TREN İLE AVRUPA SEYAHATİ VE INTERRAIL NEDİR? (3.BÖLÜM)
21.GÜN: PARİS
21.GÜN: PARİS
Kahvaltının
ardından metro ile Chatelet Les Halles durağına ulaşıp şehri gezmeye
başlayacağız. Chatelet Les Halles,
neredeyse Paris metro ağındaki tüm hatların kesiştiği merkezi bir aktarma
durağı gibi. Bu istasyona vardığınız zaman buradan yürüyerek ya da farklı bir
metro hattı ile her yere gitmek mümkün.
Sen Nehri kıyısından yürüyerek Notre Dame
Katedrali’ne (Cathedrale Notre-Dame de Paris) gideceğiz ama önce çok kısa bir
Paris girişi yapalım.
Her sene yaklaşık
12 milyon turist ağırlayan Paris, yüzyıllar boyunca çok farklı kültürlerin
etkisinde kalmış ve sayısız savaş, salgın, dini çatışmalar gibi talihsiz
olaylara tanıklık etmiştir. 18.yy başından itibaren kültür, refah ve felsefe
alanında ilerlemeler kaydeden şehir, İngiltere ile olan ilişkileri nedeniyle
Amerika Özgürlük Savaşı sırasında zor günler yaşamıştır. 1789 yılında Fransız
Devrimi ile üzerindeki ölü toprağını atmaya başlayan Paris, İkinci Dünya Savaşı
sırasında ise Hitler’in tanklarına Şanzelize Caddesi’nde tanıklık edecek kadar
zor günler geçirmiştir.
Paris’in en çok
ziyaret edilen noktalarından biri olan Notre
Dame Katedrali’ne yürüyüşümüz uzun sürmüyor. Gotik mimarinin
başyapıtlarından olan katedralin inşasına 12.yy’da başlanmış ve 14.yy’da
tamamlanmıştır. Zamanında Paris’in modern şehir planlaması için sıfır noktası
olarak kabul edilen katedralin 13.yy’dan kalma pencere ve işlemeleri göz
kamaştırıyor. Sen Nehri üzerindeki ‘İle de la Cite’ adasında bulunan katedral
devasa boyutlarda olmasa da hiç şüphesiz ki dünyadaki en ünlü katedrallerden
biri. Katedralin girişi ücretsiz ancak üst kısımlarını ve hazineleri gezmek
isterseniz ücretli.
Katedralin
arkasındaki parka dolanıp köprüden Sen Nehri’nin diğer yakasına geçiyor ve Pantheon’un yolunu tutuyoruz. Yapımı 34
yıl süren kilise, 1791 yılında Fransız Devrimi’nin gölgesinde tamamlanmıştır.
Aynı yılda yapının tapınağa dönüştürülmesine karar verilse de 1806 yılında
tekrar kiliseye, 1885 yılında ise kamu binasına dönüştürülmüştür. Günümüzde ise
Voltaire, Rousseau, Victor Hugo, Zola ve Curie’lerin kriptleri burada
bulunmaktadır. Son olarak 2002 yılında Alexander Dumas’ta buraya getirilmiştir.
Giriş ücreti 7
Euro olan Pantheon’un kubbesi tadilat nedeniyle kapalıydı. Önündeki meydanda
ise güzel havanın tadını çıkarmaya gelen gençler yerlere uzanmıştı. Kısa bir
yürüyüşün ardından Lüksemburg Bahçesi’ne
(Jardin du Luxembourg) varıyoruz.
22,45 hektarlık
bir alanı kaplayan bahçe zamanında Lüksemburg Dükü’ne aitmiş ve ismini buradan
almış. 1612 yılında araziyi satın alan ise tanıdık bir isim; Louis XIII’in
annesi Marie de Medici. Gençliğini Floransa’daki Pitti Sarayı’nda geçiren
Medici’nin isteği üzerine park İtalyan tarzında tekrar düzenlenmiş. 19.yy’da
ise Fransız tasarımı ile bir kez daha yenilenmiş.
Park içerisindeki
seyyar sandalyelerden kaparak Grand Bassin diye bilinen küçük gölün üzerinde
uçuşan martıları izliyoruz. Tam karşımızda ise Lüksemburg Sarayı (Palais du Luxembourg) duruyor. Park içerisinde
güzel çeşmeler de bulunmakta.
Sen Nehri
üzerinde birçok önemli köprü bulunuyor. Üzerine asılan yüzlerce asma kilitleriyle
ünlenen Sanat Köprüsü’ne (Pont des Arts) çıkıyoruz. Köprüden
karşıya geçsek bizi Louvre Müzesi karşılayacak ama ona başka bir gün daha fazla
zaman ayıracağız. Nehir boyunca yürüyerek Orsay
Müzesi’ne (Musee d’Orsay)
ulaşıyoruz.
Paris demek aşk
demek, romantizm demek ama bizim için en çokta sanat demek. Roma’dan bile kirli
sokakları ve keşmekeş hayatlarıyla zaten ilk izlenimimiz hayal kırıklığından
ibaret idi. Kendimizi sanata verelim diyerek bu zaafını kapatmasını ümit
ediyoruz.
Tren garından
bozma bir müze olan Orsay’ın giriş ücreti kişi başı 11 Euro. Yapının imalatında
12.000 ton metal kullanılmış ve bu miktar Eyfel Kulesi’nde kullanılandan bile
fazlaymış. Paris’in iki numaralı müzesinde keyifli vakit geçiriyoruz ve
sergilenen 2300 civarı resim, 1500 civarı heykel ve 1000’i aşkın diğer önemli
eserden görebildiğimiz kadarını tadını çıkarıyoruz.
Orsay Müzesi günün
yarısını yedi. Akşamüstü Paris’te en güzel nerede geçer diye düşünüyoruz ve Concorde Meydanı (Place de la Concorde)
ile III. Alexandre Köprüsü (Pont
Alexandre III) üzerinden Eyfel Kulesi’ne gitmeye karar veriyoruz.
Concorde Meydanı,
Şanzelize Caddesi’nin doğu çıkışında yer alan, Paris’in en büyük ve bilinen
meydanıdır. Fransız Kralı Louis XVI, Marie Antoinette ve diğer birçok kişi
giyotin ile bu meydanda idam edilmiştir. Tuileries
Bahçeleri’ne (Jardin du Tuileries)
komşu olan meydanda bir de büyük obelisk bulunuyor.
Pont Alexandre
III, Art Nouveau tarzı lambaları, melekleri, kanatlı atlardan oluşan süsleriyle
Paris’in en güzel köprüsü unvanını almış. Sen Nehri üzerinde, altı metre
yüksekliğindeki tek aralıklı bir çelik kemerden oluşan köprü, yapıldığı dönem
için tam bir mühendislik harikası. Köprünün diğer yakasında gördüğümüz gösterişli
yapı Palais Royal oluyor. Ziyarete
açık olmayan 17. yüzyıl sarayının avlu ve bahçe kısımları gezilebilir.
Eyfel Kulesi
etrafındaki akşam kalabalığının tadını çıkardıktan sonra ünlü Şanzelize Caddesi’ne (The Avenue des Champs-Elysees)
gidiyoruz. Paris’in en prestijli caddesinde dünyaca ünlü markaların mağazaları,
lüks kafeteryalar, birbirinden pahalı arabalar birbiriyle yarışıyor.
16.yy’da
Şanzelize’nin bulunduğu alan Paris’in merkezinde sadece tarlaların olduğu bir
yermiş. 18. ve 19. yüzyıllarda gelişen cadde 1900’lü yılların başında metro
hattının da gelmesi ile iyice popüler olmuş. Concorde Meydanı’nda başlayan
caddenin diğer ucunda Zafer Takı (Arc de
Triomphe) bulunuyor.
Paris’in
simgelerinden olan takın inşasına 1806 yılında Napoleon’un emri ile başlanmış. Dileyenler
ücretli olarak takın tepesine çıkıp Şanzelize’yi doyasıya izleyebilir. İlk
günümüzü Zafer Takı’nda sonlandırıyor ve metro ile eve dönüyoruz. Tek
kullanımlık metro biletleri 1,70 Euro olmasına rağmen ‘carnet’ adı verilen onluk toplu biletin fiyatı 13,70 Euro.
22.GÜN: PARİS – DISNEYLAND – PARİS
Bugün
Disneyland’a gideceğimiz için hepimiz heyecanlıyız. Önce ulaşımdan
bahsedeyim. Disneyland’a ulaşım için
farklı seçenekler mevcut ama biz en kolayı olan metro-tren kombinasyonunu
seçtik. Herhangi bir metro istasyonundan Disneyland için tren bileti (7.5
Euro/tek yön) alabilirsiniz. Disneyland treni, Chatelet les Halles’ten kalkıyor
ve aldığınız bilet bu durağa kadar kullanacağınız metroyu da kapsıyor. Aynı
şekilde Gare du Nord’dan da gidebilirsiniz. Disneyland’a giden tren, kırmızı hatlı
RER A ama her RER A Disneyland’ın bulunduğu Marne-la-Valle – Chessy durağına
gitmiyor. Yanlışlıkla Boissy-Saint-Leger durağına gitmeyin. Şurada resimler ile
güzelce anlatılmış. http://www.travellingwithnikki.co.uk/2014/01/GareDuNordToDisneylandParisByRER.html
Ulaşım bir
saatten biraz fazla sürüyor ve gardan çıkar çıkmaz çok kısa bir sürede
Disneyland’ın ana giriş kapısına varıyoruz. Bu kapıda bilet kontrolü yapılmıyor
ve eğer çantanız yoksa ilgili bölümden hızlıca geçip içeri girebilirsiniz. Biz
boşu boşuna çantalılar ile beraber sıra beklemişiz.
İlk kapıdan içeri
girdiğinizde iki seçenek var daha doğrusu iki farklı park. Bir günlük ve iki
parkı da kapsayan biletlerden aldık o yüzden şöyle bir plan yaptım. Öğlene
kadar Walt Disney Studios Park’taki
oyuncakları gezeceğiz, öğleden sonra ise daha büyük olan Disneyland Park’a geçerek kapanış saatine kadar burayı gezeceğiz.
Walt Disney
Studios Park’ın girişinde, çıktısını aldığımız biletlerimiz kontrol ediliyor ve
içeri adım atıyoruz. Disneyland’da yetişkinlere hitap eden belli oyuncaklar var
ve bizim gibi kısıtlı zamanınız varsa gitmeden evvel araştırma yapıp
hangilerini göreceğinizi saptamanız önemli.
Parklara girmeden
evvel fastpass olayından bahsedeyim.
Rağbet gören oyuncaklarda genel olarak sıra oluyor ve bu durumu kolaylaştırmak
için bir sistem yaratmışlar. En popüler oyuncakların girişlerinde fastpass
makineleri var ve bu makinelere Disneyland biletinizi okutarak fastpass bileti
alıyorusunuz. Fastpass makinesi size o oyuncağın yoğunluk durumuna göre ayrı
bir bilet veriyor ve bilette yazan yarım saatlik dilim içerisinde fastpass
gişesinden sıra beklemeden giriş yapıyorsunuz. Bir oyuncağa fastpass bileti
aldıktan sonra belirtilen saat gelmeden bir diğerini alamıyorsunuz.
Şimdi bu noktada
şöyle bir sıkıntı yaşadık. Yazıcı çıktısı şeklinde olan A4 boyutlu biletler
için de fastpass makineleri var ama elimizdeki biletleri barkot okuyucuya
okutmak mümkün olmadı. Öğleden sonra ikinci parka geçerken bu durumu görevliye
anlattık ve görevli bize kartvizit boyutlarındaki günlük biletlerden verdi. Bu
biletleri kullanarak fastpass gişelerinden kolaylıkla biletlerimizi alarak
zamanı daha verimli kullandık.
İlk durağımız
hepimizin çokça merak ettiği ‘Twillight
Zone Tower of Horror’ oldu. Fastpass işini beceremeyince yarım saati aşkın
bir süre bekledik. Tam oyuncağa binecekken teknik bir arızadan dolayı
durduruldu ve yaklaşık bir saatimiz çöpe gitti.
Vakit kaybetmeden
Aerosmith temalı Rock’n Roller Coaster’a
geçtik. Bekleme odasında bizi Mick Jagger ve saz arkadaşları karşıladı.
Platforma giriş yaptığımızda ise bizden önce gelenlerin trene binişlerini
izlerken ağzımız açık birbirimize bakıyorduk. Rock’n Roller Coaster, kapalı bir
tüp içerisinde yüksek hızlı, kısa süreli ve şok etkisi veren bir roller
coaster. Üçten geri sayım başladığında trenimiz yayında gerilen bir ok gibi
geri çekiliyor ve anlık bir ivmelenmeyle roket gibi fırlıyor.
Elimiz ayağımız
boşalmışçasına iniyoruz trenden. İstemsizce gülüyor herkes birbirine bakarak.
Hiç hız kesmemek için Crush’s Coaster’a
geçiyoruz. Bu oyuncak benim gibi roller coaster’da sınırı olmayan birini bile
rahatsız etti. Tren bir yandan rayda hızlıca ilerlerken üzerindeki platform da
kendi ekseninde yuvarlaklar çiziyor. Zifiri karanlıkta da olunca biraz mideme
dokundu sanırım ama gene de güzeldi.
Dönüyoruz ‘Twillight
Zone Tower of Horror’a. Büyük bir asansör düşünün, şöyle 4-5 sıra halinde 20
koltuğu falan olsun. 60 metre yüksekliğe çıktığında halatları kopsa ve yere
çakılmak üzere hızla aşağıya düşmeye başlasanız ne hissederdiniz?
1997 yapımı Tower
of Terror filminin birçok sahnesinin çekildiği platform artık bu tecrübeyi
yaşatıyor size. Bekleme salonundaki ilk giriş anından asansör sırası
beklediğiniz kazan dairesine kadar her detay harika. Sizi yönlendiren
bellboylar bile sürekli bir tiyatro oyunu içerisinde. Kesinlikle bir kereden
fazla binilmeyi hak ediyor. Biz ikinciye binemedik ve çok içimizde kaldı.
Sabahki
problemden ötürü kaybettiğimiz vakit yüzünden Armageddon filmi temalı ve aynı isimli oyuncağa binmekten
vazgeçiyoruz. Walt Disney Studios Park’taki Moteurs gösteri alanında ise öğle saatlerinde dublör şovları
sergileniyor. Bizim bulunduğumuz tarihlerde gösteri yoktu. Ayrıca bazı
oyuncaklar belli günlerde bakım amacıyla servis dışı olabiliyor. Gitmeden evvel
Disneyland resmi sitesinden kontrol etmeyi unutmayın.
Öğle saatleri
itibariyle Disneyland Park’a geçiyoruz. Fastpass ile alakalı sıkıntımızı
görevliye anlatarak yeni biletlerimizi alıyoruz. Keşke daha evvel sorsaydık,
boşuna vakit kaybetmezdik.
Disneyland Park
dört farklı tematik parktan oluşuyor. Giriş kapısından sonra soldan başlayarak
ve saat yönünde olmak üzere Frontierland,
Adventureland, Fantasyland ve Discoverland. Bizde zaten bu sırayı takip
edeceğiz.
Giriş kapısından
ana meydana kadar uzanan cadde hepimizi çocukluğumuza götürüyor. Neşeyle
ilerliyoruz ve bir tek pamuk şekerlerimiz eksik.
İlk parkımız Frontierland’ın en popüler oyuncağı olan, Big Thunder Mountain isimli bir açık
hava roller coaster’ına gidiyoruz. Fastpass ile yarım saat sonrasına bilet
alarak Phantom Manor’a yöneliyoruz.
Burası bir perili köşk ve nihai amacı sizi korkutmak olacak. Bekleme odasındaki
hoş geldiniz faslının ardından trene biniyor ve bu pekte korkutucu olmayan
köşkte keyifli dakikalar geçiriyoruz.
Big Thunder
Mountain sıramız gelmiş. Disneyland Park’ta bütünüyle açık havada olan iki
roller coaster var ve bunlardan büyük olanındayız. Çok hızlı olmasa da gerekli
adrenalini veren bu roller coaster’dayken tüm parkı yüksekten izleme şansımız
oluyor.
Adventureland’e geçiyoruz ve yolumuzun üstünde Le
Cabane des Robinson ve Adventure Isle isimli oyuncaklar var. Pek enteresan
olmasalar da dekorlarından ötürü ziyaret ediyoruz. Bize roller coaster lazım!
Pirates of the Carribean’a geçiyoruz. Karayip Korsanları filmi
temalı oyuncak hızlı bir roller coaster değil ama dekorları tek kelimeyle
harika. Zaten su içerisinde mağaralarda ilerleyen kayığınızın etrafındaki
atraksiyonu izletmeye dayalı bir oyuncak olmuş ve kesinlikle ziyaret edilmeyi
hak ediyor.
Adrenalini
arttırmak lazım artık. Frontierland’ın ağır topu Indiana Jones’dayız. Aynı isimli filmden bir seti andıran roller
coaster, Disneyland’da açık havada 360 derecelik tepetaklak dönüş yapan oldukça hızlı ve
etkili bir oyuncak.
Indiana Jones’un
yarattığı bomba etkisinin ardından Fantasyland’deki
Peter Pan’s Flight’a geçiyoruz.
Havada uçan teknemizin içerisinden Peter Pan ve arkadaşları ile tanışıyoruz.
Eğlenceli bir oyuncak olsa da vakit sıkıntınız varsa Peter Pan’s Flight’ı pas geçebilirsiniz.
Storybook Land Canal Boats’ta keyifli dakikalar geçirdikten
sonra Pinocchio’s Fantastic Journey’de
çocukluğumuza dönüyoruz.
Daha çok
çocuklara yönelik ‘It’s a Small World’
isimli bir oyuncak da vardı ama bakım nedeniyle kapalıymış. Açık olsa ona da
binecektik.
Sakin geçen
Fantasyland’in ardından adrenalini bol Discoverland’e geçiyoruz. Discoverland’e girer girmez karşımızda
bulunan Space Mountain’in treninin bir roket gibi fırladığını görüyor ve koşa koşa sıraya giriyoruz.
Çoğunlukla zifiri
karanlıkta ilerleyen Space Mountain, insanın limitlerini zorlayacak cinsten bir
roller coaster. Rampa yukarı hızlı bir çıkıştan sonra helezonik hareketler
yapan trenin içerisinde G kuvvetine meydan okuyorsunuz.
Biraz fazla
kasmışım kendimi sanırım. Boynum ağrıyor Space Mountain’dan indiğimde ama
tekrar binebilmek için fastpass bileti alıyoruz. Berna’ya bir sefer yetmiş ve
Batuhan ile beraber bineceğiz. Sıra beklerken Buzz Lightyear’a gidiyoruz. Çizgi film karakteri Buzz’un sizi
karşıladığı oyuncakta çeşitli hedefleri vurarak puan kazanmaya uğraşıyorsunuz.
Space Mountain’a
tekrar binmeden evvel Star Tours
isimli oyuncağa gidiyoruz. 6D sinema olarak özetleyebileceğim oyuncak tüm gün
boyunca tecrübe ettiklerinizin yanında kesmeyebilir sizi.
Bir şeyler
atıştırdıktan sonra en beğendiğimiz oyuncaklara tekrar binmeye karar veriyoruz.
Bu arada Jules Verne’in ‘Denizler Altında 20.000 Fersah’ adlı romanı temalı ‘The
Mysteries of Nautilus’u geziyorum. Adı geçen romanı okuduysanız iki dakika
ayırmanıza değer.
Bu arada Disneyland Railroad isimli bir tren var
ve dilerseniz yarım saat boyunca tüm parkın etrafında turlatıyor sizi. İkinci
Space Mojntain seferinin ardından beğendiğimiz oyuncaklardan olan Big Thunder
Mountain’a tekrar biniyoruz. Ardından Indiana Jones’a geçiyoruz.
Kapanış saatinin
yaklaşmasından dolayı çoğu insan ana meydanda toplanmış ve kapanış gösterisi için
yer kapmaya çalışıyor o nedenle çoğu roller coaster boş. Indiana Jones’a ardı
ardına üç defa en ön koltukta binerken bu heyecana kalbi dayanmayan Berna bizi
çıkışta bekliyor. Başımız dönmeye başlayınca yeter artık diyerek ana meydandaki
kapanış gösterisine gidiyoruz.
Eşsiz ışık
oyunları ve eğlendirici müzikler ile süslenen kapanış gösterisi günün güzel bir
anısı oluyor ve evimize gitmek için Paris’e dönüyoruz.
23.GÜN: PARİS
Paris’teki son
tam günümüzü ilk gün fırsat olmayan yerlere harcayacağız. Batuhan dinlenmek
istiyor ve Berna ile Montmartre Tepesi’ne çıkıyoruz.
Montmartre Tepesi, Paris’in kuzeyinde bulunan ve 130
metre yüksekliğiyle tüm Paris’i izleyebileceğiniz ünlü bir tepesidir. Ressamlar
Tepesi olarak ta bilinmesinin sebebi, eskiden Picasso, Dali, Monet, van Gogh ve
Modigliani gibi ünlü ressamların zaman zaman burada çalışmış olmalarındanmış.
Tepeye isterseniz
yürüyerek isterseniz 2 no’lu mavi hattaki Anvers metro istasyonunun yakınında
bulunan füniküler ile ulaşabilirsiniz. Yürümek isterseniz yol boyunca
etrafınızı sarıp her türlü sırnaşıklığı yapacak zenci satıcılara dikkat.
Montmartre’nin en dikkat çekici yapısı olan Sacre Couer Bazilikası’na (Basilique
du Sacre-Couer de Montmartre) çıkıyoruz kısa sürede.
Hz.İsa’nın kutsal
kalbine adanan kilise, 1875-1914 yılları arasında inşa edilmiş. Beyaz bir
gelinliği andıran Sacre Couer’un içerisinde inşaat safhasında yardımı bulunan
kardinal ve piskoposların mezarları görülebilir.
Biz Montmartre’yi
çok sevdik. Ayrı bir havası var buranın ve herkes çok rahat. Ara sokaklara
girerek karakalem portre çizen ressamları izliyoruz. Ardından seyyar standlarda
sergilenen ürünlere göz atıyor ve bir sokak satıcısından kahvaltılık alarak
atıştırıyoruz.
İki gündür
dibinde olup ta neden daha evvel gelmemişiz Montmartre’ye? Gece dönmek üzere
vedalaşıyoruz. Yürüyerek Paris’in ünlü kabaresi Moulin Rouge’in önünden geçiyoruz. Dünyanın en eski kabaresi olan
120 yıllık mekân, Frank Sinatra, Lisa Minelli, Ginger Rogers ve Edith Piaf gibi
ünlü isimleri de ağırlamıştır.
Fazla oyalanmadan
Louvre Müzesi’nin yolunu tutuyoruz
çünkü biliyorum ki Louvre, gez gez bitmeyecek. Kişi başı 12 Euro ücreti olan
müzede audio guide almak isterseniz 5 Euro daha ödüyorsunuz. Şu ana kadar
gördüğüm en kral audio guide buradaydı. LCD ekranlı Nintendo marka cihazın
içine bir de GPS yerleştirmişler ki siz nereyi gezerseniz otomatik olarak o
bölümü görseller ve yazılı olarak ta destekleyerek anlatıyor.
Avrupa’nın en
önemli müzelerinden olan Louvre’u gezmeye ne yarım gün yeter ne de bir gün. Müzenin
tarihinden ya da içerisindeki eserlerden de bahsetmiyorum çünkü ona da bu sayfa
yetmez. Siz internetten etraflıca okuyun. Yalnız Mona Lisa’nın önünde, tablo
ile selfie çekmeye çalışan botokslu Rus hatunların ağzına bir tane yapıştırasım
geldiğini söyleyeyim.
Müzeden çıkınca
Batuhan ile buluşuyoruz. Garibim iki haftadır saç traşı olmak istiyor ama ne
İtalya’da ne de İspanya’da 30 Euro’dan aşağı berber bulamadı. Bizim zenci
mahallesinde kaldığımız sokakta birkaç berber vardı ve sabah traş olmuş birinde
10 Euro’ya. Rastalı saçlı, bol dövmeli ve Bob Marley kılıklı berberiyle pek iyi
anlaşmışlar.
Akşam yemeğinin
ardından kapanışı Eyfel Kulesi’yle
yapıyoruz. Nedenini hatırlayamadığım bir şekilde online bilet alamamıştım ve
bir saatten fazla sıra bekliyoruz. Kulenin ayağında 9 Euro’ya bilet alıyorsunuz
ve bu bilet sizi ara kata çıkarıyor. Tepeye çıkmak istiyorsanız 6 Euro daha
karşılığında 300 metre yükseklikten tüm Paris’i izleme şansına sahip
oluyorsunuz.
1887-1889 yılları
arasında dünya fuarı için Gustav Eiffel tarafından inşa edilen kulenin, çirkin
bulunduğu için yıkılması gündeme gelmiş. 1909 yılında ise telgraf anteni olarak
kullanılması nedeniyle yıkımdan vazgeçilmiş.
Paris’in en çok
ziyaret edilen ve fotoğraflanan noktası olan Eyfel’i senede 7 milyon kişi
ziyaret ediyor. Bacasız sanayi dedikleri bu olsa gerek.
Gece saatlerinde
Montmartre’ye dönüyoruz. Günlerden cumartesi olması sebebiyle bölge oldukça
kalabalık. Fünikülerin merdivenleri ve etrafındaki barlarda adım atmak mümkün
değil neredeyse. Kasa kasa birasını kapan merdivenlere çökmüş bir yandan
çalıyor diğer yandan söylüyorlar. Sacre Couer’e yakın bir barda oturarak dolunay
eşliğinde biralarımızı yudumluyoruz. Bir daha Paris’e dönersem ilk ziyaret
edeceğim yer kesinlikle Montmartre Tepesi olacak.
Paris gezimiz
boyunca önemli bir turistik nokta olan Versay
Sarayı’na gitmediğimizi fark etmişsinizdir. Hem kısıtlı vakit olduğundan
hem de saray şehrin dışında kaldığından fırsat olmadı. Zaten tüm bu gezdiğimiz
yerlerin üzerine Versay’a da gitseydik Roma’da yaptığımız gibi turistik gezi kartlarından
alırdık. Paris Pass’ın özelliklerine ve fiyatlarına buradan bakabilirsiniz: http://www.parispass.com/
24.GÜN:
PARİS – BRÜKSEL – BRUGGE
Paris biraz hayal
kırıklığı oldu bizim için. Müzelerini ve Montmartre’yi bir tarafa koyarsam pek
etkilenmediğimizi söyleyebiliriz bu kirli şehirden. Belki de beklentilerimiz
çok yüksek olduğundan böyle oldu, bilemiyorum.
