlk olarak müzeyi geziyoruz. Eczacılık ve diş hekimliği tarihi ile alakalı eserlerin sergilendiği müzede yarım saat kadar vakit geçiriyoruz. Müzenin giriş kısmında ise malum bombardıman sırasında çekilmiş fotoğrafların sergilendiği bir bölüm var.

Saat kulesinin bulunduğu seyir terasına yöneliyoruz. Kadranındaki akrebin dakikayı, yelkovanın ise saati göstermesiyle çok uzaklardan bile her türlü hava koşulunda görülebilmesi amaçlanan saat kulesi görülmeye değer. Harika bir manzara eşliğinde bol bol fotoğraf çekiyoruz.



Kaledeki restoranların birinde yemek yemeyi planlıyoruz ama fiyatlar biraz tuzlu. Öte yandan sorgusuz sualsiz park ettiğimiz arabamızın da akıbetini merak ediyoruz. Aheste adımlar ile Novi Sad’a geri dönerek önce arabaya göz atıyor ve Özgürlük Meydanı çevresindeki onlarca restorandan biri olan Modena Restaurant’a geçiyoruz.

Fırında rosto tavuk, hindi fajita, patates cipsi, rokalı salata ve üç içecek için 2530 RSD ödeyerek cebimizde kalan son Sırp Dinar’larını da bahşiş olarak bırakıyoruz. Novi Sad’a yolunuz düşerse yemeğinizi bu restoranda yemenizi şiddetle tavsiye ederim.

Hava kararmadan evvel meydanda biraz daha turluyor ve fotoğraf çekiyoruz. Katedralin içini göremediğimiz için üzgünüz ama daha güzeli bizi Zagreb’te bekliyor.



Öğlen 13:00 civarı vardığımız Novi Sad’ı saat 18:00 gibi terk etmek için arabamızın yanına gidiyoruz ama o da ne? Biz yemek yerken sileceğin arasına sıkıştırmışlar 900 RSD park cezasını. Önce ödeyeyim diyorum ama vakit kaybetmeye hiç niyetim yok. Turistler için adam gibi bilgi panoları koysalarmış diyerek haklı çıkarıyorum kendimi ve basıyoruz gaza.

Onbeş dakika mesafedeki Sremski Karlovci kasabasını da ziyaret etmek istemiştik ama Novi Sad’da öyle huzurlu vakit geçirdik ki erken ayrılamadık. Sremski Karlovci’nin bizim için ne anlamı var derseniz, 1699 yılında Kutsal İttifak devletleri ile Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan ve Osmanlı için gerileme döneminin başlangıcı sayılan Karlofça Anlaşması’nın imzalandığı yerdir derim.

Çok geçmeden birer şeritli dağ yollarından geçmeye başlıyoruz ve yarım saatin ardından Simanovci – Sid otobanına giriyoruz. Hırvatistan sınırı civarındaki Sid kasabasına yakın bir noktadan 2,5 Euro ödeyerek çıkıyoruz otobandan ve sınırdayız.

Araba ve valiz arama işlemlerinin burada daha kısa ve dostane bir tavırla tamamlanmasıyla Hırvatistan’a giriş yapıyoruz. Sınırdan geçer geçmez Lipovac – Zagreb otobanına giriyoruz. Üç saatlik yolculuğu 16 Euro ödeyerek tamamlıyoruz.

Zagreb’in ilk etapta bizde bıraktığı izlenim Belgrad ile benzer. Temiz, trafik derdi olmayan ve verimli bir tramvay sisteminin bulunduğu bir şehirdeyiz. Kısa bir süre sonra merkezi konumdaki Varsavska Ulica’da bulunan Hostel Shappy’e varıyoruz. Burası genel olarak genç gezginlerin tercih ettiği bir hostel. Bizim tercih etmemizdeki en büyük neden ise her konakladığımız yerde olduğu gibi özel otoparkı olması.

Odamıza yerleşir yerleşmez kendimizi Zagreb sokaklarına atıyoruz. Saatler 22:00 civarı ve hafta içi olmasına rağmen başkent oldukça hareketli. Beş dakikalık bir yürüyüşün ardından kendimizi şehrin en işlek meydanı olan Trg Bana Josipa Jelacica’ya atıyoruz.




Biraz yukarı yürüyerek Zagreb Katedrali’ni ve katedralin bulunduğu meydandaki Kutsal Bakire Meryem ve Dört Melek Sütunu’nu ziyaret ediyoruz. Ardından şehrin en popüler sokaklarından Tkalciceva Sokağı’na atıyoruz kendimizi. Sağlı sollu kafeteryalar ve restoranlar tıka basa dolu. Bulunduğumuz noktaya yakın mesafedeki St. Mark Kilisesi, Taş Geçit (Kamenita Vrata) ve St. Katerina Kilisesi üçgeninde dolaşarak bol bol gece fotoğrafı çekiyoruz. Son durağımız ise tesadüfen içerisinden geçtiğimiz meşhur Strossmartre Parkı idi.

Tüm bu gezi noktalarından detaylı bahsedeceğim ama günümüz oldukça yorucu geçti ve dinlenmemiz gerek.  Hostelimizin bulunduğu sokaktaki mekânlar dikkatimizi çekmişti. Uyumadan evvel birkaç kadeh içelim diyoruz ve ilk olarak kendimizi Ban Josipa Jelacica Meydanı’na atıyoruz çünkü Hırvat Kunası’na ihtiyacımız var.

Bu saatte açık döviz ofisi bulmamız mümkün değil ama meydanda bulunan büfenin yanında bir casino var. Oradan 24 saat döviz bozdurmak mümkün. Nakit ihtiyacımızı da çözdükten sonra sokağın orta yerine kurulu masaları ile ‘Caffe Bar La Bodega’da zor bela boş bir yer buluyoruz. Saat gece yarısını çoktan geçmiş. Bir yanımızda kıyafetlerinden tahmin ettiğimiz kadarıyla bir düğünden ayrılarak iyice demlenmek üzere mekâna gelmiş güzel hatunlar, diğer yanda ise av peşinde olduğu her halinden belli ve masaları en pahalı içkilerden eksik olmayan Türk abiler var. Saat 01:00 gibi kapanmak üzere olan mekandan dört Velebitsko bira için 72 Hırvat Kunası ödeyerek ayrılıyoruz. Yarın yorucu olacak…

2.BÖLÜM İÇİN BURAYA TIKLAYABİLİRSİNİZ.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder