27 Aralık 2014 Cumartesi

Avrupa Gezi Rehberi (Eylül 2014) Roma, Floransa, Pisa, Cinque Terre, Venedik, Milano, Nice...


TREN İLE AVRUPA SEYAHATİ VE INTERRAIL NEDİR? (1.BÖLÜM)

- Abi, interrail diye bir şey varmış haberin var mı?
- Interrail ne ola ki?
- Böyle bir aylık bir tren bileti alıyormuşsun, Avrupa'nın her yerinde istediğin kadar gezebiliyormuşsun.

Evet, interrail kelimesi ile tanışmam böyle olmuştu bundan uzun zaman önce üniversite yıllarında. Aradan yıllar geçse de, şartlar değişse de hiç azalmamıştı içimdeki bu sıra dışı fikri uygulama isteği. Artık oldukça bilinir bir şey interrail ile Avrupa turu yapmak ve ekonomik olmasından dolayı daha çok yirmili yaşlardaki genç gezginler tarafından tercih ediliyor. Bana ise otuzumu devirip evlendikten sonra eşim ile gerçekleştirmek nasip oldu.

Yolculuğu kafaya koyduktan sonra fikrimi kardeşim ile paylaştım ve Batuhan'ı da ikna etmek hiç zor olmadı. Sıra gelmişti bu üç kişilik ve bir ayı aşkın seyahatin hazırlıklarını yapmaya.

İlk iş her zamanki gibi rota çıkarmak, gezilecek şehirleri saptamak ve bu şehirler ile alakalı tarihi, kültürel ve günlük hayata dair bilgiler derlemek, ardından gerekli otel, uçak, tren rezervasyonlarını ayarlamak ve vize işini halletmek. Son aşama ise valiz hazırlığı yapmak olacaktı.

18 Eylül-19 Ekim arası kararlaştırdığımız seyahat için uzun uğraşlar sonucu şu rotayı çıkararak işe başladık.

Roma(3) – Floransa(3) – Pisa – Cinque Terre(2) – Venedik(1) – Milano – Nice(3) merkezli Antibes, Cannes, Eze, Monte Carlo – Barselona(4) – Valensiya(2) – Madrid(1) – Paris ve Disneyland(4) – Brüksel – Brugge(2) – Amsterdam(2) – Düsseldorf ve Köln(3) olmak üzere 31 günlük rotamızı netleştirdik ve uçak biletlerimizi aldık. Ardından interrail biletlerini almamız gerekiyordu ve ilk olarak 30 günlük global pass biletlere ihtiyacımız olacağını düşündük ancak ilk üç günümüz Roma’da, son üç günümüz ise Almanya’da tanıdıklarımızın yanında geçeceği için aslında bize en fazla 25 günlük bilet gerektiğini fark ettik.



İkinci ve üçüncü duraklarımız olacak olan Floransa ve Cinque Terre’ye oldukça uygun tren biletleri olduğunu fark etmemle beraber 22 gün içerisine 10 gün geçerliliği olan fleksi pass interrail biletlerini almaya karar verdik. Bir aylık sınırsız global pass ile 22’ye 10 fleksi pass biletler arasında genç kategorisine giren Batuhan için 173 Euro ve artık maalesef yetişkin sayılan bendeniz ve Berna için ise kişi başı 270 Euro fark var idi.

Tam biletleri almaya karar verdiğimizde bir de yüzde 15 indirimli Eylül kampanyasına denk gelmemiz hoş bir sürpriz oldu. Gençtur ile iletişime geçerek biletlerimizi seri bir şekilde kapımıza kadar gönderttik. http://ulasim.genctur.com.tr/interrail

Interrail biletlerini 26 Eylül – 17 Ekim tarihleri arasına yazdırarak Cinque Terre’den Venedik’e geçerken başlatmayı planlamıştık. Dolayısıyla Roma – Floransa ve Floransa – Pisa – Cinque Terre tren biletlerine ihtiyacımız vardı. İtalya'nın TCDD’si olan trenitalia’nın internet sitesinden Roma – Floransa hızlı trenine erken davranarak kişi başı 19 Euro’dan biletlerimizi almış bulunduk. http://www.trenitalia.com/trenitalia.html

trenitalia internet sitesinden hızlı trenler için online bilet alımı mümkün ancak banliyö trenleri için yolculuğa kısa bir süre kaldıysa mümkün değil ya da ben beceremedim. Floransa – Pisa – Cinque Terre hattının sezona göre yoğun olmayacağını düşünerek bu işi sonraya bıraktık.

Araştırma safhasında Madrid’den Paris’e gece treninin artık çalışmadığını ve Paris’e ulaşmak için Barselona’ya geri dönmemiz gerekeceğini fark ettik. Zaman önemliydi ve bu durum işimize gelmediği anda imdadımıza easyjet yetişti. Madrid – Paris uçak biletlerini de kişi başı 35 Euro’ya alınca şehirler ve ülkeler arası ulaşım ile alakalı hazırlıklarımız tamamlanmış oldu.

İkinci aşama konaklama meselesi idi. Bugüne kadarki tüm seyahatlerimizde booking.com ağırlıklı olmak üzere hostelworld.com ve hostelbookers.com üçlüsünü kullanmıştık. Özellikle metropolit şehirlerde hostel fiyatlarının sezon sonu olmasına rağmen fazla olması bizi ilk defa farklı bir alternatife itti: airbnb.com

Airbnb’de sistem diğer saydıklarıma göre biraz farklı. Bizim müptelası olduğumuz hostel sitelerinden konaklama satın aldığınızda resmi ve kayıtlı hostel/otellerde konaklıyorsunuz ama airbnb tamamen tekil şahısların sahip oldukları daireleri kiralama ya da yaşadıkları evi belli bir ücret karşılığında sizinle paylaşmaları üzerine kurulu ve daha amatör ruhlu bir sistem. İkisinin de birbirine göre avantajları ve dezavantajları bulunmakta.

Ulaşım tamam, konaklama tamam, vize hazırlıkları tamam… Yol kitapçığım! Evet, artık yol kitapçığımı hazırlamalıyım. Gezilecek şehirler ile alakalı tarihi, kültürel bilgiler için çeşit çeşit bloglar derleniyor, seyahat sitelerinden lüzumlu bilgiler araklanıyordu. Pratik ve günlük bilgiler için ise ekşisözlük ve özellikle ‘Interrail Türkiye Grubu’ facebook sayfası yetip de artmıştı bile.

ekşisözlük’te her gezilecek şehir için örneğin bu şehir Roma olsun, arama kısmına ‘Roma rehberi’ ya da ‘yeni başlayanlar için Roma’ yazarak her türlü bilgiyle ulaşmak mümkün. Interrail Türkiye Grubu facebook sayfası ise daha da ilginç. Her türlü soruya cevap verecek yardımsever insanlar bulmak her daim mümkün bu grupta.

Son aşama ise yolculuk hazırlığı oluyordu. Bir aylık tatil valiz çekerek bitmez ve zaten valiz işi Interrail’in ruhuna da aykırı. Bize acilen sırt çantaları lazım. Decathlon internet sitesinden Quechua markalı Forclaz 50, Forclaz 60 ve Forclaz 70 sırt çantalarına karar veriyoruz. Tabi ki 70 litrelik olan en ağır ve dolu çanta her zamanki gibi en ağır yük taşıyıcı olarak benim sırtımda olacak. Çantalar ile beraber yağmurluk, polar, mikrofiber havlu, para kemeri gibi diğer ihtiyaçları da Decathlon’dan sipariş verip tüm alışverişi tek seferde hallediyoruz.

Telefonlara gezilecek şehirler, navigasyon, ulaşım ve konaklama ile alakalı çevrimdışı çalışan uygulamalar indiriliyor, yurtdışı konuşma paketleri satın alınıyor. Interrail’in resmi uygulaması olan Rail Planner tam bir hayat kurtaran olacak. Avrupa’daki tüm tren seferlerini çevrimdışı olarak görebilmek çok işimize gelecek.

Vizeler de çıktı, e hadi o zaman yola koyulmaya…

1.GÜN: İSTANBUL – ROMA

18 Eylül günü Pegasus Havayolları ile Roma uçuşu için Sabiha Gökçen Havalimanı’na yola çıkıyoruz. Uçuşumuz sorunsuz geçiyor ve yerel saat ile 14:00 sıralarında Roma Fiumicino’ya varıyoruz ancak pasaport işlemleri uzun sürüyor ve çok sıra bekliyoruz. Pasaport polisinin sakalıma ayrı bana ayrı bakışları ve türlü türlü sorularını savuşturduktan sonra çantalarımızı alarak çıkış kapısına ilerliyoruz.