Yarım günlük
Brüksel turunun ardından Brugge’e gideceğiz. 1,5 saatlik yolculuğun ardından Brussels Centraal’e varıyoruz. Çantalar
için emanet dolapları var garda. Madeni paranız yoksa gardaki kafeteryada ya da
ücretli tuvalette halledebilirsiniz bu ufak sorunu.
Gardan çıktıktan
kısa bir süre sonra Brüksel’in ünlü waffle’cılarından Gaufre de Bruxelles’in önünden geçerek Grote Markt’a iniyoruz. UNESCO Dünya Mirasları listesinde olan
meydanda ortaçağdan esintiler mevcut.
Barok, gotik ve
Louis XIV’in mimari tarzları ile yapılan meydan inşa edildiği dönemde bir
yiyecek içecek pazarıymış. Bu nedenle meydanı çevreleyen sokaklara yiyecek
isimleri verilmiş. 60 x 110 metre ölçülerinde olan meydandaki binalar göz
kamaştırıyor.
Çok geçmeden meydana
yakın konumdaki Manneken Pis’i
buluyoruz. Defalarca çalınan işeyen çocuk heykelinin 17 yy’ın başlarında yapıldığı
tahmin ediliyor. Açıkçası daha gösterişli bir şey bekliyorduk ve Manneken
Pis’in neden bu kadar sükse yaptığını anlayamadık. 1980’lerde işeyen çocuğa bir
de kız arkadaş yapmışlar ama bu heykel pek ilgi görmemiş. Bence isabet olmuş!
Erken bir akşam
yemeğinden evvel St. Michael ve
St.Gudula Katedrali’ni de görelim diyoruz. Belçika’nın milli kilisesi olan
yapı, kraliyet ailesine ait düğün ve cenazelere de ev sahipliği yapıyor.
Brüksel’de
gezilecek birkaç nokta daha var ama biz daha çok eski şehir kısmının genel
havasını solumak ve yemek yemek için geldik. Brüksel’in en ünlü midyecilerinden
Chez Leon’a giderek midyenin envai
çeşidini deniyoruz.
Gara dönerken
yolumuzun üstündeki ‘Gaufre de Bruxelles’ten waffle’larımızı alıyoruz ama
gruptaki kimse bu waffle’ı beğenmiyor. Hem hamuru çok kuru hem de bitter
çikolata sevmeyen biri için ideal değil. Meyveleri de pek lezzetli olmayınca
zoraki bitirerek gara dönüyoruz.
Brüksel güzel ve
temiz bir şehir ancak konaklamaya değeceğini düşünmüyorum. Bir saatlik
yolculuğun ardından Brugge’e varıyoruz. Hostelimiz St.Christopher’s şehir
merkezinin diğer yanında kalıyor ve hangi otobüse bineceğimizi bilmediğimizden yürüyoruz.
Yürürken şehir merkezinde soluklanırken etraftaki muhteşem binalara dalıyor
gözümüz.
St.Christopher’s
oldukça sosyal bir hostel. Alt katında kendi barı ve oturma alanlarında her
milletten gezginler keyifli dakikalar geçiriyor. Odamıza yerleştikten bizde
katılıyoruz eğlenceye.
25.GÜN: BRUGGE
Koca bir günümüz
var Kuzey Avrupa’nın Venedik’i olarak adlandırılan bu şirin şehri gezmek için.
Flaman bölgesinde bulunan Brugge, kanalları ve dünya savaşlarından hasar
görmeden kurtulabilen ortaçağdan kalma yapılarıyla ön plana çıkıyor.
Çikolatası, elişi dantelleri ve birası da cabası…
Şehrin iki
turistik meydanından ufağı olan Burg’a
varıyoruz. Burg’un en dikkat çekici
binası olan Belediye Binası (Stadhuis)
göz kamaştırıyor.
Ana meydan olan Markt’a geçmemiz bir dakika sürüyor.
Ortaçağ döneminden beri şehrin merkezi olan meydanda, 14. yy’da Fransa’ya karşı
yapılan savaşta ölen Jan Breydel ve Peter de Conink’in heykelleri var.
Markt
Meydanı’ndaki binalar sanki bir masaldan çıkmış gibi ama içlerinde en önemlisi,
şehrin simgesi sayılan Belfry Kulesi.
Uzun yıllar boyunca yangın alarmı, politik ve dini olaylar, çalışma saatlerinin
duyurulması amacıyla kullanılan kulenin uzunluğu 83 metre ve tepesine çıkmak
için 366 merdiven tırmanmak gerekiyor. Merdiven ile tırmanılan kulelere
sempatiyle yaklaşan bir gezi ekibi değiliz ama şehri iyice keşfettikten sonra bu
kuleye çıkmadığımıza pişman olduk.
Brugge en iyi
nasıl gezilir bilmiyoruz ama sokaklarında kaybolmak çok keyifli. Şehre gelmeden
evvel ‘In Bruges’ isimli filmi mutlaka izlemenizi tavsiye ediyoruz. St. Salvador Katedrali’ne ilerlerken
üşüdüğümüzü hissediyor ve mağazanın birinden bere alıyoruz. Eee, güneydeki o
şortlu tişörtlü günler mazide kaldı. Kuzeye çıktıkça kazakları polarları
çıkardık çantalardan.
10.yy’a
tarihlenen katedral, şehrin ana kilisesi ve katedral statüsünü 1834 yılında
kazanmış. Dışarıdan ihtişamlı gözüken katedralin içerisinde hummalı bir yenileme
çalışması olduğundan pek bir şey göremedik.
Kısa bir yürüyüş
ile Bizim Leydi Kilisesi’ne (Church of our Lady) ulaşıyoruz. 122
metre uzunluğundaki kuleleri ile dünyanın en uzun tuğla kuleli yapısı olan
kilisenin içerisinde bulunan Michelangelo imzalı heykeller dikkat çekiyor.
Kilisenin hemen
arkasında Gruuthuse Müzesi var.
15.yy’da Lord Gruuthuse’a ev sahipliği yapan müzenin bahçesinden harika
fotoğraflar çekmek mümkün. Bu arada Bizim Leydi Kilisesi’nin yanında Gruuthuse Hof adında tripadvisor
tavsiyeli şirin bir restoran var. Fiyatları da uygun ancak henüz akşam servisi
başlamadığı için deneyemedik. Aklınızda bulunsun efendim.
Şekerlemecilerin
olduğu bir sokaktan yürüyoruz ve kafamızı sağa çevirsek faytonlar, sola
çevirsek kanallarda gezi yapan tekneler var. Brugge, tüm tatilimizin favori
şehri olacak. Sokağın sonunda üzerinde at başı olan bir büst var. Minnewater
Parkı’nın başlangıcındayız ve sağdan devam edersek köprünün arkası Begijhof.
