Interrail gezisi zamanı ele
geçirdiğimiz uzun süreli vizeleri değerlendirmek ve ikinci evlilik yıl dönümümüzü
kutlamak için kısa bir gezi organize ediyorum Berna’dan habersiz. İlk defa
nereye gideceğimizi, hangi şehirde ne kadar kalacağımızı bilmiyor hanımefendi.
Gezi günü yaklaştıkça durumu fark
ediyor ve başımın etini yiyor ama ser veriyorum sır vermiyorum. Sadece Kaş’tan
Yunan adası Meis’e geçeceğimizden haberi var.
1.GÜN: KAŞ – MEİS – RODOS
28 Kasım günü
Kaş’a gidiyoruz sabahın erken saatlerinde. Yaz sezonu boyunca neredeyse her gün
karşılıklı olarak feribot seferi var Yunan adası Meis ile. Ölü sezonda
olduğumuzdan dolayı bugünkü seferin olup olmayacağı belli bile değildi daha
birkaç gün öncesine kadar. O nedenle diğer gezi noktalarımız için gerekli otel
ve ulaşım rezervasyonlarını son dakikada yapmak zorunda kaldım.
Cuma sabahı saat
10:00’da biniyoruz feribota. Meis’e feribot seferi düzenleyen iki firma mevcut.
Tek yön ve aynı gün gidiş dönüş için 25 Euro, farklı gün dönüşlü seferler için
30 Euro. https://www.meisferrylines.com/ ve http://www.meisexpress.com/
Yarım saatten az
oluyor Meis’e ulaşmamız. Yıllardır karşı kıyıdan seyrettiğimiz adaya ilk defa
ayak basıyoruz. Resmi adı Megisti, Yunanca’daki ismi Kastellorizo olan bu şirin
adada hepi topu 400 kişi yaşıyor. Lozan Anlaşması ile İtalyanlara emanet
ettiğimiz ada, Oniki Adalar’ın en küçük üyesi olarak 2.Dünya Savaşı’ndan sonra
Yunanistan egemenliğine geçmiş.
Vallahi
Yunanistan anakarasında 100 kişiye sorsanız 99’u yerini bilmez bence. Adanın
içme suyu ve diğer temel ihtiyaçları Rodos’tan gelen tankerler ile
karşılanıyor. Günlük ihtiyaçlar için ise yerli halk Kaş’a gelip gidiyor. Adada
bulunduğumuz birkaç saat boyunca elektriği nerede ve nasıl ürettiklerini
keşfetmeye çalışsam da bulamadım. Bir dahaki ziyaretimizde öğreneceğim.
İner inmez
pasaport kontrolünden geçiyoruz ve Rodos feribotu için rezervasyon yaptırmaya
niyetleniyorum. Geçen hafta internetten yapacaktım rezervasyonu ama Kaş’tan
Meis’e sefer olup olmayacağı belli olmadığından son günlere bırakmıştım ve her
nedense birkaç gündür satışa kapalı gözüküyordu. http://www.directferries.co.uk/
Nedenini
öğrenmemiz uzun sürmüyor. Bugün grev varmış feribot seferlerinde. Meis’ten
Rodos’a haftada üç gün uçak seferi de oluyor karşılıklı. Evet, bu ufacık adanın
havalimanı bile var. Pek bizim bildiklerimize benzemese de…
Nereden içime
kurt düştüyse Cumartesi yerine Cuma günü çıkalım demiştim Berna’ya. Bugün uçak
seferi de olup olmadığına bakmıştım. Meis’ten Rodos’a feribot ücreti 30 Euro
civarında, uçak ise 45 Euro dolaylarında. https://www.olympicair.com/
Hiç vakit
kaybetmeden rıhtımın merkezindeki Papoutsis
Turizm’den biletleri alıyoruz ve bavulu da birkaç saatliğine emanet ederek
turlamaya başlıyoruz. Zaten pek gezecek bir yer yok, ölü sezon olmasından
dolayı etrafta insan da yok.
Rıhtımda açık iki
restoran, duty free, hediyelik eşya satan bir bakkal dükkânı ve yerli halkın
takıldığı kafeteryalardan başka hayat belirtisi yok. Eminim yazın oldukça şirin
ve eğlenceli oluyordur Meis ama bugün iyi ki konaklamak zorunda kalmamışız
yoksa sıkıntıdan patlardık.
Limanın içinde
bile su tertemiz. Yıllardır bu bölgede yaşıyoruz ama yat limanının içinde yüzen
caretta carettayı ilk defa burada gördüm. Meis’te gezilebilecek birkaç ufak
kilise var. Bir de kırmızı kubbeli camisi var ama şu an müze olarak kullanılıyor.
Meis’in en heyecan verici atraksiyonu Mavi Mağara denen ve sadece ufak botlar
ile denizden ulaşılabilen yeri. Yazın uğradığımızda bakacağız oraya.
Bir sağa bir sola
turlarken bizim pasaportları kontrol eden polis memuruna denk geliyoruz.
Keratanın altına vermişler Jeep Patriot’u devriye atıyor. Başka da polis memuru
yok sanırım.
Rıhtımdaki
restoranların birinde bir şeyler atıştırdıktan sonra adanın tek taksisi ile
havalimanına gidiyoruz. Sipariş verdiğimiz Simi karidesleri çok lezzetliydi.
Önce ayıklayayım dedim ama zaten küçücükler ve kabuğu kuyruğu ne varsa
götürdük.
Kastellorizo
Havalimanı’nın terminal binası 80 metrekare var ya da yok. Pist de zaten
bildiğimiz pistler gibi uzun değil. Ben biliyorum nasıl bir uçağa bineceğimizi
de Berna’nın pek bir şeyden haberi yok. Çok geçmeden valizleri kontrolden
geçirmek için gene bizim mahallenin polis memuru geliyor. Adadaki her işe bu
çocuk bakıyor sanırım. Yakışıklı da namussuz, takmış zifiri siyah gözlükleri
artist artist geziyor.
Bombardier Dash
8-100 tipi 36 kişilik pır pır uçağımız süzüle süzüle piste yaklaşıyor. Bir sağa
bir sola yalpalayan uçak, Rodos’tan yolcu getiriyor ve buradakileri toplayarak
geri dönecek. Uçağın tek hostesi var ve bir yandan güvenlik talimatlarını
anlatırken diğer yandan can yeleği nasıl kullanılır göstermeye çalışıyor. İkisi
bir arada olmuyor işte güzelim, elinde telefon ahizesi varken bir yandan da
oksijen maskesini kafana takmaya çalışma!
En öndeki
koltuklarda, pervanenin yanına denk geliyoruz ve bayağı uğultu var. Zaten
şehirlerarası otobüsün iki tarafına kanat takılmış versiyonu olan bir ulaşım
aracındayız. 40 dakikalık uçuş biraz gergin geçiyor.
Rodos’ta bir gece
kalacağız ve yarın aynı saatlerde Atina’ya uçağımız var. Ada büyük ve farklı
yerlerinde gezeceğimiz noktalar var, havalimanından otobüs ile şehre git gel
işine de üşenince araba kiralayalım diyoruz.
Yaz sezonu
boyunca Rodos’ta araba kiralama ücretleri çok yüksek. Ufacık arabalara bile
50-60 Euro istiyorlar günlük. Ölü sezonda gelmenin avantajı da burada işte.
Hertz’ten 25 Euro’ya Skoda Citigo alıyoruz bir günlük. Kutu kadar araba ama
sevimli meret.
Atlantis City
Hotel’e varmamız yarım saat sürüyor. Merkezi konumdaki otel yepyeni ve
fiyatları sezona göre uygun. Gecelik 36 Euro’ya kaldık ve açık büfe kahvaltısı
da süperdi.
Gezme tozma işini
yarın yapacağız. Akşam yemeği için daha önceden belirlediğim restoranları
bulmaya çalışıyoruz. Tripadvisor’a göre Rodos’un en iyi beş restoranından üçü
aynı sokakta. Tamam ve Kerasma isimli restoranlar sezondan
ötürü kapalıydı. Açık olan Saffron’u
ise Hint mutfağı modunda olmadığımız için pas geçtik. Sezon sonu gelmenin
avantajları olduğu gibi böyle dezavantajları da oluyor.
Mandraki Limanı
etrafında da kafamıza göre bir yer bulamayınca şehrin kalbinin attığı Al. Diakou Caddesi’ne giriyoruz.