Fiumicino’dan Roma merkezine en çok tercih edilen ulaşım yolu tren veya bizdeki Havataş benzeri shuttle servisleri. Leonardo Express denen trenin fiyatı biraz tuzlu, 15 Euro kadar fakat Sitbusshuttle, Terravision ve bazı farklı firmalar ile kişi başı 5 Euro’ya şehir merkezine ulaşım sağlamak mümkün. Çıkış kapısına yakın bölümdeki bankoların birinden biletleri alıyor ve sıradaki otobüsü beklemeye koyuluyoruz. Otobüsler oldukça sık ve şansımıza fazla sıra da yok. http://www.terravision.eu/

Bir saat kadar süren yolculuk Roma’nın merkez tren garı olan Termini’de sona eriyor ve hızlı adımlar ile airbnb’den kiraladığımız eve ulaşmaya çalışıyoruz. Garın etrafı pek tekin değil gibi ama gece geç saatler haricinde sıkıntı olmaz diyerek Roma’nın bize hoş geldin hediyesi olarak sunduğu sidik kokulu sokaklarının arasından yürüyoruz.

Michele, bizi kapıda karşılıyor ve dairemize yerleşip hiçte fena görünmeyen muhitimiz ile ilgili ipuçlarını alarak dışarı çıkıyoruz. İlk iş olarak Roma Pass kartlarımızı almak için Termini’ye dönüyoruz ve kişi başı 36 Euro’ya Roma Pass’larımızı alarak ilgili alanlara kimlik bilgilerimizi dolduruyoruz. Bu kartlar Roma’da geçireceğimiz 72 saatlik zaman dilimi içerisinde hem gezmek istediğimiz ilk iki müzeye sıra beklemeden ve ücretsiz girmemizi hem de şehir toplu taşıma hattını ücretsiz kullanmamızı sağlayacak. Kısıtlı vakti olanlar için 48 saatlik olanı da var. http://www.romapass.it/p.aspx?l=en&tid=2

İlk durağımız Repubblica Meydanı’ndaki Santa Maria degli Kilisesi oluyor. Kilisenin iç tasarımı bizden geçer not alıyor ancak henüz haberimiz yok ki başka neler göreceğiz neler. İlerleyen günlerde göreceklerimizden yanında Santa Maria degli’nin esamesi bile okunmayacak…



Repubblica’dan kendimizi metroya atarak iki durak ötedeki Spagna’ya ulaşıyoruz. Burası meşhur İspanya Meydanı (Piazza di Spagna) ve İspanyol Merdivenleri’ne (Spanish Steps) en yakın metro durağı. Roma’da metro kullanmak son derece basit. Hepi topu iki hat mevcut ve tüm turistik noktalara yakın bir metro durağı var. İşe gidiş ve çıkış saatlerindeki kalabalıktan bahsetmeme gerek yok sanırım. Biz İstanbul toplu taşıması görmüş adamız, bu da bir şey mi diyerek bol bol kullandık metroyu.



İspanyol Merdivenleri henüz akşam saatleri gelmemiş olduğundan biraz sakin. Gideceğimiz her ülkedeki her büyük şehirde görmeye alışacağımız sokak satıcıları ile burada tanışmış oluyoruz.

1725’te açılan ve Trinita dei Monti Kilisesi’ne çıkan merdivenlerde oturarak yorgunluğumuzu atıyoruz. Kilise tadilattan dolayı kapalıymış. Kelebek şeklinde tasarlanan merdivenler, kilise ile İspanya Meydanı’nı birbirine bağlıyor. Barok stilini yansıtan meydan, Rönesans döneminde yazarların ve sanatçıların buluşma noktasıymış. Merdivenlerin hemen önünde bot şeklindeki Barcaccia isimli çeşme ise Papa Urbano VII’nin oğlu Bernini’ye verdiği emirle Fransa kralı ile yapılan antlaşmanın anısına yapılmış.




Merdivenlerin kalabalıklaşmasını beklerken acıkan karınlarımızı doyurma ihtiyacı hissediyoruz. İspanya Meydanı civarında oldukça fazla restoran mevcut. Ara sokakların birinde gözümüze kestirdiğimiz bir yerde akşam yemeği için mola veriyoruz. Vasat yemeklere 53 Euro hesabı gömmemizi ilk gün şaşkınlığımıza bağlıyor ve yediğimiz kazığı hazmetmek için Popolo Meydanı’na (Piazza de Popolo) yürümeye karar veriyoruz.

Roma’nın en büyük meydanı olan Popolo Meydanı, gece ışıkları altında güzel görünüyor. Zaman zaman çeşitli konserlere ve gösterilere de ev sahipliği yapan meydan, 1809-1816 yılları arasında Fransız asıllı Romalı mimar Giuseppe Valadier tarafından yapılmış olsa da zamanla genişletilerek Avrupa’nın en güzel meydanlarından biri olarak kabul görür hale gelmiş.



İspanyol Merdivenleri’ne geri dönerek kalabalıklaşan meydandan geçen insanları izlemeye koyuluyoruz. Bir anda özel kıyafetleri ile bir bando takımı beliriyor ve enstrümanları ile merdivenlerde bulunan kalabalığı coşturuyor. En görkemli Roma sokaklarının İspanya Meydanı’na çıktığı söylenir. Merdivenler ise her yaz bir defaya mahsus ünlü bir moda etkinliğine ev sahipliği yaparak podyum olarak kullanılıyormuş.

Sıradaki durağımız kısa bir yürüyüşün ardından Trevi Çeşmesi. Roma’daki en büyük ve ünlü Barok tarzı çeşme tadilattan dolayı uzun bir süredir kapalı. Üzerine kurulan seyyar köprü ile çeşme üstündeki figürleri yakından inceliyoruz. Aşk Çeşmesi olarak ta bilinen Trevi Çeşmesi’nin (Fontana di Trevi) inşası 1762 yılında tamamlanmış. Roma’da bulunan birçok eserde imzası bulunan Bernini’nin bir eserini daha görmüş oluyoruz.



İlk gün için bu kadar yeter. Trevi Çeşmesi’nin yanındaki dondurmacıların birinden dondurmalarımızı alarak evimize dönüyoruz.

2.GÜN: ROMA

Bir aylık sabah erken kalkmalı, akşam ayaklarımıza kara sular inmeli seyahatimiz artık başladı.

Bugünümüzün yarısını Vatikan’a ayırdık. Metro ile Cipro durağına ulaşarak kalabalığı takip etmeye başlıyoruz. Yolumuzun üstündeki Paninotica Slurp’u buluyor ve içecekler dâhil kişi başı 5 Euro’ya harika sandviçler ile kahvaltımızı yapıyoruz. Bu küçücük dükkânın sandviçleri hakikaten tripadvisor’da övüldüğü kadar var. Deneyiniz efendim…

Sağlı sollu sırnaşan tur operatörlerini savuşturarak giriş kapısına iyice yaklaşıyoruz. Giriş için öyle bir kuyruk var ki anlatmam mümkün değil. En az üç saat bekleriz hem de bu sezonda. Allah’tan biletlerimizi online alarak daha Türkiye’deyken bu işi halletmişiz yoksa yanmıştık. Yüzlerce bekleyen insana el sallayarak Vatikan’a girmemiz pek keyifli oldu. http://biglietteriamusei.vatican.va/musei/tickets/do?action=booking


Vatikan’ı ve Vatikan Müzesi’ni uzun uzun anlatmayayım ama siz internetten araştırın derim. Onca derlediğim bilgiye rağmen biraz bilinçsizce gezmek canımı sıktı. Kesinlikle audio guide alınmalı ya da tur eşliğinde gezilmeli ve 70.000’den fazla sanat eserini görebilmek için yarım gün hiçte yeterli değil. En etkileyici bölüm ise kesinlikle Sistina Şapeli.





Capella Sistina, Papa seçimlerinin yapıldığı mekân olmasıyla bilinir ve Papa’nın resmi ikametgâhıdır. Şapelin içindeki duvarlarda, kutsal kitap kaynaklı onlarca sahne ve papaların portreleri resmedilmiştir. Boticelli, Pinturicchio, Perugino, Ghirlandaio ve Signorelli gibi 15.yy’ın ünlü İtalyan Rönesans ressamlarının eserleri duvarlarda yer almaktadır.

Yapıya en büyük ünü kazandıran eser grubu ise şüphesiz ki 1508-1512 yılları arasında Michelangelo tarafından hazırlanan ve içlerinde ünlü ‘Adem’in Yaratılışı’ ve ‘Kıyamet Günü’ fresklerinin bulunduğu sahnelerdir.

Kısa bir kahve molasının ardından müzeyi terk ediyor ve San Pietro Meydanı’na (Piazza San Pietro) varıyoruz. Bernini tarafından tasarlanan elips şekilli meydan tam bir mimarlık harikası. 284 adet sütunla çevrili meydanda iki de güzel çeşme bulunmaktadır. Günümüzde Papa’nın halka seslendiği meydanda her daim uzun bir kuyruk var. San Pietro Bazilikası’na (Basilica di San Pietro in Vaticano) girebilmek için Berna ile kuyruğun sonuna geçsek de Batuhan bir yolunu bulup kaynak yapıyor ve bizi bu muhteşem bazilikanın kapısında karşılıyor.


Aynı anda 20.000 insanın ibadet edebildiği bazilika, 22,000 metrekare alanı ve 186 metre uzunluğunun yanı sıra 136 metre yükseklikteki kubbesi ile nefes kesiyor. San Pietro Bazilikası gerçekten de çok ama çok etkileyici. Bu noktada kubbeye ayrı bir parantez açmak istiyorum. 42 metre çapındaki kubbe büyüleyici bir Roma manzarası sunuyor. Planı Michelangelo’ya ait olan kubbenin inşasını 1589 yılında Giacomo Della Porta tamamlamış. Kubbeye ister 320 basamak ile ister asansörle çıkabilirsiniz.



Sıradaki durağımız Vatikan’a oldukça yakın konumdaki Castel Sant’angelo. İmparator Hadrian için yapılan kale geçmişte papanın evi ve hapishane olarak ta kullanılmış. Vaktinde Cem Sultan’ın da tutsak edildiği kalenin Vatikan ile bağlantılı gizli bir yer altı geçidi bulunmakta. Dan Brown'un ünlü eseri 'Melekler ve Şeytanlar'ı okuyup üzerinde bir de filmini izledikten sonra Roma'yı gezmek ayrı bir keyifli oluyor.



 

Tiber Nehri’nin iki yakasını birbirine bağlayan en güzel köprülerden biri olan Sant’angelo Köprüsü’nden geçerek ünlü Navona Meydanı’na ulaşıyoruz. Piazza Navona, Barok tarzının başyapıtı olarak kabul edilir. Meydanda, Bernini’nin ünlü Dört Nehir Çeşmesi (Fiumi Fountain) ve Franceso Borromini ile Pietro de Cortuna’ya ait eserler bulunuyor. Çeşmenin ismi dört kıtadaki dört nehrin dört tanrısından geliyor: Afrika’daki Nil, Asya’daki Ganj, Avrupa’daki Tuna ve Amerika’daki Plata. Ressamlar, karikatüristler, sokak müzisyenleri, hokkabazlar ve falcıları ile oldukça eğlenceli olan meydandaki Sant’Agnese Kilisesi ise güzelliğiyle göz kamaştırıyor.


 



Meydanı istemeye istemeye arkamızda bırakarak Pagan tapınağı Pantheon’a varıyoruz. Aynı gün içerisinde bu kadar fazla muhteşem yapı fazla gelmeye başladı. İmparator Hadrian tarafından yaptırılan Pantheon’un kubbesine bakmaya doyamıyor insan. Pantheon’un esas kullanım amacı bilinmemektedir. Tapınak olarak sınıflandırılır ancak Roma’daki diğer tapınaklardan mimari olarak farklıdır.



Yolumuzun üstündeki Gesu Kilisesi’ni (Chiesa del Gesu) de görerek Venedik Meydanı’na (Piazza Venezia) ulaşıyoruz. Kardinal Venezia’dan adını alan meydanda ilk dikkati çeken yapı Vittorio Emmanuele II Abidesi. Birleşik İtalya’nın anısına yapılmış olan anıt 1925 yılında tamamlanmış. Bu anıtın inşası için çevredeki birçok yapı kaldırılmış.




Konumumuz itibariyle Trajan Forumu, Trajan Sütunu, Roma Forumu ve Palatino Tepesi ile Kolezyum’a yakın olduğumuzu fark ediyoruz ama bugünlük bu kadar yeter. Buraları gezmek için koca bir günümüz daha var ama akşam yemeğini hazmetmek ve gece halini görebilmek için biraz turladıktan sonra eve dönüyoruz.

3.GÜN: ROMA

Roma’daki son günümüzün ilk durağı ünlü Campo di Fiori pazarı. Bu şirin açık hava pazarında biraz vakit geçirerek çok yakınındaki bir sandviççi de kahvaltımızı yapıyoruz. Alıştık artık iyice ‘panini’ ile güne başlamaya…

Bugünümüzü Kolezyum ve civarına ayırdık. Venedik Meydanı’nı bir de gündüz gözüyle görüp Trajan Forumu’ndan başlıyoruz. Dünyanın en eski alışveriş merkezi olduğu düşünülen Trajan’s Market ve İmparator Trajan’ın savaş zaferlerini anmak için inşa edilen Trajan Sütunu burada bulunuyor. 30 metre uzunluğundaki sütunun üzerine 1587 yılında Papa Sixtus V’nin isteğiyle St. Peter’in bronz bir heykeli eklenmiş.




Trajan Forumu’nun MS. 1.yy’a tarihlendiği düşünülmekteymiş. Yavaş adımlarla Kolezyum’a ilerliyoruz. Sağımızda kalan alan ise Roma Forumu ve Palatino Tepesi. Kolezyum girişinde tıpkı dün Castel Sant’angelo’da olduğu gibi Roma Pass’larımız sayesinde sıra beklemeden geçiyoruz.

Sonunda Roma denince akla gelen ilk yapı olan Kolezyum’dayız. Kolezyum, MS 72 yılında İmparator Vespasian tarafından yapılma emri verilen ve oğlu Titus tarafından 80 yılında tamamlanan bir amfi tiyatrodur.  Roma mimarisinin doruk noktası olarak kabul edilen bu muhteşem yapı, 55.000 izleyicinin giriş yapabileceği 80 kemerli girişe sahiptir. 188 metre uzunluk ve 156 metre genişliğe sahip dünyanın bu en büyük amfi tiyatrosu aynı zamanda hayvan ve gladyatör dövüşleri ile idamlara da ev sahipliği yapmıştır.



Kolezyum’un hemen dışında Konstantin Takı (Arch of Constantine) bulunuyor. Zafer Takı olarak ta bilinen yapı, ilk Hıristiyan imparator olan Konstantin’n zaferleri anısına 4.yy’da inşa edilmiş.

Günümüzün diğer yarısını Roma Forumu ve Palatino Tepesi’ne ayırıyoruz. MÖ 5.yy’dan MS 5.yy’a kadar en önemli anıtların inşa edildiği Roma Forumu, o günlerde ticaret, iş ve adalet, dini aktivitelerin yürütüldüğü yer olarak şehrin kalbinin attığı bölgeymiş.




Settimio Severo Takı, Saturno Tapınağı, Vestali Evi, Mamertine Hapishanesi, Antonio ve Faustina Tapınağı, Tito Takı bu bölgede önemli yapılardan yalnızca birkaç tanesi.

Palatino Tepesi ise MÖ 1000’li yıllara kadar tarihlenen eserlerin bunduğu bir arkeolojik alan. Efsaneye göre Roma şehrinin kökeni buradadır. Roma’da bulunan yedi tepenin en eski ve en merkezi olanı Palatino Tepesi’dir.

Roma’daki son günümüzü önce bir şeyler içmek sonra ise akşam yemeği için ünlü Trastevere bölgesinde bitirmeye karar veriyoruz. Trastevere, Roma’nın bohem bölgesi olarak kabul ediliyor ve yeme içmeden gece eğlencesine kadar her türlü olanağa ev sahipliği yapıyor. Şık kafeteryalarda bira ortalama 4 Euro, pizzalar ise 10 Euro civarı fiyatlarda. Tramvayda iken bilet kontrolü için polislere denk geliyoruz. İyi ki de Roma Pass’larımıza kimlik bilgilerimizi doldurmuşuz.

4.GÜN: ROMA – FLORANSA

Kısıtlı zamanımızda Roma’nın altını üstüne getirmiş olmanın mutluluğu ile 08:50 Floransa treni için Termini’ye gidiyoruz. Biletlerimizi online aldığımız için elimizdeki çıktılar ile hiçbir işlem yapmadan ilgili kompartıman ve koltuklarımıza yerleşip 10:00 civarı Floransa’nın Santa Maria Novella garına varıyoruz.



İlk olarak ev sahibemiz Sabrina ile buluşuyoruz. Sabrina ve mimar kocası Giovanni, Floransa’nın göbeğinde şirin bir dairede yaşıyorlar ve fazla odalarını kiraya veriyorlar. Evin yarısı üç geceliğine bizim. Bir oda Batuhan’a bir oda ise Berna ile bana. Banyomuz da bize özel. Mutfak ve verandayı ise ev sahiplerimiz ile paylaşacağız.

Sıcak karşılamanın ardından valizlerimizi bırakıp kendimizi sokağa atıyoruz. İlk durağımız tren garının karşısındaki Santa Maria Novella Bazilikası ve aynı isimle anılan meydanı. Santa Maria Novella Bazilikası kısıtlı vakti olanlar için pas geçilebilir ama görülmeye değer diye düşünüyorum. Gotik yapılı bazilika, mermer dış cephesi ile dikkat çekiyor. Bu sırada meydanda, Floransa’da geçireceğimiz tüm günlerin başlangıcı ve sonunda ziyaret edeceğimiz Fiddler’s Elbow isimli Irish pub ile tanışıyoruz.



Floransa’nın şirin sokakları bizi Duomo’ya (Floransa Katedrali) ve San Giovanni Vaftizhanesi’nin (Battistero di San Giovanni) bulunduğu meydana çıkarıyor. Ücretsiz ziyaret edilebilecek katedralin girişindeki sıraya dâhil olmak işimize gelmiyor ve hemen yakınındaki San Lorenzo Bazilikası’na gidiyoruz.