Kanal kıyısındaki kafeteryaların birinde soluklanarak kuğuları ve kuşları
seyrediyoruz.
Begijhof, 1245 yılında etrafı su dolu bir
kaleyle çevrilmiş olan bir yapı. 1927 yılından beri Benedikt’in Tarikatı isimli
bir oluşuma ev sahipliği yapıyor. Benedikt’in Tarikatı, Aziz Benedikt’in
kurallarını takip eden bir Katolik manastır tarikatıymış. Şu anda kadınlar için
dini bir manastır olarak hizmet veren kompleks, beyaz binalardan oluşuyor ve
UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde.
Aşk gölü olarak
ta anılan Minnewater Parkı’nı ne
kadar anlatsak yinede doğru tasvir edemeyeceğiz. Üçümüz de bu parkın olsa olsa
fantastik bir filmden ya da bir masaldan fırlamış olacağını düşündük. Bunda
sonbaharın parka vermiş olduğu etkinin de payı var.
Markt’a geri
dönüş yolunda ‘Pasta Maria’ isimli
ufak bir dükkân buluyoruz. Yemek servisi yapan amca biraz suratsız olsa da trüf
mantarlı makarna enfesti. Otele dönmeden evvel hediyelik çikolata alışverişi
yapmamız lazım. Tercihimizi Dumon’dan
yana kullanıyor ve karışık paket yaptırıyoruz. 1 kg’lik kutular yanlış
hatırlamıyorsam 25 Euro idi.
26.GÜN: BRUGGE- AMSTERDAM
Hostelin önünde
durak varmış ve otobüs ile (2 Euro/bilet) gara giderek Amsterdam trenine
biniyoruz. 3,5 saatlik yolculuğun ardından öğleden evvel varıyoruz Amsterdam’a.
Hotel Pax’ı bulmaya çalışırken Dam
Meydanı’ndan geçiyoruz. Yılda iki defa bu meydana lunapark (Kermis Funfair) kurulurmuş ve 10 gün
boyunca festival havasında geçermiş. Biz de hiç sevmeyiz ya böyle şeyleri!
Otele çantaları
atar atmaz doğru Dam Meydanı’na. Yemek standlarının birinden sandviç alıyor ve
etrafı izliyoruz. Uzun ikna çabalarım sonucu Batuhan’ı Katapult isimli oyuncağa
binmeye ikna ediyorum. İki tarafından gerdirilen halatlara bağlanmış top
şeklindeki çelik kafes, bir anda gökyüzüne fırlıyor ve ardından tepetaklak
olmasıyla beraber Amterdam’ın bir yerini tersten görüyoruz.
Festival alanında
bize hitap edebilecek diğer oyuncak ise ‘Booster Maxx’ isimli akıllı insan işi
olmayan bir alet. Batuhan’ı buna da ikna edebilmem biraz zaman alacak.
Amsterdam’ın
tarihi, 13.yy’da buraya gelen maceraperestlerin şehri inşa etmeye başlamasıyla
ufak bir balıkçı kenti olarak başlar. 15.yy’da büyük bir Yahudi göçü alır ve
şehir zenginleşmeye başlar. Bu zenginleşmenin devamı olarak dünyanın ilk çok
uluslu şirketi olan ‘Doğu Hindistan Şirketi’nin gelişiyle altın çağlarını
yaşamaya başlar. Şehirdeki kanal ve köprülerin çoğu bu dönemde inşa edilir.
Yıllık 4 milyon
turist çeken şehirde herkese hitap eden bir şeyler var. Venedik’ten sonra bir
gün daha ayırmadığımız için pişman olacağımız ikinci şehir Amsterdam olacaktı.
Amsterdam Çiçek Pazarı (Bloemenmarkt) üzerinden Rembrant Meydanı’na (Rembrantplein)
gidiyoruz. Bloemenmarkt’ın en dikkat çeken özelliği dünyanın tek yüzen çiçek
marketi olması. 1862 yılında pazar kurulduğunda, çiçekler kanallar yoluyla şehre
getirilmekteydi ve pazarı su üstünde organize etmek daha kolaydı. Günümüzde
şehre halen her gün taze çiçekler getirilmektedir ancak karayolu ile. Satış
yerleri kanalın üstündedir ancak sabitlenmiştir.
İsmini ünlü
ressam Rembrant van Rijn’den alan Rembrant Meydanı’nda bir zamanlar günlük
ürünler satılırmış ve ismi ‘tereyağı pazarı’ anlamına gelen Botermarket imiş.
Meydanda Rembrant’ın heykelini de görebilirsiniz.
Sıradaki
durağımız Amsterdam’ın bir diğer ünlü meydanı olan Leidseplein oluyor. Gece
hayatı ve alışveriş olanakları ile ünlü olan meydanın ayrılmaz bir parçası ise
sokak sanatçıları.
Şimdi Amsterdam’da
malumunuz şu kek, mantar vs. olayları var. Daha doğrusu her nane var da biz
bunlar ile ilgileniyoruz. Leidseplein’deki Bulldog Coffeshop’tan kekleri (7
Euro) alıp cebe atıyoruz. Bu tip yerlere girişte yaşınızı belirten bir kimlik
belgesini göstermek zorunda olduğunuzu belirteyim. Otele dönünce bakarız ne
menem bir şeymiş şu sihirli kek.
Kısa bir sürede Museumplein Meydanı’na varıyoruz.
Meydanda en çok fotoğraflanan obje bir bina ya da anıt değil, meşhur kırmızı
beyaz renkli ‘i amsterdam’ yazısı. Biz de âdete uyduktan sonra yürüye yürüye
otele dönüyoruz.
Amsterdam’ın
oldukça gelişmiş bir tramvay sistemi ve toplu taşıma için de kullanılan
kanalları var ama bulunduğumuz süre içerisinde bunları hiç kullanmadık. Şehrin
keyfine doyasıya varmak için sizin de aynısını yapmanızı tavsiye ederim.
Kekleri alırken
alkol ile tüketmememiz gerektiğini ve diğer dikkat edilecek hususları
anlatmıştı bize arkadaş. Bende biliyorum zaten alkol ile sakat olduğunu ama ipin
ucunu biraz kaçırdığımı Red Light District’te bir pubda otururken fark ettim.
Ben ettim siz etmeyin efendim!
27.GÜN: AMSTERDAM
Allah’tan bugün
gezeceğimiz yerlerin biletlerini dün sabah online almışım yoksa o kafayla
hayatta beceremezdim. İlk olarak Hollanda Ulusal Müzesi olan Rijksmuseum’da alıyoruz soluğu.