Açlıktan bayılmak üzereyken ilk gördüğümüz yer olan Goodys’te yemek yiyoruz ama
hayatımızın en kötü fast food deneyimiydi. Hâlbuki 50 metre daha yürüsek bir
sürü başka yer varmış.
Büyük umutlar ile
çıktığımız akşam yemeği turundan hayal kırıklığı ile otelimize dönüyoruz.
2.GÜN: RODOS – ATİNA
Akşam saat
18:00’a kadar vaktimiz var Rodos’u keşfetmek için. İlk olarak Mandraki Limanı etrafında arabayı park
edip sur içini gezeceğiz.
Rodos,
Yunanistan’ın en büyük ve zengin adalarında biri ve senede iki milyon
ziyaretçiyi ağırlıyor. Türk-Yunan mübadelesi zamanı Oniki Adalar ile beraber
henüz Yunanistan’a ait olmadığı için burada yaşayan Türkler mübadele dışında
tutulmuş. Bu yüzden adada Türkçe konuşanları duyarsanız şaşırmayın.
Mandraki
Limanı’nın girişinde ‘Elefos’ ve ‘Efalina’ isimli iki geyik heykeli var.
Zamanında burada dünyanın yedi harikasından biri olan Rodos Heykeli varmış.
M.Ö. 304 yılında
Rodos kuşatması sırasında kullanılan tunçtan yapılma silahlar eritilir ve 280’de
Dorlar tarafından bu 32 metrelik heykel yapılır. Güneş tanrısı Helios’un tasvir
edildiği sanılan heykel M.Ö. 225 yılında bir deprem esnasında yıkılır. Heykel o
kadar büyüktür ki limana yanaşan gemilerin bu heykelin ayaklarının arasından
geçtiği söylenir.
M.S. 654
senesinde Araplar Rodos’a girene dek yıkılan heykel yan yatar vaziyette burada
kalır. Bu tarihten sonra heykelin parçaları Suriyeli bir Yahudiye satılır.
2400 yıllık
geçmişi olan Rodos’un her yerinden tarih fışkırıyor. M.Ö. 478’de Atina
Birliği’ne dâhil olan adaya 1309 senesinde St. Jean Şövalyeleri hâkim olmuş.
1509’da Osmanlı egemenliğine giren ada 390 sene boyunca Türk egemenliğinde kalır.
Sur içini gezmeye
başlıyoruz. Ada, yıllar boyunca üç farklı kültürün etkisinde kaldığı için
birbirinden çeşitli eserler görmeniz mümkün. St. Jean Şövalyeleri ve Osmanlı
egemenliği ardından İtalyan kültürünün de adaya etkisi olmuş.
Eski şehirdeki dükkânların
çoğunun kapalı olmasıyla sessizliğin ve kalabalık içerisinde dolaşmamanın
keyfini çıkarıyoruz. Büyük Üstatlar
Sarayı’nı (Grand Masters Palace) bulmamız ise uzun sürmüyor.
Bu tarihi saray,
Rodos Şövalyeleri’nin idari merkezi ve Rodos’a egemen entelektüel sınıfın da
merkezi olmuştur. Giriş ücreti 6 Euro olan saray görülmeye değer ancak boş
odalar yerine biraz tarihi eser de olmasını bekliyorduk. Devasa şömineleri, el
emeği göz nuru mozaikleri ve ahşap tavan işlemeleriyle gene de fazlasıyla ilgi
çekici. Tarihi eserler için Rodos
Arkeoloji Müzesi’ne gitmek gerek.
Şövalyeler Sokağı’na geri dönerek Kanuni Sultan Süleyman Camii’ne yürüyoruz. 1523 yılına tarihlenen
camii, Osmanlı döneminde yapılan birçok önemli eser içerisinde öne çıkıyor. Bu
eserlerden 11 camii, 18 mescit, 12 çeşme, 3 hamam, Sultan Süleyman İmareti,
Saat Kulesi, Fethi Paşa Rüştiyesi
ve Hafız Ahmet Ağa Kütüphanesi
günümüze dek ulaşabilmiştir.
Eskinden ‘Tapınak
Şövalyeleri’nin yaşadığı sokakta bir de Cem Sultan’ın evi var. Cem Sultan,
ağabeyi 2.Bayezid’i tahttan indirebilmek için Rodos Şövalyeleri’ni örgütlemiş
ancak başarılı olamayınca ada Osmanlı egemenlinde kalmış.
Eski şehri iyice
turladıktan sonra Faliraki’ye yola
çıkıyoruz. Birbirinden ünlü plajları ile nam salmış olan Faliraki’nin Rodos’a
uzaklığı 15 km kadar. En popüler üç plajdan biri ise çıplaklar kampı. 4 km’lik
sahil şeridiyle Yunanistan’ın en güzel plajlarından biriymiş burası. Vallahi
bizim Patara Plajı’mız buna on basar!
Bir diğer
turistik bölge olan Lindos’a yola çıkmışken Anthony Quinn Koyu’na ait tabelaya rastlıyoruz. Anthony Quinn,
‘Navaron’un Topları’ filmini çevirirken bu bölgenin güzelliğine hayran kalmış
ve sık sık ziyaret eder olmuş. Bu nedenle bu güzel koya onun adını vermişler.
Burası hakikaten çok güzel ve berrak suyun içerisindeki kayalar, koya ayrı bir
hava katıyor.
35 km’lik
Faliraki-Lindos hattı üzerinde bir iki yere uğrayacağız. Bunların ilki, adanın
hareketli merkezinden uzak olan Afandou
Kasabası oluyor. Turizme rağmen örf ve adetlerine bağlı kalabilmiş kendi
halinde bir kasaba burası.
Çok geçmeden Archengelos’a ulaşıyoruz. Köyün
içerisinden geçiyoruz ama asıl görülmesi gereken koy kısmı için tepenin ardına
gitmemiz gerekiyor. Venedik Kalesi ve Archengelou Kilisesi’ne ev sahipliği
yapan koya gitmedik ancak büyük ve önemli bir sayfiye yeriymiş.
Bembeyaz
evleriyle dikkat çeken Lindos, sezon
sonu olması nedeniyle sakin. Kent merkezinin girişindeki otoparka aracımızı
park ettikten sonra yürümeye başlıyoruz. Bölgenin en yüksek yapısı olan Panagias Kilisesi’nin çan kulesini
bulmak zor olmuyor.
Kentin tepesinde
yer alan kale ve antik kente ulaşmak için yazın eşek kiralanıyormuş burada.
Açık eşek kiralama ofisi bulamayınca tepeye yürümeyi gözümüz kesmiyor ama şirin
sokaklarında geziyoruz Lindos’un.
116 metrelik
yükseklikte bulunan kalenin bir de mitolojik hikâyesi varmış. Danaides’in
Mısırdan gelen elli kızı bu antik kenti kurmuşlar ve en güzel yerine de Athena
Tapınağı’nı yapmışlar. Antik çağların en kutsal yerlerinden olan tapınağı Büyük
İskender, Troyalı Helen ve Herakles’in ziyaret ettiği rivayet edilir.
Arabayı park
ettiğimiz yerde birçok blog yazısında övgü ile söz edilen ‘Mavrikos Restaurant’
var. Kapalı olduğundan deneyemedik ama denk gelirseniz bizim için de gidin
efendim.
Sahilden
geldiğimiz yolu farklı yerler görebilmek için dağ yolundan geri dönüyoruz. Yol
üzerinde Benetton’un outlet mağazasına denk gelince şöyle bir göz atmak için
duruyoruz. Fiyatlar bizdekinden uygun. Birer kazak kaptığımız gibi yola devam.
Yoldayken müzik
dinlemek için ilk defa arabanın radyosuna el atıyorum. Kanalları kurcalarken
TRT FM’e denk gelmemiz sürpriz oluyor. Hep bize mi denk gelecek Türkiye’de
Yunan radyolarını dinlemek. Biraz da onlar bizimkileri dinlesin canım.
Dünkü yemeğin
acısını çıkarmak için Rodos’a dönüyoruz ve Goodys’in az ilerisindeki dönercide
karar kılıyoruz. Ben souvlaki sipariş veriyorum, Berna ise gyros söylüyor.
İsimleri tanıdık gelmese de yemekler bildiğimiz şeyler. Souvlaki çöp şiş
oluyor, gyros ise bildiğiniz döner. İki kişilik akşam yemeği 20 Euro’dan az
tutuyor ve havalimanına gitmek için kent merkezinden ayrılıyoruz.