Ön kısmı hiçbir zaman tamamlanamamış olan San Lorenzo Bazilikası, Floransa’da Michelangelo ile özdeşleşmiş yegâne yapıdır. Lorenzo ve Medici’nin mezarları için Michelangelo’nun yaptığı heykeller burada görülebilir. Medici ismini aklınıza iyi kazıyın keza bundan sonra çok sık duyacaksınız.

Bazilikanın bitişiğinde Medici Şapeli bulunuyor. Bazilikaya giriş için kişi başı 4,5 Euro vermiştik, Medici Şapeli için ise 8 Euro’yu gözden çıkarmak gerekiyor. Şapelin giriş kısmında bir müze ve hanedan üyelerinden pek önemli olmayan kişilerin mezarları bulunuyor ama asıl bomba Prenses Şapeli’nde. Altı büyük Medici Dükü’nün mezarlarının bulunduğu bu bölüm, devasa lahitleri ve yeşil-kızıl tonlardaki mermerleri ile dikkat çekiyor.



Medici Şapeli’nin yanından başlayan pazar yerine göz attıktan sonra tekrar Floransa Katedrali’nin bulunduğu Piazza dei Miracoli isimli meydandayız. Vaftizhane tadilat nedeniyle kapalı olduğundan katedral girişi için sıra bekliyoruz. Duomo’yu nasıl anlatayım bilemiyorum. Zagreb Katedrali’nden sonra ağzımı açık bırakan ikinci yapı oldu sanırım.



Floransa şehrinin sembolü olan gotik katedralin mozaikleri şahane gözüküyor. Dış kısmı pembe, beyaz ve yeşil mermerleri ile dikkat çekerken iç kısmı oldukça sade bir görünüme sahip. Her ince ayrıntısına kadar incelediğimiz katedralin çıkış kapısında bizi Giotto’nun Çan Kulesi (Giotto Campanile) karşılıyor. Kare planlı kulenin her kenarı 14.45 metre, uzunluğu ise 84,70 metre imiş. Floransa’nın 360 derece panoramik manzarasını izleyebilmek için ciddi bir sıra beklemek, üstüne ücret ödemek ve 414 basamak tırmanmak gerektiğinden cayıyoruz. Panoramik manzara işini daha sonra başka bir şekilde halledeceğiz.




Piazza dei Miracoli’den güney yönüne doğru en kalabalık sokağı (Via Roma) takip ederseniz ilk olarak Repubblica Meydanı (Piazza della Repubblica) ile karşılaşırsınız. Romalılar döneminden beri şehrin merkez noktalarından biri olarak bilinen meydan, günümüzde sokak sanatçıları ve gösterilere ev sahipliği yapıyor. Meydanda bulunan tarihi kafeteryaların fiyatları ise biraz fazla turistik.



Meydanın karşısındaki sokaktan girdiğimizde bizi Orsanmichele Kilisesi (Chise di Orsanmichele) karşılıyor. Bir zamanlar tahıl marketi olarak kullanılan bu ufak kilise 14.yy’dan kalma.

Orsanmichele’den ayrılmamızla beraber kendimizi Signoria Meydanı’nda buluyoruz. Antik Rönesans’ı temsil eden heykelleri ile dikkat çeken bu önemli meydanın gözbebeği ise Michelangelo’nun Davut heykeli ama bu meydanda gördüğümüz bu heykelin başarılı bir kopyası. Orijinali ise daha birçok önemli eser ile beraber Accademia Galerisi’nde. Kopya Davut’un yanında ise Bandinelli’nin Herkül ve Cacus’u ile Ammannati’nin Nettuno’su var.



Davut heykeli, Michelangelo’nun en önemli eserlerinden birisidir. 1501-1504 yılları arasında yapılan heykel, Rönesans döneminin başyapıtlarından. 5.17 metre uzunluğundaki heykel, İncil’deki David karakterini sembolize etmektedir.

Signoria Meydanı’ndaki en önemli yapılar Vecchio Sarayı (Palazzo Vecchio) ya da Signoria Sarayı olarak ta bilinen şimdinin Floransa Belediye Binası, bir açık hava galerisi olan Loggia dei Lanzi ve hemen arkasındaki Uffizi Galerisi. Buraları yarına bırakarak gezilecek yerler arasında biraz sapa kalan Santa Croce Bazilikası’na (Basilica di Santa Croce) yürüyoruz.

Aynı isimli meydanda bulunan kilise, içerisinde birçok anıt mezara ev sahipliği yapıyor. Dış cephesini kaplayan mermer ise 1863 yılında ilave edilmiş ve masrafı İngiliz bir hayırsever tarafından karşılanmış. Kilisenin bulunduğu meydan ise ‘Calcio Storico’ denilen ve Orta Çağ kostümleriyle oynanan futbol müsabakasına ev sahipliği yapıyormuş. Bizim bulunduğumuz tarihlerde organizasyon için hazırlıklar yapılıyordu.



Floransa daha ilk günden Roma’yı gölgede bırakırken tüm gün boyunca yaşadığımız sanatsal ve kültürel patlamanın bizi acıktırdığını fark ettik. Meşhur Fiorentina Steak için ilk belirlediğim restoranı kapalı görünce tripadvisor’dan ufak bir araştırma yaparak Trattoria 13 dei Gobbi isimli restorana karar veriyoruz. Başlangıçtan sonra iki kişilik Fiorentina Steak ve bir porsiyon Sliced Steak sipariş veriyoruz. Şahane bir biftek geliyor ve içeceklerle beraber 100 Euro civarı gelen hesabın üç kişi için fena olmadığına kanaat getiriyoruz.


5.GÜN: FLORANSA

Batuhan şifayı kapmış. Kendini iyi hissetmeyince öğleye kadar dinlenmeye karar veriyor ve Berna ile dışarı çıkıyoruz. Evden ayrılmadan evvel Sabrina akşam yemeği planımızı soruyor ve kocası Giovanni’nin iyi bir aşçı olduğundan bahsediyordu. Kişi başı 10 Euro’ya akşam yemeğine katılmamızı teklif ediyor ve yarın için sözleşiyoruz.

İlk olarak Arno Nehri kıyısından yürüyerek sıra dışı görünümü ile Vecchio Köprüsü’ne (Ponte Vecchio) ulaşıyoruz. Köprü üzerinde eskiden var olan manav, kasap, balıkçı gibi dükkânların yerini 16.yy’da I.Ferdinand’ın emri ile sadece kuyumcu dükkânları almış ve bu şekilde günümüze kadar ulaşmıştır. Dükkânların tahtadan kepenkleri geceleri tahta sandık ve bavul gibi gözükecek şekilde tasarlanmış ve bu özellik geceleri de bu köprüye turist çekmekteymiş. Gündüzünü beğendik, bir de gecesine bakarız bu akşam…



Ponte Vecchio ve çevresindeki yapılar ila alakalı ilginç bir hikâye var. Floransa Dükü Medici, taşındığında Uffizi’den Pitti Sarayı’na bir yola ihtiyaç duyar çünkü güneyde bir kuleye sahip olan varlıklı Manelli Ailesi, Medici’nin buradan doğrudan geçmesini istemez ve bu nedenle Vassari Koridoru inşa edilir.

Vecchio Köprüsü’nden fazla uzaklaşmadan kendimizi Signoria Meydanı’nda buluyoruz. Kale görünümündeki Vecchio Sarayı, 13-14. yy’larda din adamlarının meskeni olarak inşa edilmiş ve 15-16. yy’larda büyük bloklar, galeri ve kulesi eklenmiştir. Birçok yetkili insana ev sahipliği yapan saray, 19.yy’da bir süreliğine Medici ailesine de kapılarını açmıştır.  Güzel sanatların birçok değerli örneğinin görülebileceği saray mutlaka ziyaret edilmeli.


 

Öğleden sonra Batuhan ile buluşup meşhur Michelangelo Meydanı’na (Piazzale Michelangelo) tırmanıyoruz ağır adımlarla. Vaktimiz olduğundan yürümeyi tercih ettik ama otobüs ile de ulaşılabilir. 1869 yılında Floransalı mimar Giuseppe Poggi tarafından tasarlanan meydan muhteşem bir Floransa manzarası teklif ediyor. İki gündür gezdiğimiz yerleri ve Arno Nehri’ni bu tepe-meydandan izlemek çok keyifliydi.


Bir ara meydanın otoparkından gürül gürül bir Ferrari sesi duyuyoruz. İsteyene belirli bir ücret karşılığında tepede turlayabileceğiniz bir Ferrari varmış. Batuhan’ı Ferrari’den zor bela uzaklaştırıp tepedeki San Miniato al Monte Kilisesi’ne çıkıyoruz. Şehre hakim konumdaki bazilika için İtalya’daki en güzellerinden biri olduğu söylenmiş. Günlerdir gördüklerimizin ardından biraz yavan geldi bize ya da biz biraz şımardık. İçerideki dini ayini biraz izledikten sonra tekrar meydana dönerek güneşi burada batırıyoruz. Batuhan’ın bir göz manzarada diğeri ise hala Ferrari’de. Floransa’daki bir gün batımını kesinlikle Michelangelo Meydanı’nda geçirmelisiniz.