Giriş ücreti 15 Euro
olan müze için aldığınız online biletleri akıllı telefonunuz vasıtasıyla
gişedeki görevliye okutmanız yeterli. https://www.rijksmuseum.nl/en/tickets
1800 yılında
Hague’da kurulan müze, sekiz sene sonra Amsterdam’a taşınmış. Nisan 2013’te, 375
milyon Euro’luk bir harcamanın ardından son halini alan müzede 8000 parça sanat
ve tarih eseri bulunuyor.
Porselen ve cam
işleri, ahşap kadırga modelleri ve eski silahlar en çok ilgimizi çeken eserler
oldu. Müzede, Osmanlı ile Hollanda ilişkilerinin ‘Batı’nın gözünden Türk
dünyası’ teması ile sergilendiği ufak bir bölüm de var.
Rijksmuseum’u
gezerken saati unutmuşuz. Bugün günlerden Çarşamba ve Museumplein’ın diğer
ucundaki Concertgebouw’da ücretsiz
öğle konseri var. 12:30’da başlayacak olan konsere yarım saat kala kuyruğa
giriyoruz ama geç kalmışız. Yılda ortalama 800 konserin düzenlendiği ve
850.000’den fazla ziyaretçiyi ağırlayan salonda bir arkadaşa bakıp çıkacaktık
hâlbuki.
Boynumuz bükük Van Gogh Müzesi’ne gidiyoruz. Van Gogh
ve çağdaşlarına ait eserlerin sergilendiği müze Hollanda’nın en çok ziyaret
edilen, dünya sıralamasında ise 31.basamakta olan bir müzeymiş.
Ünlü ressama ait
200 resim, 500 çizim ve birçok önemli eserin sergilendiği müze 1973 yılında
kurulmuş. Sıra bekleyecek vaktim yok derseniz biletleri online alabilirsiniz. https://tickets.vangoghmuseum.com/?_ga=1.77923796.1306518435.1408204109
Bu kadar sanat
yeter, biraz da eğlenmek lazım. Museumplein’den ayrılmadan evvel meydanda
bulunan ‘Food Crib’ isimli seyyar fast food restoranında bir şeyler
atıştırıyoruz. Her daim oradalar mıdır bilemiyorum ama yakalarsanız leziz
sosisli sandviçlerini deneyin.
1867 yılında
Heineken bira fabrikası olarak kurulan bina, 1998 yılında ulusal bir müze
haline getirilerek ‘Heineken Experience’
ismini almış. Museumplein’e uzak değil, en fazla on dakikalık yürüme
mesafesinde diyeyim.
Heineken’in
zengin bira işleme yöntemi ve imalat safhalarına birebir şahit olabileceğiniz
müze çok eğlenceli. Kapıda 18 Euro olan biletler internet sitesinden alırsanız
16 Euro’ya patlıyor. http://www.heineken.com/global/heineken-experience/tickets.aspx
Hem eğlenceli bir
şekilde bira imalatı hakkında bilgilendirilip giriş ücreti dâhilinde olan
ikramlardan faydalanıyorsunuz, hem de müze turunun ardından yarım saatlik
ücretsiz kanal turuna katılıyorsunuz. O da yetmedi bir de hediye Heineken
bardağı veriyorlar size, daha ne olsun?
Akşam yemeği için
Cafe de Klos’u buluyoruz. Bazı
restoranlar vardır hani ufak, kendi halinde, çok kişinin bilmediği ama insanı
kendinden geçirir. Kerkstraat 41 numaradaki Cafe de Klos’a hele bir uğrayın.
Birer kaburga ve
kuzu kol söyleyin, yanında zaten fırında patatesi, salatası ve iki çeşit sosu
da geliyor. Ondan sonra bana bir teşekkür edersiniz artık.
Burası zaten
ufacık bir yer olduğundan saat 18:00 gibi gitmenizi öneririm çünkü geç
kalırsanız kuvvetle muhtemel sıra bekleyeceksiniz. Bizim şansımıza dışarıda boş
masa vardı. Sahibi biraz sevimsiz ama boş verin gitsin. Mekân dolu ise çokbilmiş
amca sizi sokağın karşısındaki bara gönderip orada bir şeyler içip beklemenizi
isteyebilir. Karşıdaki mekân da aynı elemanın, ona göre!
Bir restoran üç
paragraf anlatılır mıymış? Daha fazla anlatamam zaten gidip denemeniz lazım.
Günün kapanışını Red Light District’te yapıyoruz.
Amsterdam diyince ilk akla gelen yerlerden biri olan bölgeyi anlatmama gerek
yok. Fotoğraf çekmenin yasak olduğunu unutmayın. Red Light’ın genel olarak çok güvenli olduğunu söyleyebilirim. En ücra sokaklarına kadar girip çıktık.
28.GÜN: AMSTERDAM – DÜSSELDORF
Son günümüze Dam
Meydanı’nda başlıyoruz. Batuhan’ı sonunda ikna ediyorum ve ‘Booster Maxx’
sayesinde bol adrenalinli başlıyoruz güne. Tüm Amsterdam’ı 60 metre
yükseklikten tepetaklak izlemek değişik bir deneyim oldu.
Dam Meydanı’nda
‘Simit Sarayı’ varmış nasıl görmediysek daha evvel. İnce belli bardakta çayı ve
simiti görünce hücum ediyoruz içeri. Malum, neredeyse bir aydır gurbet
ellerdeyiz ve bu sürpriz çok hoş oldu.
Meydanda ünlü
Madame Tussauds Müzeleri’nin Amsterdam şubesi var. Londra’da ziyaret ettiğim
müzenin bir de buradaki şubesini görelim diyoruz. Madame Tussauds’un biletleri biraz pahalı ama ucuza almanın bir
yolu var.
Giriş ücreti 22
Euro olan müzede belli dönemler ve zaman dilimleri için ucuz biletler var.
Örneğin bizim bulunduğumuz tarihlerde sabah 09:30-10:30 arasında müzeye giriş
yapabileceğiniz biletlerin fiyatı kişi başı 12 Euro idi. O yüzden müzenin
kapısına gitmeden evvel internet sitesine bakmakta fayda var. Balmumu
heykelleri müzesine olan ziyaretimiz iki saat kadar sürüyor. http://www.madametussauds.com/Amsterdam/en/KoopKaartjes/default.aspx
Akşam
Düsseldorf’a geçeceğiz ama gezilecek bir iki yer daha var. II. Dünya Savaşı
sırasında Anne Frank ve ailesinin iki yıl boyunca saklandığı evi görmeye
gideceğiz. Bu müze, küçük Anne ve ailesi ile van Pels ailesinin ve Mr.Pfeffer’in
Nazilerden saklandığı günlerde kullandıkları evdir.
Küçük kızın
günlüklerinde derlenen ‘Anne Frank’ın Hatıra Defteri’ isimli kitabı okuyup,
belgeselini izleyip bu müzeye mutlaka gidin. Online bilet alacaksanız şöyle bir
durum var. İnternet sitesinden satılan biletler limitli ve bazen bir iki gün
sonrasına bilet olmayabiliyor. Bu yüzden bir saatten fazla sıra bekledik.