Tüm gün boyunca
ada etrafında 180 km yol yapmışız ve 15 Euro’luk benzin yetti de arttı bile.
Meis’te iken bizim GSM operatörlerinin çekmesine şaşırmamıştım ama Rodos
havalimanındaki bekleme salonunda Vodafone TR’den sinyal almamla şaşırdım.
Atina’ya uçuşumuz bir saat sürüyor ve Eleftherios Venizelos Havalimanı’na
20:30’da iniyoruz.
Havalimanından
şehre ulaşım için tercihimiz ‘X95
Airport Express’ olarak adlandırılan otobüs oluyor. Bilet gişesi terminalin
çıkış kapısından sonraki otobüs durağının dibinde ve kişi başı 5 Euro bedeli
olan sefer bir saat kadar sürüyor.
X95 otobüsü
Syntagma Meydanı’na gidiyor ve bu meydan Atina’nın merkezi oluyor. Pire ve başka
yerlere ulaşmak için de otobüsler var. Detaylara şuradan bakılabilir. http://athensairportbus.com/en/index_en.htm
Syntagma
Meydanı’ndan Plaka bölgesindeki otelimiz Phaedra Hotel’e yürümemiz 15 dakika
sürüyor. Burası oldukça basit ve işin açığı eski bir otel ama konumu mükemmel
ve odaların bazılarından Akropolis manzarası var. Bizim için temiz yatağı,
sıcak duşu olsun yeter. Valizden kurtularak Plaka’ya atıyoruz kendimizi.
Plaka için şehrin kalbinin attığı yer
olduğunu söyleyebilirim. Küçük tavernaları, hediyelik eşya dükkânları ve şık
kafeteryaları ile Plaka’da aradığınız her şeyi bulabilirsiniz. Bölge,
arkeolojik önemi nedeniyle ‘Tanrıların Mekânı’ olarak ta bilinmektedir. Akşam
olunca buzukinin hoş tınısı esmeye başlıyor ve mekânlar koyu sohbetlere
tanıklık ediyor.
Atina’nın
Sultanahmet’i olarak adlandırılan Monastraki
daha da canlı. Burası bana Sultanahmet’ten çok Kumkapı’yı çağrıştırdı.
Demiryoluna paralel sıralı tavernalar bölgenin en çok tercih edilenleri. Canlı
müziği olan Dia Tafta’ya karar
kılıyoruz.
Hocam, ver önden
bize bir Grek Salata, bir de 20’liki uzo getir!
Uzo konusunda
tavsiyelere uyuyor ve Barbayanni söylüyorum. Restoranlarda genellikle 20 cl’lik
uzo getiriyorlar. Uzoyu sulandırarak içmekten hoşlanmıyor Yunanlar. Biz de âdete
uyuyor ve sadece buz ile içiyoruz. Kızartılmış peynirin ardından ahtapot ızgara
geliyor ve yemeklerin lezizliği bir 20’lik uzoyu daha hak ediyor.
Ara ara tanıdık
nameleri de dillendiren bayan solistin sesi bir yerden tanıdık geliyor sanki ya
da uzoyu fazla kaçırmışım. Kostas Ferris’in 1983 yapımı Rembetiko filmindeki
başrol karakter olan Marika’ya o kadar benziyor ki solistin sesi, içeri girip
kayda almaktan geri kalmıyorum. Berna’nın yorumu ise bana bu kadar uzonun yetip
de arttığı şeklinde.
3.GÜN: ATİNA
İki tam günümüz
var Atina’yı gezmek için ve sabırsızlanıyoruz. Odanın penceresinden karşıya
bakıyorum Akropolis, soluma baksam Hadrian Kapısı, sağıma baksam Plaka.
Plaka’da kahvaltı
yapmak için dolanırken Cafe Plaka’ya
denk geliyoruz. Üst katta güzel bir terası var. Berna omlet söylüyor bense
tercihimi krepten yana kullanıyorum. Atina’nın en iyi kreplerini yaptıklarını
iddia etmişler muhteremler. Fiyatları biraz yüksek olsa da çikolatalı
kreplerinin hakikaten dedikleri kadar olduğuna kanaat getiriyoruz.
Sipariş verdikten
sonra aşçının isminin Hristo olduğunu ve bize kıyak geçeceğini söyleyerek şaka
yapmıştım Berna’ya. Ayrılırken tanışıyoruz aşçı ile ve hakikaten ismi
Hristo’ymuş. Eşi, Atina’da Türkçe öğretmenliği yapıyormuş.
Yunanlar çok
rahat ve arkadaş canlısı insanlar vesselam. Avrupa’da bu kadar güler yüz
görmeye alışık değiliz. Kozmopolit ve modern bir şehir olan Atina, antik
çağlarda da önemli bir ticaret ve kültür merkeziymiş. İsmi, koruyucusu olan
savaş tanrıçası Athena’dan gelmektedir.
Ortadoğu’dan bakıldığında ilk Avrupa
kenti, Avrupa’dan bakıldığında ise Batı’dan Doğu’ya geçişin ilk belirtisidir.
1821 yılında
Yunan isyanının başlamasıyla ayaklanmacılar Atina’yı ele geçirmiş ancak 1826’da
Osmanlılar kenti geri almıştır. 1833 yılı itibariyle ise 350 yıldan fazla süren
Türk egemenliği sona ermiştir.
Akropolis, adeta Atina gezilerinin başlangıç
noktası olma özelliğinde. M.Ö. 5.yy’a dayanan bir tarihi olan bölge, Antik
Atina’nın kurulmasıyla eteklerine doğru genişlemiş. Biletler kişi başı 12 Euro
ve dört günlük geçerliliği var. Sadece Akropolis’te değil şehir etrafındaki
diğer bazı antik yapılarda da geçerli.
Etimolojik olarak
‘yüksekte bulunan şehir’ anlamına gelen Akropolis’in tapınaklarını görmek için
90 metre kadar yükseğe tırmanmak gerekiyor. Dionysos Tiyatrosu’nun ardından kısa süre sonra Odeon Tiyatrosu’na varıyoruz. M.S. 161
yılında yapılan Odeon of Herodes Atticus’un bir zamanlar bir çatısı olduğunu ve
5000 kişilik kapalı bir tiyatro olduğunu hayal etmek kolay değil.
Akropolis’in
zirve noktasından evvel biri giriş kapısı olan Propylaea karşılıyor. Büyük kemerleri ile dikkat çeken yapının
kemerlerinde pentelik mermeri kullanılmış. Hemen yanında ise Athena Nike Tapınağı bulunuyor.
M.Ö. 5.yy’da
yapılmış olan tapınak, Yunan ordusunun zaferini simgeleyen ve betimleyen
frizler ile süslü bir alınlık ve bunu destekleyen altı tane sütundan oluşan bir
yapı imiş. Osmanlı döneminde yıkılmış ve yerine bir su bataryası inşa edilmiş.
19.yy’da batarya kaldırılarak orijinal yapının kalıntıları üzerine yeniden inşa
edilen tapınak, zafer tanrıçasına adanmış.
Klasik Atina
fotoğraflarının bir numaralı öğesi olan Parthenon
Tapınağı’na yaklaşıyoruz. Bu tapınak, dünyanın en ünlü arkeolojik kalıntısı
olarak kabul ediliyor. Demin Propylaea’nın kemerlerinde gördüğümüz pentelik
mermerine buradaki sütunlarda da rastlıyoruz.
M.Ö 4.yy’a
tarihlenen yapı, tapınak özelliğinin yanında kentin hazinesini de bünyesinde
barındırırmış. 6.yy itibariyle kilise olarak kullanılan tapınak, Osmanlı
döneminde cami ve ardından barut deposu olarak iş görmüş. Venedik toplarının
sebebiyet verdiği büyük bir patlama sonucunda tapınağın merkezi, pek çok sayıda
sütunu ve frizi yok olmuş. 46 dış ve 19 iç sütundan oluşan tapınağın gördüğü en
büyük hasar bu olmuş. Hangi sivri akıllı, şehrin en açık ve menzili uzun toplar
için en savunmasız, kabak gibi ortada olan tepesini barut deposu olarak
kullanmayı düşünmüş, çok merak ettim doğrusu?
Akropolis’te
dikkat çeken diğer tapınak ise Erekhtheion.