Havanın kararmasıyla akşam yemeği işini halledip ilk olarak katedral meydanında vakit öldürüyoruz. Gecenin ilerleyen saatlerinde Vecchio Köprüsü’ne dönerek etraftaki kalabalık ile beraber canlı müzik dinleyerek keyifli bir günü daha noktalıyoruz.




6.GÜN: FLORANSA

Bugünkü ziyaret duraklarımız Uffizi Galerisi ile Pitti Sarayı olacak. Batuhan, sanatsal etkinliklerine uykusunda devam etmeye karar veriyor ve Berna ile Signoria Meydanı’nın yolunu tutuyoruz. Nedenini hatırlayamadığım bir şekilde Uffizi Galerisi’ne online bilet alamamış olmam bize iki saate patlıyor ve galeriye ancak saat 11:00’e doğru girebiliyoruz.

Kişi başı 11 Euro’luk giriş ücreti üzerine bir de audio guide (6 Euro) alıyorum ve başlıyoruz Uffizi’yi tavaf etmeye. Klasik dönemden Rönesans heykel ve resimleri ile dünyanın en ünlü sanat galerilerinden biri olan Uffizi, 16. yy’da tasarlanmış. Michelangelo’nun ‘The Birth of Venus’ ve ‘Springtime’ eserleri ile Leonardo da Vinci’nin ‘The Annucation’ı ön plana çıksa da galeride birbirinden eşsiz eserler bulunmakta. Ana koridorların birinde bazı Osmanlı sultanları ve devlet adamlarının portrelerine bile rastladık.





Öğleden sonra Batuhan ile buluşup Vecchio Köprüsü civarında bir şeyler atıştırıyor ve Pitti Sarayı’nın (Pitti Palace) yolunu tutuyoruz. Floransa’nın en büyük mimari yapısı olan saray 1457 yılında Pitti Ailesi için yapılmış olsa da 16.yy’da Medici Ailesi’ne satılmış ve günümüzde ailenin sahip olduğu eşsiz sanat eserleri ve hazinelerin sergilendiği bir yapıdır.



Sarayın içerisindeki dört galeriden ikisine kombine bilet almak mümkün. Benim niyetim Boboli Bahçeleri ve Kostüm Galerisi kombine bileti almak olsa da önceki hafta yağan sağanak yağmur ve fırtınadan dolayı bahçelerin geçici olarak kapalı olduğunu öğreniyoruz. İstemeye istemeye Palatine Galerisi ve Modern Sanat Galerisi kombine biletine kişi başı 13 Euro vererek sarayı geziyoruz. Vallahi aklım Boboli Bahçeleri’nde kaldı. Kısmetse bir dahaki sefere görürüz artık.


Santa Maria Novella Meydanı’ndaki mekânımız Fiddler’s Elbow’a son kez uğrayarak akşam yemeği için eve dönüyoruz. Biz sabah Uffizi’yi gezerken Batuhan, Giovanni ile muhabbeti ilerletmiş, kendisine photoshop’ta yeni kartvizit tasarımı yapmış ve akşam yemeğini bedavaya getirmiş bile. Keyifli ve bol muhabbetli akşam yemeğinin ardından erkenden odalarımıza çekiliyoruz keza yarın yolcuyuz.

7.GÜN: FLORANSA – PISA – CINQUE TERRE

Sabah erken saatte uyanıyoruz Pisa trenine yetişebilmek için. Tren garına 15 dakikalık mesafede olmamıza rağmen çantalar ile yürümeyelim diyoruz ve Floransa’da kaldığımız süre boyunca ilk defa toplu taşıma kullanmak istiyoruz ancak otobüs biletimiz yok. Sağ olsun Sabrina, üç tane tek kullanımlık bileti bizden ücret dahi almadan veriyor. Biletleri otobüsün içindeki makinelerde aktifleştirmemizi unutmamamızı ısrarla hatırlatıyor. Floransa genelinde sivil giyimli kontrolörler hiç beklenmedik bir anda otobüs içinde bilet kontrolü yapabiliyorlarmış.

Gardan Pisa Centrale biletlerimizi kişi başı 8 Euro’dan alıyoruz ve 09:28 trenine binmek için ilgili perona ilerliyoruz. Peron girişinde biletlerin onaylatıldığı makineler var ancak bilet aldığımız otomatın bize verdiği biletler kartvizit boyutlarında ve bu makinelere uymuyor. Görevliye gidip onaylatayım desem de treni kaçırma riskinden dolayı cayıyorum ve yolculuğumuz biraz gergin başlıyor. Bir ara yerimden ayrılarak diğer kompartımanlarda kondüktör arıyorum bir an evvel bilet onaylatma işini halletmek için ama yok. Yarım saat kadar sonra gelen kondüktöre biletlerimizi onaylatarak olası bir cezadan kurtulmuş oluyoruz.

Yolculuğumuz bir saat sürüyor ve Pisa Centrale garına varıyoruz. İlk işimiz gardan Cinque Terre’ye ulaşmak için La Spezia Centrale’e bilet almak ve çantalarımızı emanete bırakmak. Kişi başı 7,20 Euro olan biletlerimizi alarak garın içerisindeki gazete bayiine yanaşıyoruz. Pisa’ya ulaşım için otobüs biletlerini (1,20 Euro/bilet) de alarak garın önündeki yolun karşısına geçiyoruz ve Jolly Hotel’in önündeki kalabalık ile beraber başlıyoruz beklemeye.

Aslında gardan Pisa’ya yarım saatlik bir yürüyüş ile de ulaşılabilir ama vakit kaybetmeye değmez. Pisa’da otobüsler numaradan ziyade renklerine göre sınıflandırılmış. Bazı otobüslerin üzerinde yeşil renkli yazılar var bazılarında ise turuncu ya da kırmızı. Bize lazım olan kırmızı renkli (LAM Rossa) otobüse zor bela biniyoruz ve 10 dakika sonra Pisa’dayız. Değil otobüs biletlerini onaylatmak kıpırdamaya bile şansımız olmadı otobüsün içinde.

Otobüsten iner inmez bizi ufak bir meydan ve açık hava pazarı karşılıyor. Burada envai çeşit hediyelik eşya almak mümkün. Meydanda bir de McDonalds var ve aç ayı oynamaz diyerek yemek işini aradan çıkarıyoruz. Surlardan içeri girmemizle bizi Mucizeler Meydanı (Piazza dei Miracoli) olarak ta bilinen Katedral Meydanı ve Pisa Kulesi (Torre Pendente) karşılıyor.



İlk olarak kule için biletlerimizi almamız gerek çünkü biletleri aldıktan sonra hemen kuleye çıkamıyoruz ve bize verilen saate kadar beklememiz gerekecek. Kuleye giriş biletleri kişi başı 18 Euro. Vaftizhane (Battistero), Anıt Mezarlık (Campo Santo Monumantale) ve müzeden her birine giriş 5’er Euro ancak bu üçlüden ikisine kombine bilet alırsanız 7 Euro, üçüne birden alırsanız ise 8 Euro ödüyorsunuz. Anıt Mezarlık ve Vaftizhane’ye karar kılıp kule için bize verilen iki saatlik bekleme süresini değerlendirmeye karar veriyoruz. Bu arada Katedral (Duomo) için giriş ücretsiz.

Meydanda şöyle bir turlayıp fotoğraf çektikten sonra ilk olarak mezarlığa gidiyoruz. Çevresi duvarlar ile çevrili olan mezarlık güzel ama dünyanın en güzel mezarlığı olduğunu iddia etmek biraz abartılı olmuş. Efsaneye göre 12.Haçlı Seferi esnasında Pisa Başpiskoposu Ubaldo de Lafranchi buraya gömülecek cesetlerin 24 saat içerisinde çürüyüp yok olacağını söylemiş. Dolayısı ile burası ‘kutsal topraklar’ olarak anılıyor. 



Gotik tarzlı dikdörtgen şeklindeki yapının inşasına 1278 yılında başlanmış ve 1464 yılında tamamlanmış. Zamanla kilise haline de getirilen mezarlık, Roma döneminden kalma lahitlere ve göz alıcı fresklere ev sahipliği yapıyor.

Mezarlığın ardından katedrali gezmeye karar veriyoruz. Duomo, dünyanın en iyi ‘Romanesk’ katedrallerinden biri olarak kabul ediliyor ve Pisa Başpiskoposu 1092 yılından beri burada ikamet ediyor. 1062 yılına tarihlenen yapı, Pisa Cumhuriyeti askerlerinin, Toskana kıyılarında bir Müslüman birliği bozguna uğratmasının şerefine yapılmış. Pisa Kulesi’ne çıkmadan ziyaret edeceğimiz son yer ise Vaftizhane oluyor.




St. John’a adanan vaftizhane, İtalya’nın en büyüğü olup çevre uzunluğu 107 metredir. Akustik özelliği ile öne çıkan yapının içinde koro halinde bir eser söylendiğinde çıkan ses 2 km uzaktan bile duyulurmuş.