Kapıdaki bilet fiyatı kişi başı 9 Euro idi ama internette 1-2 Euro fark
edebilir.
Anne Frank Evi’nden çıkıp kanalın karşısına geçtiniz
mi Jordaan bölgesine girmişsiniz
demektir. Bu bölge, 17.yy’da işçi sınıfı ve göçmenler için inşa edilmiş. O
dönemde fakir ailelerin bakımsız evlerde yaşadığı bir yer olan Jordaan,
günümüzde sanat galerileri, mağazalar ve restoranları ile ziyaret edilesi bir
bölge.
Amsterdam’a kadar
gelip de peynir almadan dönmek olmaz. Şehir turumuz esnasında, özellikle turistik
noktalarda peynir dükkânları ve hatta peynir dükkânı zincirleri görmüştük. Lokasyon
turistik olunca fiyatı da öyle oluyor o yüzden ben size farklı bir yer
önereyim. Çok bildiğimden değil, bende başka bir blogdan buldum.
Runstraat 7
numaradaki Kaaskamer isimli
peynirciyi bulun ve benden selam söyleyin. Her çeşit peyniri bulabileceğiniz
dükkanda 350-400 gramlık paketler genel olarak 6-7 Euro arasında
fiyatlandırılıyor. http://www.kaaskamer.nl/
İki buçuk günde
bayağı iyi gezdik Amsterdam’ı ama dediğim gibi bir günümüz daha olmalıydı.
Gezilecek yerler bitse bile tüm gün kanalların arasında dolaşmak, boş boş Amsterdam
sokaklarında gezmek bile çok keyifli olurdu. Turistik noktalardan sadece Vondelpark’ı göremedik sanırım.
Üç saatlik
yolculuğumuzun ardından 23:00’a doğru Düsseldorf’a varıyoruz. Koca bir ayın
ardından ev ortamı ve ev yemeklerini ne kadar özlemişiz.
29.GÜN: DÜSSELDORF
Bir aydır sabah
erken kalkmalı ve tempolu gezinin yorgunluğu çıkıyor. Zaten Paris’teyken
Eyfel’in tepesinde gece vakti öyle bir rüzgâr yedik ki şifayı kapmıştık. Öğlene
kadar dinlenerek yarım günlük Düsseldorf turu yapmaya karar veriyoruz.
Geziye şehrin kalbinin
attığı Altstadt bölgesinden
başlıyoruz. Burada yüzlerce kafeterya, restoran ve bar bulunuyor. Daracık
sokakları dolaştıkça karşımıza güzel binalar, parklar ve bahçeler çıkıyor.
Şehrin en renkli
meydanı ise Carlsplatz. Ortasında
kurulu pazarda çiçek, şekerlemeler ve sebze satışı yapılıyor.
Dünyaca ünlü
markaların ve butiklerin yan yana sıralandığı Königsallee, ortasından geçen kanalıyla da iddialı bir görünüme
sahip. Cadde boyu yürürken birkaç yan sokağa saparak Kö Galerie’yi görmekte
fayda var.
Şehri biraz
yüksekten görmek isteyenlerin uğrak noktası, 240 metre yüksekliğindeki Rhine Kulesi ama biz Ren Nehri kıyısındaki mekânların
birinde oturarak Düsseldorf’un yerel birası olan ‘Alt Bier’i denemeye karar
veriyoruz.
30.GÜN: DÜSSELDORF – KÖLN – DÜSSELDORF
Köklü bir tarihe
sahip olan Köln’ün bir numaralı turistik noktası hiç şüphe yok ki Duomo di Colonia yani Köln Katedrali. İlk olarak Milano
Katedrali’nden büyük olduğunu düşünsem de sonradan öğreniyorum öyle olmadığını.
Bu yanılgıya düşmemin sebebi, 157 metrelik kulelerinin ihtişamına aldanmam
oldu.
Yapımı 632 yıl
süren katedral, 1880 yılında hizmete girmiş. Kuzey Avrupa’daki en büyük
ibadethane olan gotik tarzlı yapıdan etkilenmemek mümkün değil.
Kısa bir yürüyüş
ile I. Dünya Savaşı’ndan evvel inşa edilmiş olan Hohenzollern Köprüsü’ne varıyoruz. İtalya genelinde görmeye alışık
olduğumuz köprü üzerine asma kilit takma adedi burada da geçerli. 2. Dünya
Savaşı sırasında havaya uçurulan köprü, hemen ardından yeniden yapılmış.
Eski şehir
(Altstadt) bölgesinde gezerek Hohe
Sokağı’na giriyoruz. Şehrin en eski ve kalabalık sokağı olan tarihi Hohe
Sokağı’nda iğne atsam yere düşmeyecek.
İşlek bir
meydanda karnımızı doyurmak için bir restorana oturuyoruz ve Köln’ün yerel
lezzetleri arasında bulunan şnitzelini deniyoruz. Derken meydan bir anda
karışıyor ve masalar, sandalyeler havada uçuşuyor.
Köln ile Borussia
Dortmund’un maçı varmış bugün ve yenilgiyi hazmedemeyen misafir takım
taraftarları alkolü de biraz fazla kaçırınca ortalık bir anda karıştı. Beş dakika
geçmeden meydana en az on polis arabası ve dört ambulans gelerek olaylara
müdahale edildi. Arkadaş, ne ara haber aldınız da ne ara anında bitiverdiniz
olay yerinde?
Köln gezimizi Ren
Nehri kıyısında yürüyerek ve biraz eve dönüş alışverişinin ardından tamamlıyoruz.
Daha fazla turistik gezi noktası arayanlar için ise St. Martin Kilisesi, Santa Maria Kilisesi ve Aziz Gereon Bazilikası’nı tavsiye edebilirim.
Ha, bir de ünlü
bir Çikolata Müzesi bulunuyor
Köln’de. Meraklısına duyurulur…
31.GÜN: DÜSSELDORF – ISTANBUL
Bir ayda
Avrupa’nın altını üstüne getirmiş olan ekip sonunda Türkiye yolcusu.
Düsseldorf’tan İstanbul’a olan uçuşumuz üç buçuk saate yakın sürüyor. Uçağımız
okyanus aşırı bir uçuştan geliyor olabilir çünkü Airbus A330 serisinden geniş
bir uçağa denk geliyoruz. Memleket yemeklerine hasret kalmış bünyelerimizin
imdadına THY yetişiyor. Çok şükür kazasız belasız bu tatili de bitirdik!
1.BÖLÜME DÖNMEK İÇİN BURAYA TIKLAYABİLİRSİNİZ.
1.BÖLÜME DÖNMEK İÇİN BURAYA TIKLAYABİLİRSİNİZ.