M.Ö. 5.yy’ın sonlarında yapılan yapınak, alışılmış Yunan tapınaklarının aksine
iki farklı kotta inşa edilmiş. İsmi ise Yunan kahramanı Erikhthonios’a adanan
başka bir tapınaktan geliyormuş. Parthenon ve Erekhtheion ile birlikte
Akropolis’in neredeyse tüm nadide yapılarının birçok parçası zamanla
Londra’daki British Museum’a yürümüş.
Kalanları
görebilmek için Akropolis’in dibindeki Akropolis
Müzesi’ne gidiyoruz. Müzenin kurulduğu binanın altında da tarihi kalıntılar
var ve hem içerisinde hem de dışarısında birçok alanda cam zemin üzerinde
yürüyerek altınızdan geçen tarihe tanıklık ediyorsunuz.
Giriş ücreti 5
Euro olan müzede fotoğraf çekmek yasak. Müze, Akropolis’in ünlü tapınakları ve giriş
kapısına göre temalandırılmış ayrı bölümlerden oluşuyor. Bir bölümde
Propylaea’dan getirilen eserleri görüyorsunuz diğerinde ise Nike Tapınağı’ndan.
Birinci kata
çıkan geniş hol ve merdivenlerin ardından karşımıza çıkan Arkaik Galeri
bölümündeki eserler dikkat çekiyor. İki aslanın bir boğaya saldırmasının
betimlendiği figür ve iki tarafındaki üç vücutlu canavar ile Poseidon’un oğlu
Triton’u uzun uzun inceledik.
Erekhtheion ile
ilgili bölümde, zamanında tapınağın güney verandasına yerleştirilmiş olan altı
karyalitten beşini görebilirsiniz. Altıncısı ise her ne hikmetse British
Museum’da ortaya çıkıvermiş.
Uzun vakit
ayrılması gereken müzenin en etkileyici kısmı ise Parthenon Tapınağı’na ait
eserlerin sergilendiği üst katı. Bu kata çıkar çıkmaz gösterilen kısa süreli belgeseli izlemeyi ihmal etmeyin. Eserleri incelemeye başlayınca fark
ediyorum ki müze, Parthenon’un gerçek boyutlarına göre inşa edilmiş. Tapınağın
dört ayrı cephesinden alınan eserler aslına uygun şekilde yerleştirilmiş ve
aralarda kaybolan parçaların hacimleri de hesaplanarak mevcut eserlerin
birbirlerine olan konumları gerçeğine uygun olarak sunulmuş. Ne harika bir
fikir!
Metro ile Syntagma Meydanı’na geçerek hemen
üzerinde bulunan Parlamento Binası’nı
görüyoruz. Atina’da metro kullanımı çok kolay ve 1,20 Euro’ya satılan
biletlerin 70 dakikalık süresi var. Parlamento ile meydan arasındaki ana yolun
dibinde onlarca evsiz yatıyor. Serbest çağrışım olarak Suriyeliler geliyor
aklıma ama ekonomik krizin etkilerini henüz silemeyen Yunanistan’ın göçmen
kabul edeceğini hiç sanmıyorum. Evsizler neyin nesiydi anlayamadım vallahi.
Parlamento Binası
önündeki askerlerin nöbet değişimine denk geliyoruz. Nöbetini yeni gelenlere
terk eden iki asker araç yolu boyunca kaz adımı yürümeye başlıyor. Bizim
istikametimiz Atina’nın Nişantaşı’sı olarak bilinen Kolonaki ama askerler ile o
kadar uzun yürüdük ki onlar da bizimle gelecek sandık bir an.
Kolonaki’yi Nişantaşı’na benzeterek doğru bir tespit
yapmışlar ama burası daha ufak. Günlerden pazar olması sebebiyle çoğu mağaza
kapalı ve etrafta in cin top oynuyor. Kolonaki Meydanı’na çok yakın olan
Tsakalof Sokağı’ndaki hareketlilik dikkatimizi çekiyor. Sokağın ortasında arka
arkaya birkaç mekân var ve kalabalıklar. Meat-meat-meat
the Grill isimli mekân, iki lezzetli koca burger ve iki biraya sadece 13,50
Euro hesap almasıyla gönlümüzde taht kuruyor.
Yemeğin ardından
metro ile Syntagma Meydanı’na dönerek hemen aşağısından başlayan Ermou Caddesi’ne giriyoruz. Araç trafiğine
kapalı olan cadde için Atina’nın İstiklal Caddesi deniyormuş ama bu sefer
tutmadı. İstiklal’e benzemiyor değil ama sadece 400 metrelik ufak bir kesiti
diyelim o zaman.
Kısa sürede
Monastraki Meydanı’nda buluyoruz kendimizi. Atina, gezmesi çok kolay bir
şehirmiş. Her yerin ucu başka bir turistik noktaya çıkıyor.
Her daim
kalabalık olan Monastraki Meydanı’nda eski bir kilise var. Bitişiğinde bulunan Hadrian Kütüphanesi ise Akropolis için
aldığınız biletler ile gezilebilecek noktalardan biri.
Akropolis’in
Monastraki’ye bakan yakasında bulunan Atina
Agorası’nda dolanıyoruz. Kelime anlamıyla agora, antik Yunan kentlerinde,
şehirle ilgili politik, dini, ticari her türlü faaliyetin gerçekleştiği, tüm
kamu binalarının etrafında sıralandığı halka ait geniş açık alan anlamına
geliyor.
Burada dikkati
çeken yapılardan biri Attalos’un Stoa’sı.
Stoa, Antik Yunanistan mimarisinde bir sokak ya da agoranın yanında yer alan,
üstü kapalı ve sütunlu galerilere verilen ad. Yönetim ve ticaret merkezleri
olarak kullanılmakta olup halka açık bir yer olan mekan ciddi bir restorasyon
görmüş. Üst katında sergilenen maketlerde, Akropolis’in tarih içerisindeki
değişimine şahit olabilirsiniz.
Stoa’nın
karşısında, Parthenon’un ufak bir kopyası gibi duran yapı ise Haphaistos Tapınağı’dır. M.Ö. 5.yy’a
tarihlenen yapı, ismini Yunan mitolojisinde tanrılar için demircilik zanaatıyla
uğraşarak silahlar ve zırhlar üreten ateşler tanrısı Haphaistos’tan almış.
Akşam yemeğine
kadar olan vaktimizi Plaka – Monastraki arasında öldürüyoruz. Dün akşam memnun
ayrıldığımız Dia Tafta’nın bulunduğu sokağın başındaki Euxapis’te yiyeceğiz yemeğimizi. Burası da dünkünü aratmıyor ve bol
uzolu, sazlı sözlü yemeğimiz esnasında mekânda çalışan garsonlar ile
kaynaşıyoruz. Geçen hafta Asteras-Beşiktaş maçı için gelen Türklerden dolayı
adım atacak yer yokmuş Monastraki’de. Bölgedeki tavernalarda fiyatlar hemen
hemen aynı ve kişi başı 25-30 Euro’ya başlangıcından salatasına, ana yemeğinden
uzosuna kadar yiyip içmek mümkün. İkram olarak sunulan tatlılar da cabası.
Gecenin
kapanışını Atina’nın modern gece hayatının kalbinin attığı Gazi’de yapıyoruz. Bölgeye, Monastraki’den yürüyerek ya da 3
numaralı metro hattında bulunan Kerameikos durağından ulaşılabilir. Sağlı sollu
barların sıralandığı Gazi’den ve kasıntı ortamından hoşlanmadığımız için fazla
durmuyoruz. Atina’ya İstanbul’un piyasa semtlerinden esintiler görmeye gelmedik
sonuçta.
4.GÜN: ATİNA
Bugünkü
programımız daha seyrek ve kısa ama önce ufak bir sorunu halletmem lazım.
Önceki uçuşlarımızda valizimizin 19 kg olduğunu fark etmiştim ve bu durum
Olympic Air ile Aegean Air için sorun değildi. Yarın sabah ise Selanik’e Ryan
Air ile uçacağız ve 15 kg’lik bagaj hakkı satın almıştım. Ryan Air affetmez,
anında yerleştirir 20-30 Euro’yu vallahi. Kabin bagajı hakkımız ise sınırsız
olduğu için parayı Ryan Air’e hibe etmektense ufak bir valiz alayım diyorum.
Plaka’daki tonton bir amcadan 35 Euro’ya kabin boyu, gayet de kaliteli bir
valiz alarak güne başlıyoruz. Kahvaltı için adresimiz yine Cafe Plaka oluyor.