Sonunda sıramız geliyor ve Pisa Kulesi’nin zemin katındaki bekleme bölümüne alınıyoruz. İlk olarak genç bir rehber İtalyanca ve İngilizce olarak kulenin tarihini anlatıyor ve bir sağa bir sola yatarak spiral merdiveni tırmanmaya başlıyoruz. 8 katlı kulenin inşası 1350 yılında tamamlanmış.



Alüvyonlar üzerine sığ bir temel ile yapımına başlanan kule, üçüncü kata geldiğinde eğilmeye başlamış ve inşası 100 sene kadar durdurulmuş. Şu an yüzde 4 oranında eğik duran kulenin tepesinden güzel bir manzara var.

Gezilecek yerleri tamamlayarak Pisa’nın ara sokaklarına dalıyoruz ve kafeteryanın birinde bir şeyler içtikten sonra 17:00 gibi gezimizi tamamlıyoruz. Pisa, kesinlikle konaklamaya değecek bir yer değil çünkü tüm gezilecek noktalar tek bir alanda ve yarım gün fazlasıyla yetiyor.

Otobüs ile gara dönerek La Spezia Centrale trenine biniyoruz ve yolculuğumuz bir saat kadar sürüyor. Cinque Terre olarak bilinen ve beş şirin köyden oluşan bölgenin resmi ismi La Spezia ve burada konaklayarak yarın tren ile köyleri gezeceğiz.

8.GÜN: CINQUE TERRE

Dışarıda hava harika görünüyor. Bir an önce Cinque Terre’ye gidebilmek için erkenden ayrılıyoruz evden. Kiraladığımız ev, La Spezia tren istasyonuna biraz uzakmış. O nedenle önce otobüs ile tren garına gideceğiz. Mahalle esnafından aldığımız bilgiler doğrultusunda otobüs durağını buluyor ve yakınındaki gazete bayiinden biletlerimizi (1,50 Euro/kişi) alıyoruz. Otobüs tren garının altındaki yoldan geçiyormuş ama biz bunu fark edemeyince biraz uzağında inmiş bulunduk.

İlk olarak La Spezia istasyonundaki turizm ofisinden bir günlük geçerli Cinque Terre Card’larımızı (12 Euro/kart) alıyoruz. Bu kartlar ile tüm gün boyunca beş köy arasında sınırsız tren kullanabilecek, yürüyüş parkurlarına girebilecek ve köylerde bulunan wi-fi noktalarından faydalanabileceğiz. Kartlar ile beraber bir de günlük tren saatleri çizelgesi veriyor görevli bize. Kartların arkasına isimlerimizi doldurarak sıradaki trene biniyoruz.

La Spezia’ya yakınlığına göre Riomaggiore, Manarola, Corniglia, Vernazza ve Monteresso olarak sıralanmış köyler. İlk durağımız olan Riomaggiore’ye yolculuğumuz 10 dakika kadar sürüyor.

Riomaggiore ile ikinci köy olan Manarola arasındaki Âşıklar Yolu olarak bilinen Via Dell’Amore’den başlamaya niyetleniyoruz ancak bu yol geçici olarak kapatılmış. Köyler arasındaki en kolay parkur olarak bilinen Âşıklar Yolu’na giremeyince Riomaggiore merkezine dönerek biraz dolanıyoruz. Biletleri aldığımızda bir de yürüyüş parkurlarını gösteren bir harita edinmiştik.

Birbiri üstüne gelişigüzel inşa edilmiş izlenimi bırakan tarihi apartman blokları yan yana rengârenk bir görüntü oluşturuyor. Riomaggiore’nın küçük limanında her renkten sandallar uzanıyor.

Köyler arasında denize en yakın olan rotalar genel olarak en kolayları ve en çok tercih edilenleri ancak tepelere tırmanarak orta ve zor dereceli parkurları da tercih edebilirsiniz. Berna ile orta zorluktaki parkuru gözümüze kestiriyoruz. Batuhan Riomaggiore’de kalıp biraz gezdikten sonra tren ile Manarola’da bizi karşılamaya karar veriyor.

Dik ve yarım yamalak merdivenlerden tepeye tırmanmaya çalışıyoruz ama daha başında pişman oluyoruz. Başlanmış işi de yarım bırakmak istemediğimizden inatla bu rotayı tamamlıyoruz ve iki saate yakın bir zaman alıyor yürüyüşümüz. Tepe noktalarında gördüğümüz manzaralar nefes kesse de ekipmansız yaptığımız yürüyüş bizi ziyadesiyle zorladı.



Manarola’nın şirin meydanında soluklanarak Batuhan’ı beklemeye koyuluyoruz. Beş köy arasında gezinen trenlerden bazıları Riomaggiore’den sonra aradaki köylere uğramayarak son köy olan Monteresso’da duruyor. Tren saatlerini gösteren çizelge de bende kalmış. Batuhan da olacaklardan habersiz bindiği tren ile Monteresso’da almış soluğu. Bir sonraki trene binip Manarola’ya gelene kadar bir şeyler atıştırıyoruz ve rıhtımda vakit öldürüyoruz.

Batuhan’ın gelmesiyle beraber artık iyice kanımızın ısındığı Manarola’yı sanki kırk yıldır orada yaşıyormuş gibi gezdiriyoruz kendisine. Sıradaki durağımız Corniglia…



Corniglia’ya trenle ulaştığımızda bizi bir sürpriz bekliyor. Ortada köy falan yok! Corniglia yüksek bir kayalığın tepesine kurulmuş. Dolayısıyla trenden indikten sonra ya merdiven tırmanacaksınız ya da Cinque Terre Card’ın ücretsiz imkân sağladığı servisler ile tepeye ulaşacaksınız.

10 dakikalık minibüs yolculuğumuz Corniglia meydanında bitiyor ve başlıyoruz daracık sokaklarda kaybolmaya. Köyler birbirine oldukça benziyor ama her birinin kendine göre ayrı bir havası ve karakteri var. Burada da çevredeki tarlalarda yetiştirilen ürünler taze taze alıcılarına sunuluyor. En popüler ürünler ise zeytin, zeytinyağı, limon, sabun ve şarap.

Corniglia’dan dördüncü köy olan Vernazza’ya yürümeye karar veriyoruz. Batuhan servis ile gara inip tren ile geçecek Vernazza’ya. Yürüyüşümüz bir saatten fazla sürüyor ama Allah’tan çok sık basamak yok. Muhteşem manzaralar eşliğinde Vernazza’ya varıyoruz. Bu yürüyüşten çok keyif aldık.



Vernazza köyü, 2011 yılında bir doğal afet yaşamış. Sağanak yağış, köy merkezine inen derenin taşmasına neden olmuş ve toprak kayması nedeniyle sel suları altında kalan binalarda büyük hasar meydana gelmiş. Dört kişinin öldüğü afetin faturasının 100 milyon Euro’dan fazla olduğu tahmin ediliyor ve onarım çalışmalar halen devam ediyor.

Havanın kararmasına daha vakit olduğunu fark ederek Vernazza’dan Monteresso’ya yürümeye karar veriyoruz. Bu seferki parkur bir buçuk saatlik ve öncekine göre biraz daha zor ama Cinque Terre’nin keyfini çıkarabilmek için kesinlikle bu parkurlardan birkaç tanesini yürümek gerek. Uzaklaştığınız köyün görüntüsü ayrı bir güzel, parkurun sonunda sizi karşılayan sıradaki köyün manzarası ayrı güzel.

Monteresso’yu diğer dört köyden ayıran en büyük özelliği geniş sayılabilecek bir kumsalı olması. Havanın kararmasına yakın varıyoruz son köye. Kumsalı ve Cenova’ya en yakın köy olması nedeniyle burası biraz popülerliğini arttırmış. Diğer köylerdeki doğal ve sıcak ortam Monteresso’da mevcut değil ama gayet şık restoranlar ve kafeteryalar var. Köyün merkezinde bulunan sokaklar diğer köylerdekine göre daha yapay.

İtalya’nın Liguria adıyla bilinen kuzeybatı bölgesindeki Cinque Terre’de ilk yerleşimin 1000 yıl öncesine dayandığı biliniyor. UNESCO Dünya Kültür Mirasları Listesi’ndeki Cinque Terre’nin beş köyü arasındaki kolay parkurların toplam uzunluğu 15 km civarı. Tahmin ediyorum ki 10 km’sini bugün yürümüşüzdür. Yorgun argın son trene binip La Spezia’ya geri dönüyoruz.

9.GÜN: CINQUE TERRE – VENEDİK

Cinque Terre’ye hayran kaldık ve keşke bir gün daha kalsaymışız. Ayrıca bir dahaki sefere La Spezia yerine kesinlikle beş köyden birinde kalacağız. La Spezia’da konaklamak sorun değil ama köylerin atmosferi o kadar doğal ki gecesiyle gündüzüyle yaşamak gerek.

08:10’da La Spezia’dan başlayan yolculuğumuz Parma ve Bologna aktarmalı olarak altı saat gibi bir sürede Venezia Mestre istasyonunda bitiyor.

Bugün Interrail biletlerimizi kullanmaya başladık ve aktarma trenleri de dâhil tüm kullandığımız hatların detaylarını biletlerimize işlemeyi ihmal etmiyoruz. Uyuzun birine denk gelmeye hiç niyetimiz yok!

Venedik’in kalbine kadar giren tren garının ismi Venezia Santa Lucia ama biz on dakika mesafedeki bir önceki durak olan Venezia Mestre civarında bir ev kiralamayı tercih ettik. Venedik merkezinde oda fiyatları her daim yüksek.

Ev sahibemiz Elena tarafından karşılanıyor ve odamıza yerleştikten sonra Venedik’e gidiyoruz. Kaldığımız evin önünde otobüs durağı varmış ve Venedik’e ulaşmamız çok kolay oluyor.

Daha ilk adımı atmamızla beraber dünyamız değişiyor ve fotoğraf makinelerine davranıyoruz. Venedik’te vaktimiz maalesef çok kısıtlı ve mümkün olduğunca verimli kullanmak istiyoruz.


İlk olarak Altın Malikâne olarak ta bilinen Ca d’Oro üzerinden Rialto Köprüsü’ne yürüyoruz. 15.yy’da inşa edilmiş gotik bir saray olan Altın Malikâne’den evvel ise 18-19.yy’larda Osmanlı nüfusuna hizmet etmiş olan Fondaco dei Turchi’ye rastlamıştık.



Büyük Kanal üzerinde bulunan Fontego dei Turchi, günümüzde Doğa Tarihi Müzesi olarak hizmet veriyor. Labirentten hallice sokaklarda kaybolmamak mümkün değil ama bu durumdan şikâyetçi de değiliz. Her girdiğimiz sokakta farklı bir sürpriz ile karşılaşıyoruz ve bir şekilde Büyük Kanal’a çıkmak hiçte zor olmuyor.

Rialto Köprüsü, 16.yy’ın sonunda Venedik’te düzenlenen bir yarışma sonucunda Büyük Kanal’da yer alan eskisinin yerine inşa edilen, şehrin en ünlü köprüsüdür. Büyük ihtimalle Venedik’te en çok ziyaret edilen ve fotoğraf çekilen nokta olan köprü, San Polo ile San Marco’yu birbirine bağlıyor. 1591 yılında hizmete açılan köprünün üzerinde birçok mücevher, ipek ve cam ürünler satan dükkân bulunuyor.



Kalabalık ile kavga dövüş fotoğraflarımızı çektikten sonra Venedik’in bir diğer en önemli turistik noktası olan San Marco Meydanı’na yürüyoruz. Meydanın dört bir tarafı önemli yapılar ile çevrili ve bunların başında San Marco Bazilikası, Dükalar Sarayı (Doge’s Palace), Correr Müzesi, Arkeoloji Müzesi, San Marco Kütüphanesi ve Aziz Mark’ın Çan Kulesi (Campanile di San Marco) bulunuyor.



Bu noktada Venedik’te gezilecek yerler için faydalı olacak turistik kartlardan bahsedeyim. Vaktiniz bol ise ve Venedik’in altını üstüne getiririm diyorsanız tüm müze ve kiliseleri kapsayan yedi günlük kartın fiyatı yetişkinler için 40 Euro, gençler için ise 30 Euro. Yok, benim zamanım dar, sadece San Marco Meydanı etrafındaki müzeleri ve kendim belirleyeceğim üç kiliseyi gezeyim derseniz 26 Euro’luk San Marco Pack kartından alıyorsunuz. Detaylar için şuraya göz atmak lazım: http://www.veneziaunica.it/en/ecommerce/products/pack/venice_citypass

Bunun haricinde Venedik etrafında ve kanalları içerisinde yolcun taşıyan vaporettoları kullanmak için de belirli gün veya sürelerde geçerliliği olan toplu taşıma kartları mevcut.

Girişi ücretsiz olan San Marco Bazilikası’nı ve içerisinde sergilenen hazinelerini (2 Euro/kişi) gördükten sonra Çan Kulesi’ne (8 Euro/kişi) atıyoruz kendimizi. Maalesef San Marco Meydanı etrafındaki müzeleri gezmeye vaktimiz olmayacak ama gondol turu yapabiliriz.

San Marco Meydanı’ndaki gondol iskelesinde bulunan görevlilerin yanına yanaşılmıyor. Bir afralar bir tafralar sormayın gitsin, sanki bedavaya bineceğiz. Meydanın diğer tarafının hemen arkasında Hard Rock Cafe var ve önünden aynı gondollardan kalkıyor. Yarım saatlik tur için gondol başına fiyat 80 Euro olarak sabitlenmiş. İster iki kişi binersiniz ister beş kişi, orası size kalmış. İskelede Amerikalı bir çift ile başlayan sohbetim ortak gondol turuna girmemizle son buluyor.




Havanın kararmasıyla birlikte karnımız acıkıyor ve Rialto Köprüsü’nden tekrar San Polo bölgesine geçerek ara sokaklarda yemek yiyecek yer arıyoruz. Vitrinin birinde sergilenen pizzalar dikkatimizi çekiyor ve İtalya genelinde şu ana kadar yaşadığımız hayal kırıklığını Bangladeşli bir pizza ustasının yerle bir etmesiyle bayram ediyoruz. Dilimi 2,5 Euro’luk pizzalardan tıka basa yedikten sonra aldığımız kaloriyi yakmamız gerektiğine kanaat getirerek bir diğer ünlü Venedik köprüsü olan Accademia Köprüsü’ne yürüyoruz.

Tahta köprüyü geçtikten kısa bir süre sonra Santa Maria della Salute Bazilikası’nın bulunduğu rıhtıma ulaşıyoruz. Saatlerdir dolandığımız San Marco Meydanı’nı bir de Büyük Kanal’ın diğer tarafından görelim.

17.yy’da Meryem Ana’ya ithaf edilen barok tarzı bazilika, bu dönemde Venedik halkının üçte birinin veba salgını nedeniyle öldüğü dönemde yapılan ‘Veba Kiliseleri’nden bir tanesidir.

Bugün gene iyi yürüdük. Gece saatlerinde Rialto Köprüsü etrafındaki kalabalığın arasından sıyrılarak eve dönüyoruz.



10.GÜN: VENEDİK – MILANO – NICE

Yarım günümüz daha var Venedik için. Aslında Venedik’e bu kadar az zaman ayırmamamız gerektiğini biliyorduk ama bugün Reha ve Seha’nın Milano’ya uçuşu var ve onları da gruba katarak tüm gece boyunca sürecek bir yolculuk ile Fransa’nın Nice şehrine geçeceğiz.

Erken saatler itibariyle tekrar Rialto Köprüsü’nden geçerek San Marco Meydanı’ndayız. Bir günümüz daha olacaktı ki meydan etrafındaki müzeleri, Venedik Tersanesi’ni (Venetian Arsenal) ve Venedik Gettosu’nu da (Venetian Ghetto) kesinlikle gezerdik. Biz yapamadık efendim siz yapın, Venedik’e en az iki tam gün ayırın.

Bu arada meydandaki Dükalar Sarayı’nın arkasındaki Ahlar Köprüsü’nden (Ponte dei Sospiri) bahsetmek istiyorum. Eski zamanlarda duruşmaların ardından mahkûmlar bu köprüden geçirilerek hapishaneye götürülürmüş. Mahkûmların son kez Venedik’e bakarak iç geçirmeleri nedeniyle köprüye bu isim uygun görülmüş.

Biraz turladıktan sonra Bangladeşli pizza ustamızdan helallik alıyor ve San Marco Meydanı’ndan vaporetto (7 Euro/kişi) ile sabah yürüdüğümüz yolu denizden geri dönüyoruz.



Milano’ya olan yolculuğumuz iki buçuk saat kadar sürecek.  Zaten bineceğimiz hızlı tren için dün rezervasyonlarımızı kişi başı 10 Euro karşılığında yaptırmıştık. Interrail biletlerimiz bize, Avrupa genelinde tüm trenlerin ikinci sınıf kompartımanlarında ücretsiz yolculuk hakkı tanıyor. Hızlı trenler ve gece trenlerinde ise bazı hatlarda rezervasyon gerekebiliyor bazılarında ise mecburi. Rezervasyon kartlarımızda, seyahat detaylarımızla birlikte bineceğimiz kompartımanın numarasından oturacağımız koltuğun numarasına kadar her şey yazılı. Buna rağmen ne olur ne olmaz diyerek her seferinde kartlarımızı peronların başındaki makinelerde onaylattırdık.

Yolculuk esnasında yanımızda oturan Giancarlo amca ve eşi ile hoş bir sohbete tutuluyoruz. Kısa zaman önce İstanbul’da bulunmuşlar ve anlata anlata bitiremiyorlar. Öyle ki bizi evlerine davet ediyor ve istersek konaklayabileceğimizi de belirtiyorlar. Milano’ya gitmek zorunda olduğumuzu söyleyerek kendilerine Verona yakınlarında veda ediyoruz.