Otelimize iki
dakika mesafedeki Hadrian Kapısı’ndan
geçerek Zeus Tapınağı’nın olduğu alana varıyoruz. Zeus Tapınağı’nın tamamlanmış hali, dün gördüğümüz Panthenon’dan
bile büyük. İki sıra halinde, 8 sütun genişliğinde ve 21 sütun uzunluğunda
olmak üzere toplam 104 devasa sütundan bugün sadece 15 adedi ayakta kalabilmiş.
Şehrin yönetimini
Hadrian ele geçirince, Atina’yı ziyaretinin ardından yarım kalan tapınaktaki
çalışmaları devam ettirmiş. Tapınak, Hadrianapolis adı verilen yeni bir
yerleşim yerinin de merkezi olmuş.
İşte bu yüzden
İmparator Hadrian’ı onurlandırmak için demin bahsettiğim Hadrian Kapısı
yapılmış. 18 metre yüksekliğindeki yapının Akropolis’e bakan yüzünde ‘Burası Atina, Theseus’un antik kenti’
yazarken Zeus Tapınağı’na bakan kısmında ise ‘Burası Hadrian’ın kenti, Theseus’un değil’ yazması manidar.
Tapınağın giriş
kısmındaki bilgilendirme panolarında orijinal planı ve şu an ayakta kalan
sütunlarının hangileri olduğunu görebilirsiniz. Planı iyice belledikten sonra
tapınağa dönüp orijinal halinin nasıl bir şey olduğunu hayal ettiğinizde ‘insan
gerçekten hayret ediyor’ ama en keyifli kısmı, Akropolis ile arka arkaya aynı
düzleme getirip ikisini birden fotoğraflamak oldu.
Kısa bir
yürüyüşün ardından dünyada tamamıyla mermerden inşa edilmiş tek stadyum olan Panathinaiko Stadyumu’na varıyoruz.
Atina’daki ilk modern olimpiyatlara ev sahipliği yapmış olan stadyum, 2004 Yaz
Olimpiyatları’nda okçuluk müsabakalarına da kapısını açtı.
Atina’daki son
turistik durağımız, şehri çok yukarılardan izleyebileceğimiz Lykavittos Tepesi olacak. Tepeye
ulaşmak için 3 numaralı mavi hat üzerindeki Evangelismos durağına ulaşıyoruz
metro ile. Bu durağın dibinde bir füniküler varmış diye okuduk internette ama
bulamıyoruz. Gazete bayiine sorarak adamın tarif ettiği istikamette yürüyoruz metro
durağının karşısındaki Marasli Sokağı’nda. Bir süre sonra yürüme işi tırmanmaya
dönüyor, yol bitiyor ve merdiven çıkmaya başlıyoruz. Allahtan dibindeymiş metro
durağının. Bilsem taksiyle çıkardık yukarı.
Sıradaki
fünikülere biletlerimizi (7 Euro/kişi) alarak çıkıyoruz tepeye. Buradan manzara
hakikaten çok güzel görünüyor. Akropolis’i bile kuşbakışı izliyoruz. Etrafı
izlerken iki Yunan askeri tepeye gelip gönderde asılı olan Yunan bayrağını
indiriyorlar. Askerlerin biri bayrağı indirirken diğer selam duruyor. Bayrağın
yenisini de takmadılar. Gönder hiç boş durur muymuş? Vallahi olsa yanımda
çekecektim hemen Türk bayrağını!
Ufak bir de
şapele ev sahipliği yapan tepedeki restoranda birer bira sipariş ederek iki
gündür gezdiğimiz yerlere bakıyoruz. Güneşi burada batırdıktan sonra
acıktığımızı hissediyor ve artık bizim mahalle olan Plaka’ya dönüyoruz.
İki gündür
Monastraki’de yedik akşam yemeğini, bu gece ise Plaka’da olmaya niyetimiz var.
Sabah kahvaltılarını yaptığımız Cafe Plaka’nın tam karşısında olan ‘Stamatopoulos Tavernası’ dikkatimizi
çekmişti daha evvel. İki akşamdır önünden geçip duruyoruz ve içerisi her daim
şen şakrak. Dün gece otele dönerken sirtaki eşliğinde tabaklar havalarda
uçuşuyordu. Bu restorana niyetleniyoruz ama bugün kapalıymış. Ne şans ama!
Yapacak bir şey yok diyerek Monastraki’ye gidiyor ve dün gece oldukça memnun
kaldığımız Euxapis’in yolunu tutuyoruz.
Bu arada Plaka
ile Monastraki arasında sürekli geçiş bölgesi olarak kullandığımız Roma Agorası’nın etrafı geceleri otçu
tayfasına hizmet ediyor ama geç saatlerde bile defalarca geçmemize rağmen
rahatsız eden olmadı.
Fatih Sultan
Mehmet’in 1458 yılında Atina’yı fethinin anısına yapılan Fethiye Camii’de Roma Agorası içerisinde yer alıyor. Atina’nın
Avrupa başkentleri arasında ibadete açık camisi olmayan tek şehir olması üzücü
ama son yıllarda iki ülke arasında kurulan yakın temaslar neticesinde
restorasyon çalışmalarına başlamış.
Euxapis’in
kapısında karşılıyor bizi ‘bacanaki’. Dün gece Türkçe ve Yunanca’daki ortak
kelimeler üzerine başlayan sohbetimiz son hızıyla devam ediyor. Mekâna teşrif
etmemizle beraber ‘Ninanay’ çalmaya başlıyor saz ekibi. Turist yolmaya değil
samimi olmaya çalışan insanların bulunduğu bir mekân olan Euxapis’ten bir kez
daha memnun ayrılıyoruz.
5.GÜN: ATİNA – SELANİK
Atina günlerimiz
hızlı ve heyecanlı geçti. Hafta sonu kaçamağı için bile gelinir buraya. Sırada
ise Ata’mızın doğduğu şehir olan Selanik var. Bir saatlik uçuşu Ryan Air’e
ekstra para kaptırmadan tamamlıyoruz.
Terminal
çıkışındaki duraktan kalkan 78 numaralı
otobüs, yarım saat gibi bir sürede ve kişi başı 2 Euro’ya şehir merkezine
götürüyor bizi. Kısa bir yürüyüşün ardından Roma Forumu ile St. Demetrius
Kilisesi arasında kalan otelimiz Orestias Kastorias’a varıyoruz.
Yunan Makedonyası
bölgesinin yönetim merkezi olan Selanik, Yunanistan’ın ikinci büyük şehri. M.Ö.
315 senesinde Makedonya Kralı Cassander tarafından kurulan şehir, Makedonya
Krallığı’nın yıkılmasından sonra M.S. 168’te Roma Cumhuriyeti’nin egemenliğine
girmiş. İlerleyen zamanlarda ise Egnatia Yolu üzerinde olmasından dolayı önemli
bir ticaret merkezi haline gelmiş.
Bizans ve Latin
İmparatorlukları hâkimiyetinde de kalan şehir, 1430 yılında 2.Murat’ın
komutasındaki bir ordu ile fethedilip Osmanlı’ya bağlanmış. Fethin ardından
15.yy’da Anadolu’dan oldukça fazla sayıda Türk getirilip bu bölgeye yerleştirilir.
Yahudi, Hristiyan ve Müslümanların beraber yaşadığı şehir, 500 seneye yakın
Osmanlı İmparatorluğu egemenliğinde kalır.
Selanik’in bizim
için tarihsel anlamda bir diğer önemi ise Jöntürk hareketinin büyük ölçüde
burada gelişmiş olmasıdır. Ayrıca 1909 senesinde tahttan indirilen 2.Abdülhamit de
sürgün olarak buraya gönderilmiştir ancak üç yıl sonra Balkan Savaşları’nda
kent Yunanistan’a bağlanınca tekrar İstanbul’a gönderilmiştir.
Valizden kurtulup
kentin ana yaya caddesi olan Aristotelous’a
atıyoruz kendimizi. Cadde üzerinde ‘Tis
Aristotelous’ isimli dönerciyi keşfediyoruz ve ‘gyros’ sipariş ediyoruz.
Dilerseniz dürüm şeklinde sardırarak alıyorsunuz ve içerisine patates, domates,
soğan koydurabiliyorsunuz. Ufak bir ekstra ücret ile haydari-cacık karışımı
olarak tanımlayabileceğim ‘tzatziki’den de koydurdunuz mu süper oluyor. Tıka
basa yedik ve sadece 12 Euro tuttu.
Aristotelous
Caddesi’ni dikine kesen Tsimiski, Ermou ve Egnatia caddeleri etrafında geçiyor hayat. İzmir’in Kordon’unu
andıran sahil yolunun ismi ise Nikis
Caddesi.
Sahile doğru
yürüyünce kentin en ünlü meydanı olan Aristotelous
Meydanı’na ulaşıyoruz. Meydandan tren garına doğru yürüyerek gece hayatı ve
elit mekânlarıyla ünlü Ladadika’ya gideceğiz.
Ladadika, Selanik gece hayatının kalbinin
attığı bir bölge ama sezon sonu olmasından dolayı neredeyse her yer kapalıydı.
Yağmur da hızlanınca kendimizi ufacık bir mekân olan ‘Lena’s Bistro’ya atıyoruz. Bakıyorum ki 50 cl’lik bira 4 Euro,
yağmur ise dinecek gibi görünmüyor. Hiçte şikayetçi değilim bu durumdan.
6.GÜN: SELANİK
Selanik’teki tek
tam günümüze Ata’nın evi ile başlayacağız. Otelimizin hemen üzerinde olan St. Demeterius Kilisesi’ne hızlıca göz
atarak aynı isimli caddede yukarıya doğru yürümeye başlıyoruz. Kısa bir süre sonra
solumuzda kalan Selanik Başkonsolosluğu’muzun hemen arkasında ise Atatürk’ün
evi bulunuyor. Doğru yerde olup olmadığınızı civarda her daim nöbette olan
polislerden de anlayabilirsiniz.
Zile basıyor ve
görevli tarafından nazikçe karşılanıyoruz. Çocukluk ve gençlik yıllarını bu evde
geçiren Atatürk için ana ocağına geri dönmek nasip olmamış. Yıllar sonra,
10.Yıl Nutku’nda ‘Keşke Selanik’i de
Misak-ı Milli sınırları içerisine alabilseydik’ şeklinde hayıflanmasını
hatırlıyorum.
Mübadelenin
ardından Yunan bir işadamı tarafından satına alınan ev, daha sonraları Yunan
hükümeti tarafından alınarak Türk hükümetine armağan edilmiş. Uzun yıllardır
diplomatik nedenlerden dolayı ağır giden restorasyon işleri tamamlanmış.
Bazı bloglarda Atatürk Evi’nde görecek pek bir şey
olmadığını ve gidenlerin hayal kırıklığına uğradığını okumuştuk. Atatürk’ün
doğduğu evdesiniz, daha ne görmeyi bekliyorsunuz?
Evet, müzede
Atatürk’ün kişisel eşyalarını ve okul karnelerini kapsayan pek az obje var ama
ev, aslına uygun şekilde çok güzel yenilenmiş, eski eşyalar kaldırılarak
oldukça minimalist bir sunum amaçlanmış. Evin dört bölümü, Atatürk’ün hayatının
büyük bölümünün geçtiği dört farklı şehirdeki yaşanmışlıklarını esas alarak
dekore edilmiş. Bu şehirler kronolojik sırasına göre Selanik, Manastır,
İstanbul ve Ankara. Atatürk’ün gençlik ve erişkin halleri ile Zübeyde Hanım’ın
balmumu heykellerinin de sergilendiği müzeyi beğendik.
Deniz tarafına
doğru yürüyerek ara sokaklardan Rotunda’yı
buluyoruz. İmparator Galerius için 306 yılında inşa edilmeye başlanmış olan
yapı sonraları kilise, Osmanlı döneminde ise cami olarak kullanılmış. Rotunda’nın
hemen altında ise Galerius Zafer Takı
bulunuyor.
Aynı istikamette
devam ederek kısa sürede Kordon’a ulaşıyor ve Kanuni Sultan Süleyman döneminde
bölgenin savunması amacıyla inşa edilen Beyaz
Kule’yi görüyoruz. Selanik’in simgesi olarak kabul edilen kule, Balkan
Savaşları’nın ardından sembolik bir vaftiz töreniyle beyaza boyanmış. İlerleyen
zamanla boyası dökülen kule, eski rengini almıştır.
Paralia denen Kordon bölgesinde gezerek Ayasofya Kilisesi’ni buluyoruz.
Kiliseden çok etrafındaki martılar ilgimizi çekiyor. Dön dolaş gene
Aristotelous’tayız. Caddenin çok yakınında bir halk pazarı var. Pazarda
turlayarak etraftaki eski Osmanlı yapılarını da gördükten sonra Eleftheriou Venizelou Caddesi’ni
atıyoruz kendimizi.
Şu ana kadar
gezdiğimiz bölge Yeni Selanik kısmıydı. Bu caddedeki otobüs durağından 23
numaralı otobüse binerseniz Eski Selanik’e ve bu bölgedeki Vlatadon Manastırı’na ulaşabiliyorsunuz. Tek kullanımlık otobüs
biletleri 1 Euro, 70 dakika geçerli olanlar ise 1.20 Euro olarak
fiyatlandırılmış.
Dar sokaklar ve
eski Selanik evleri arasından döne döne tırmanıyor otobüs. Manastırın olduğu
durakta inerek içerisini geziyoruz. Manastırda görecek pek bir şey yok ama
seyir terasından kuşbakışı Selanik manzarası var.
Manastırdan
çıkarak aşağılara doğru yürüyoruz ve birbirinden güzel Selanik evleri
görüyoruz. Bir süre sonra otobüse biniyor ve merkeze ulaşıyoruz.
Akşam yemeği için
tekrar ‘Tis Aristotelous’tayız ve gyros’un biri giderken souvlaki’nin diğeri
gelmesine rağmen hesap gene 15 Euro’yu geçmiyor. Aslında yemek için Ladadika
bölgesinde gitmeyi düşündüğümüz bazı restoranlar vardı ama ölü sezonda olmanın
azizliğini yaşadık. Çok methini duyduğumuz ‘Zythos’a
biz gidemedik, siz gidin efendim.
Gecenin
kapanışını Kordon’da yapmaya karar veriyoruz. Sahil boyunca sıra sıra dizilmiş
olan kafeterya ve barlar tıka basa dolu. Tercihimizi ufak bir işletme olan ‘Boulevard 23’ten yana kullanıyoruz.
Hava yağışlı ama dışarıdaki masaların üzeri kapalı ve ısıtıcı da koymuşlar. Yan
masamızdaki üç bayanın oyununu ve yoldan gelip geçene salça olmasını izliyoruz.
7.GÜN: SELANİK – KAVALA – SOFYA
Gezimizin buradan
sonraki rotası aslında plansızdı. Kiralık bir araç alıp sabahtan akşama kadar
Kavala, İskeçe, Gümülcine, Dedeağaç hattını gezip aynı gün geri dönmeyi
planlıyordum ki hepsinin bir günde olmayacağını fark etmemle beraber vazgeçtim.
Dün havalimanından
bindiğimiz 78 numaralı otobüs, şehir merkezinden geçerek ‘KTEL Macedonia’
isimli otogara kadar gidiyor ama biz otelimize yakın olan Egnatia Caddesi
üzerinden 31 numaralı otobüse binerek yirmi dakikada otogara ulaşıyoruz.
Kavala’ya saat
başı otobüs var. Eleftheroupoli üzerinden gidenler 2,5 saatte, ekspres seferler
ise iki saatte Kavala’ya ulaşıyor. Ücret ise kişi başı 15 Euro ve biletler
otogardaki bilet satış ofisinden alınabilir. http://ktelmacedonia.gr/en/routes/&tid=17
Yol boyunca çok
güzel manzaraları izleyerek öğle saatlerinde varıyoruz Kavala’ya. Her gün Sofya’ya otobüs olduğunu internetten saptamıştım ama online bilet almak mümkün
olmadığından yer olup olmayacağı endişesiyle bilet satış gişesine yanaştık. Neyse
ki yer varmış ama hareket saati internet sitesinde yazdığı gibi 15:30’da değil,
16:00’daymış. Bizimde işimize geldi bu durum. http://www.bgrazpisanie.com/en
Kişi başı 30
Euro’ya biletlerimizi aldıktan sonra rıhtım bölgesinde dolaşmaya başlıyoruz.
Rıhtımın diğer ucunda birkaç restoran var ve sarı tabelalı ‘Aro Taverna Andres’ın garsonu bize el kol ediyor.
Sabah kahvaltıda
yapmadık zaten, neye denk geleceğimizi bilmeden daldık içeri. Herkes Türkçe
konuşuyor burada ve menülerde Yunan alfabesine maruz kalma zorunluluğu olmaması
güzel.
Önden gelen balık
çorbaları gayet güzel olmasına rağmen kalamar ve karides sıradandı. Patates
kızartması ve içecekler ile tamamladığımız yemeğimiz 50 Euro civarı tuttu. Bu
restoranın standartları için bizce pahalı.
Restorandan
ayrılarak yukarı çıkan ana caddeye giriyoruz. Caddenin girişinde eski adıyla
Pargalı İbrahim Paşa Camii, şimdiki adıyla ise Agios Nikolaos Kilisesi bulunuyor. Tam karşımızda ise 16.yy’da
Kanuni Sultan Süleyman döneminde yaptırılan su kemeri var.
Kemerin altındaki
yol tabelası dikkatimi çekiyor. Aynı tabelayı otobüsteyken Kavala’ya giriş
yaptığımızda da görmüştüm. Kemerin altından 460 km daha gidince
‘Konstantinoupolis’e varıyormuşsunuz. Tabelanın üzerindeki Bizans arması da
cabası.
Rodos ve Atina’da
rastladığımı hatırlamıyorum ama Batı Trakya’nın tamamında gördüğümüz resmi
binalar ve kiliselerin kapılarının bir tarafında Yunan bayrağı varsa diğer
tarafında da Bizans bayrağı bulunuyor.
Aheste adımlar
ile Kavala’nın eski şehir bölgesine tırmanmaya başlıyoruz. Çok geçmeden
sağımızda İmaret Hotel’e denk
geliyoruz. Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından yaptırılan imaret, zamanında
mektep, medrese ve aşevi olarak kullanılmış olup günümüzde Yunanistan’ın en
değerli oteli olarak kabul görüyor.
1817’de inşa
edilen imaretin sıra sıra kurşun kubbeli mimarisini İstanbul’daki Topkapı
Sarayı’nın bir minyatürüne benzetiyoruz. Kavala’da konaklayacak olursanız ne
yapın edin bu otelde kalın.
Biraz daha yürüyünce
şu an müze olarak hizmet veren, Kavalalı
Mehmet Ali Paşa’nın evinin olduğu meydana çıkıyoruz. Buradaki seyir
terasından liman çok güzel gözüküyor.
1387 yılında
Osmanlı hâkimiyetine giren Kavala, 1912 yılındaki 1.Balkan Savaşı ile
Bulgarların, 2.Balkan Savaşı ile de Yunanların eline geçmiş. Kurtuluş
Savaşı’nın ardından aldığı göçler ile büyüyen kent, tarım ve endüstri alanlarında
ilerleme kaydetmiş.
Kavalalı Mehmet
Ali Paşa ise memleketi olan kentte oldukça sevilir olmuş. ‘Düşmanımın düşmanı
dostumdur’ şeklinde düşünmüş olsalar gerek, zamanında Osmanlı’ya karşı isyan
çıkaran ve askeri açıdan oldukça başarılı olan paşaya ait çok hatıra var
Kavala’da.
Tarihi Kavala Kalesi’ni çıkmaya üşendik ama
sonradan da pişman olduk desem yeridir. Şirin sokaklarda dolaştıktan sonra limana
dönüyoruz.
Yemek yerken köşe
başındaki gazete bayiinde ‘Kavala kurabiyesi bulunur’ yazısını görmüştüm ama
gazetecideki kurabiyelerin bayat olabileceğini düşünüp almamıştım. Otogarın
karşısındaki pastanede aynı kurabiyelerden görüyorum. ‘İosifidis’ markalı kurabiyelerin 500 gramlık kutuları 4,5 Euro ve
üç adet alıyoruz.
İstanbul’a
döndüğümüzde tadına baktığımız kurabiyelerin nasıl bir şey olduğunu oradayken
bilseydim herhalde bir on kutu kadar alırdım.
16:00’a doğru
otogara dönüyoruz ve bizim otobüsün nerede olduğunu soruyorum. ‘Kaleia’ isimli firmanın ‘otobüsü’
dışarıdaymış meğerse. Binadan çıkar çıkmaz gördüğüm ise okul servisine benzeyen
14-15 kişilik bir minibüs. Bununla mı gideceğiz altı saatlik yolu?
Kış sezonu olduğu
için talep azlığından ötürü ufak araç çalışıyormuş. 300 km yol bakalım nasıl
geçecek bununla. Yolculuk başlıyor, arkamızda çat pat Türkçe bilen, çeneleri
hiç susmayan ve arada konyakları yuvarlayan yaşlı dayılar, önümüzde ne idüğü
belirsiz elemanlar, onların önünde iki kokoş hatun ve çokbilmiş şoförümüzle
yollardayız.
Sınır geçişi kısa
sürüyor ve bir benzinlikte mola veriyoruz. Bu arada minibüsümüzü
fotoğraflıyorum. Sınıra yakın bir benzinlik olmasından dolayı para değişimi de
yapılıyor ve bu gecelik yetecek kadar Bulgar Levası alıyorum.
22:00 gibi
Sofya’nın Serdika otogarına
varıyoruz. Yarın geceki İstanbul otobüsü için bilet almamız lazım. Otogarda,
Hun Turizm, Has Turizm, Metro’nun yanı sıra Alpar Turizm ve Ulusoy’u da gördüm
sanırım. Hun Turizm ve Has Turizm’de biletlerin 40 leva olduğunu okumuştum ama
tanıdık firma olsun diyerek Metro’dan kişi başı 50 levaya biletlerimizi
alıyoruz.
Otogarın dibindeki
metro istasyonundan üç durak mesafedeki NDK’ya varmamız kısa sürüyor. Sofya’nın
hepi topu iki metro hattı var ve NDK durağı, şehrin en ünlü caddesi olan Vitosha
Bulvarı’nın başlangıcında bulunuyor.
Vitosha’nın bir
paralelinde olan Hristo Belchev Sokağı’ndaki Guest House 32’yi buluyoruz. Yunan
alfabesinden kurtulduk derken Kiril alfabesi’ne çattık. Kiril alfabesine
Makedonya’dan sonra herhalde bir daha rastlamam diyordum ama kısmet burayaymış.
Guest House 32,
yeni restorasyondan geçmiş ve Vitosha Bulvarı’na bir dakika mesafede olan güzel
bir hostel. Radoslav’dan şehir ile ilgili ipuçlarını alarak dışarı çıkıyoruz.
Vitosha üzerinde bir şeyler içtikten sonra dinlenmeye çekiliyoruz.
8.GÜN: SOFYA - İSTANBUL
Selanik’te iken
biraz üşümüş ve Sofya’nın daha soğuk olacağını düşünerek eldiven almıştık
H&M’den. İyiki de almışız çünkü burada kuru soğuk var. Ankara’yı hatırlattı
bize.
Sofya’nın tarihi
bayağı eskilere dayanıyor. M.Ö. 7. ya da 8. yy’da bu bölgede Serdi isimli
Trakyalı bir kabilenin yaşadığı söylenir. M.S. 9.yy’da Slav akınlarına maruz
kalarak tamamen Slavlaşan bölge, 13 ila 19.yy’lar arasında Osmanlı
egemenliğinde kalır. 1879 yılında ise Bulgaristan’ın başkenti olarak ilan
edilir.
Vitosha Bulvarı’ndan yukarıya doğru yürüyerek kısa
sürede Sveta Nedelya Kilisesi’ne
varıyoruz. Kiliseden hemen önce solumuzda kalan büyük yapı ise Sofya’nın merkez
adliyesiymiş.
Yeşil kubbeli
dini yapıları en son Belgrad’da görmüştük. 10.yy’da inşa edildiği tahmin edilen
bu ufak kilise bizi biraz hayal kırıklığına uğratıyor.
Aynı istikamette
devam ederek Serdika metro istasyonunun olduğu alana varıyoruz. Karşımızdaki
bina, Sofya’nın ilk alışveriş merkezi olan TZUM ve sağımızda Parlamento Binası’nı görüyoruz.
Buradaki kavşakta
trafik ışıkları yok. Karşıya geçmenin tek yolu Serdika metro istasyonuna inmek
ve diğer ucundan tekrar yukarı çıkmak. Aşağı indiğimizde birçok hediyelik eşya
satan dükkân görüyoruz. Günümüzün kalanında magnet alacak tek bir yer dahi
bulmayacağımızdan akşamüstü buraya tekrar gelecektik.
Yukarı çıkar
çıkmaz karşımızda Kodi Seytullah Efendi
Camii’ne rastlıyoruz. 1576’da Mimar Sinan tarafından inşa edilen yapı,
günümüzde Sofya’da ibadete açık olan tek camiymiş. Asıl isminin aksine
‘Banyabaşı Camii’ olarak anılıyor. Bunun nedeni, çevresindeki abdesthane ve hamamdan ötürü
halk arasında eskiden ‘banyo başı’ olarak adlandırılmasıymış. Faşist partiler
tarafından zaman zaman saldırılara uğramış olsa da şehirdeki diğer camilerle
aynı kaderi paylaşmayarak günümüze ulaşmayı başarabilmiş.
Caminin
karşısında Sofya Merkez Kapalı Pazarı
bulunuyor. Kahvaltı yapmak için kapalı pazara giriyoruz ve bir krepçi dükkânı buluyoruz.
Atina’da yediğimiz krepler ne kadar muhteşem idiyse buradakiler de o kadar
berbattı.
Çarşıda ilgi
çekici bir şey bulamayınca hemen yanındaki Sofya
Sinagogu’na geçiyoruz. Güneydoğu Avrupa’nın en büyük sinagogu olan yapı,
Plovdiv’deki başka bir sinagog ile beraber Bulgaristan’da işlevine devam eden
iki Musevi ibadethanesinden biriymiş. Kapalı olan sinagogu gezemedik. Geçen
sene Novi Sad’da da aynısı olmuştu. Arkadaş, dünya gözüyle şöyle endamlı bir
sinagog göremeyecek miyiz?
TZUM’un
arkasındaki Parlamento Binası’na dönüyoruz. Parlamento Binası’nın önünde yol
çatallaşarak ikiye ayrılıyor. Kesinlikle sağ tarafından devam eden ‘Tsar Osvoboditel Bulvarı’ndan yürüyün.
Arnavut taşlı caddede ilerleyince bir on dakika sonra solunuzda şirin mi şirin Rus Kilisesi’ni göreceksiniz. Hemen
yanındaki büyük bina ise Ulusal Tarih
Müzesi oluyor. Aynı bulvarın yakınında görülebilecek bir diğer önemli yapı
ise Ivan Vazov Ulusal Tiyatrosu’dur.
Rus Kilisesi’nin
ilginç bir de hikâyesi var. 1878’de Berlin Antlaşması ile bağımsızlığını
kazanan Bulgarlar, bu durumdan ötürü Rusya’ya büyük minnet duymaktadırlar ve bu
kilisenin yerinde olan Saray Camii’ni yıkarak yerine kiliseyi yaparlar.
Bulunduğumuz
noktadan Alexander Nevski Katedrali’nin ihtişamlı kubbelerini görebiliyoruz.
Katedralin önündeki meydanda kendi halinde bir antika pazarı bulunuyor. Pazarda komünizm rüzgârları esiyor adeta.
Sovyet döneminden kalma pullardan eski silahlara, KGB pasaportlarından eski
savaş madalyalarına birçok ilginç eşya bulmak mümkün.
1912 yılında
Neo-Bizans tarzda inşa edilen Alexander
Nevsky Katedrali, 53 metre yüksekliğindeki altın kaplamalı kubbesi ile
dikkat çekiyor. Mimari olarak çok benzemese de, dış cephesine hâkim olan yuvarlak
hatları ve renkleri ile bana Belgrad’daki St. Sava Katedrali’ni hatırlattı.
Yeşil ve altın renginin baskın olduğu kubbelere ayrı bir sempati duyuyorum
sanırım.
Ortodoks mezhepli
olan Bulgarlar, pek çok dini yapıyı İstanbul’un Ayasofya’sını örnek olarak inşa
etmiş ve bu yeni mimari akıma Neo-Bizans adını vermişler. Katedralin dışı ayrı,
içi ayrı güzel gözüküyor. İçerideki freskler hakikaten görülmeye değer. Sofya
sonunda bizi etkilemeyi başardı.
Katedralin
bulunduğu meydandaki ufak yapı ise Ayasofya
Kilisesi’ymiş. 14.yy’da şehre adını da veren kilisesinin, 4-6.yy arasında
yapıldığı tahmin ediliyor. ‘Sofia’ kelimesi, kutsal bilgelik anlamına
gelmekteymiş.
Saat henüz 15:00
ve gezecek yerler bitti. Aslında şehrin dışında kalan tek gezi noktası olan Boyana Kilisesi ve hatta Vitosha Dağı’na bile gidebiliriz ama
bizi genel olarak etkileyemeyen Sofya’ya daha fazla vakit ayırmak istemiyoruz.
Vitosha
Bulvarı’na dönmeden evvelki son durağımız Slaveykov
Meydanı oluyor. Bu küçük meydanı görmek elzem değil ama üzerindeki eski
kitap satılan tezgâhlarıyla bizim ilgimizi çekti. Meydanın bir ucundaki bankta
bulunan heykeller dikkatimi çekiyor. Baba ve oğul olarak Bulgaristan’ın önemli
yazarlarından sayılan Petko ve Pencho Slaveykov ile koyu bir sohbete dalıyorum
edebiyat üzerine.
Bu meydana
eskiden ‘Kafene Başi’ deniyormuş. Sanırım bu isim ‘kahvehanebaşı’ndan türemiş
çünkü zamanında burada bir kahvehane, camii ve iki Osmanlı karakolu
bulunuyormuş.
23:00’daki
otobüsümüze daha çok vakit var. Ne yapsak ne etsek derken bari alışveriş
merkezi gezelim diyoruz. İnternetten kısa bir araştırma yapıyorum ve ünlü
markaların bulunduğu ‘Sofia Outlet Center’ı buluyorum. Metro ile (1 Leva/bilet)
kırmızı hattın son durağı olan ‘Tsarigradsko Shose’ye vardıktan sonra biraz
yürüyoruz. Burası İstanbul’un Atatürk Havalimanı çevresine ya da daha çok
Beylikdüzü semtine benziyor. Alışveriş merkezi, fuar alanları, yüksek binalar
falan var.
Sofia Outlet
Center’da aradığımızı bulamıyoruz. Outlet mağazalar var güya ama fiyatlar
İstanbul’dan bile pahalı. Şehre dönüp bir de ‘Opalchenska’ metro istasyonunun
yanı başındaki ‘Mall of Sofia’da deniyoruz şansımızı ama burada da bir numara
yok.
Vitosha
Bulvarı’na dönerek eli yüzü düzgün bir bistroya oturuyoruz. Mekân genç kaynıyor
ve herkes muhabbette. Otur otur vakit
geçmiyor ve biletlerimizi 20.30’daki sefere aldırmak için Serdika Otogarı’na
gitmeye karar veriyoruz. Otelden valizi kaptığımız gibi metrodayız.
Cebimde sadece
metroya yetecek kadar Bulgar Levası bırakmıştım. İstasyondaki bilet gişesinde
bulunan hanım, valizim için de bir bilet alamam gerektiğini buyurdu. Baktım
laftan anlamıyor, sadece ikimiz için bilet alarak hanımefendiyi hiç umursamadan
geçtik turnikeyi.
Bulgaristan,
genel olarak Yunanistan’dan ucuz. Dört bira ve bir kahve için 20 leva ödedik
Vitosha Bulvarı’ndaki kalburüstü bir mekânda. Yemek ihtiyacımızı ise çoğunlukla
aynı bulvardaki McDonalds’tan hallettik. Çok şükür orada İngilizce konuşan
birisini bulabilmiştik.
20:30’da başlayan
yolculuğumuz gece yarısı itibariyle Kapıkule’de duraksıyor. Bugüne dek
karayoluyla o kadar sınır geçtik, hiçbir yerde bizdeki gibi valizlerin x-ray
cihazından geçirildiğini görmemiştim. Valizler bir yana, koca otobüsü ile
hangar gibi bir yere alıp devasa bir x-ray cihazı ile taradı bizimkiler.
Bu esnada duty
free’de beni hoş bir sürpriz bekliyordu. Müptelası olduğumuz mavi Barbayanni
uzosunun 1 litrelik şişesini gördüğüm gibi kapıp kasaya koştum.
Sınırda beklerken
dikkatimi ‘Edirne Kapıkule Gümrük Camii’ çekti. Gezimiz boyunca bazen sinirlerimizi
bozan tabelalar ve iğneleyici ince detayların ardından sınırın hemen dibinde
yüzünü Bulgaristan’a dönmüş camiyi görmek hoşuma gitmedi değil desem yalan
söylemiş olurum.