Saat 15:00 gibi Milano Centrale’deyiz ve kısa bir süre sonra Reha ile Seha da bize katılıyor. Milano Malpensa havalimanından kalkan Malpensa Shuttle servislerinin (10 Euro/kişi) son durağı tren garı oluyor.

Trenimiz gece saatlerinde, hava ise daha aydınlık. O zaman neden Milano’yu gezmiyoruz? Ne kadar çanta varsa hepsini garın alt katındaki KiPoint emanet odasına (valiz başına 6 Euro/5 saat) bırakıp, metro (1.5 Euro/kişi) ile M3 sarı hattı kullanarak iki durak sonra doğruca Duomo’dayız.

Duomo metro durağı ismini buradaki meydandan ve aslında Milano Katedrali’nden (Duomo di Milano) alıyor. Seyahatimizin ikinci Duomo’su da ağızları açık bırakacak cinsten.




Milano’nun genel atmosferi şu ana kadar edindiğimiz İtalya deneyiminden biraz farklı. Daha hızlı akan bir yaşam, daha burnu havada insanlar ve daha yapay bir şehir hayatı dikkat çekiyor.

Meydanda biraz fotoğraf çektikten sonra Duomo’ya giriyoruz. Şansımıza içeride ayin var ve bir yandan bu etkileyici yapıyı incelerken diğer yandan ayini izliyoruz. Yapımına 1386 yılında başlanan katedral, dünyanın en etkileyici gotik yapılarından biri olarak kabul ediliyor. Katedrale giriş ücretsiz ama çatısına çıkarım derseniz ekstra ücrete tabi.

İkinci durağımız Duomo’nun hemen yanında bulunan ve dünyanın en eski alışveriş merkezi olan Galleria Vittorio Emmanuele idi. Mozaik zemini ve cam çatısıyla dikkat çeken alışveriş merkezinde Prada ve Louis Vuitton gibi ünlü markaların vitrin fiyatları dudak uçuklatacak cinsten.



Alışveriş merkezine meydan tarafından girdikten sonra sağ taraftan çıkarsanız biraz ileride sizi önemli bir lezzet noktası karşılayacak. Luini Panzerotti için pastane desem değil, fırın desem değil. En ünlü ürünleri bizdeki pişinin, içi domates kaşarlı ya da peynirli olanı diyebilirim. Millet sokak boyunca sıra bekliyor bunu yemek için. Bizde sıraya girip bu lezzeti tatmaktan geri kalmıyoruz.

Hava kararmadan son bir yer daha gezmek niyetindeyiz. Dünyanın en ünlü opera evlerinden biri olan La Scala Opera Evi’nin yanındaki meydanda soluklanırken bir anda gümbürtü kopuyor. Sisi yanlısı Mısırlılar polis kontrolünde gösteri yapıyorlar ve dumanın içinde boğulmadan kaçıveriyoruz meydandan.

Yirmi dakikalık bir yürüyüşün ardından Sforzesco Şatosu’ndayız. Duomo’dan sonra Milano’daki iki numaralı turistik yapı olan ortaçağ kalesi, tarih boyunca yönetici sınıfın yaşadığı yer olmuş. Keşke içini de gezebilseydik. Şatonun hemen arkasındaki Parco Sempione isimli park ise görülmeye değer.



Gece saatlerinde gara dönerek yemek yiyoruz ve 23:00’dan evvel çantalarımızı teslim alıyoruz çünkü bu saatten sonra emanetçi kapalı. Bu gece, tatilimizin en zorlu tren yolculuğu olacak çünkü üç ayrı şehirde aktarma yapacağız ve birinde bekleme süremiz dört saatten fazla olacak.

Milano Centrale’den ayrılarak saat 01:00 sıralarında Torino’ya varıyoruz. Sıradaki trenimiz 05:30’da ve garda uyumayı planlıyorduk ama Torino Porto Nuova garı 01:00-05:00 saatleri arasında kapalıymış. Görevliler Nuh diyor peygamber demiyor ve bizi paketliyorlar gardan. Yakınlarda bir bar varmış ve sabaha kadar açıkmış. Söylenilen mekânı arıyoruz ama bulamıyoruz. 3-4 saatlikte olsa uyuyacak otel arıyoruz ama o da yok derken garın karşı çaprazında bir kebapçı çekiyor dikkatimi.

Tabelasından kesin Türk’tür bu diyorum ve selamün aleyküm diyerek dalıyorum içeri. Aleyküm selam diyor Antepli Aydın kardeşim ve hem karnımızı doyuruyoruz hem de sabahlıyoruz mekânında.



Torino’dan sonraki durağımız Fossano. Saat 07:00 sıralarında yarım saatlik bir bekleyişin ardından sınır kasabası Ventimiglia’da son kez tren değiştiriyoruz. Fossano – Ventimiglia arasındaki doğal güzelliği hiç unutmayacağım. Yol boyunca bir Fransa bir İtalya topraklarından geçip sayısız tünelin ardından dağların yamaçlarına kurulmuş şirin köylerin güzelliği tüm çektiğimiz çileye değmişti.

Ventimiglia’dan Nice’e hareket eden tren ilk duraktan sonra Fransa topraklarına giriyor ve istasyonda bekleyen pasaport polisleri trene biniyor. Tren ile ülke değiştirirken genelde böyle bir uygulama olmaz çünkü zaten bir kere Schengen alanına girmişiz ama herkes için durum aynı değil sanırım. Trenden ayrılan polisler yanlarında birkaç Afrikalı göçmeni de beraberinde götürüyorlardı.

Saat 08:30 itibariyle Nice’teyiz ve herkesin pestili çıkmış durumda. Bu yorgunluğu öngörerek garın hemen karşısındaki Antares Hotel’e yer ayırtmıştık. Kısa bir sürede odalarımıza yerleşerek öğlene kadar uyuyoruz. Otelimiz gayet güzel ve genel olarak genç gezginlere hitap ediyor. Şehrin en ünlü caddesi olan Avenue Jean Medecin’in dibinde, tramvay ve otobüs duraklarının karşısında, tren garına iki dakika mesafede ve yanında büyük bir süpermarket var.

Nice’teki ilk günümüzü burada harcayacağız. Önümüzdeki iki gün ise çevre bölgelerde geçecek. Jean Medecin Caddesi’nden aşağı yürüyerek kısa sürede Massena Meydanı’na ulaşıyoruz. Meydanın etrafındaki fıskiyelerin arasında çocuklar koşturuyor. Kahvaltı işini Subway’de halledip sahile iniyoruz ve işte meşhur Promenade des Angles.



19.yy’da İngiliz soyluları kış aylarını Nice sahillerinde geçirirmiş. İngiltere Kraliçesi ve Kraliyet Ailesi tarafından da tercih edilen bölgedeki sahil yolunun ismi buradan gelmiş. Sahil boyunca bisiklet ve paten yollarına dikkat etmek gerek. Bizim alışık olduğumuz bir durum değil hani kalmayalım bir bisikletin altında.



Sahil boyunca uzanan araç yolu ise bisiklet yarışlarından dolayı kapalıymış. Bir yandan bisikletçileri izlerken diğer yandan denizin kokusunu içimize çeke çeke Negresco Hotel’e kadar yürüyoruz.

Aynı yol üzerinde birçok deniz manzaralı otel mevcut ama bunların en ünlüsü Negresco Hotel. Eyfel Kulesi’ni yapan ünlü mimar Gustav Eiffel tarafından tasarlanan otelin özellikle tavanları çok ünlüymüş.

Geri dönerek sahil yolunun sonunda bize göz kırpan Chateau Tepesi’ne çıkmaya karar veriyoruz. Tepenin dibinde ücretsiz servis veren bir asansör var. Yukarı çıkmamızla beraber günlerden pazar olduğunu hatırlıyoruz. Ahali çoluk çocuğu toplamış parka çıkarmış. Bir semaverleri ile mangalları eksik.



Şehrin kuşbakışı manzarasını izlemek ve panoramik fotoğraf çekmek için en ideal yer burası. Bir tarafta boylu boyunca uzanan İngiliz Sahilyolu’nu diğer tarafta ise yat limanını fotoğraflayabilirsiniz. Eskiden bu tepede bir kale varmış ama şu an geriye pek bir şey kalmamış.



Kaleden indiğimizde kısa sürede Cours Saleya’ya varıyoruz. Burası birçok restorana ve dükkâna ev sahipliği yapan turistik bir bölgeye benziyor. Bir restoranda oturarak akşam yemeği için şu meşhur midyelerden sipariş veriyoruz. Tencere dolusu midye geliyor önümüze yanında patates kızartması ile ve önümüzdekileri bitirene kadar kollarımız ağrıyor. Adam başı 25 Euro gibi bir paraya yemek yenebiliyor bu bölgedeki restoranlarda. Midyeler fena değildi ama asıl bu işin kralı Brüksel’deymiş. Orada da denedikten sonra mukayese ederiz artık.

2.BÖLÜM İÇİN BURAYA TIKLAYABİLİRSİNİZ.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder